Nazarîden Amelîye İlâhî Ahlâk
Soru: Hem nazarîyi inkişaf ettirerek amelîye taşıma, hem de amelde sebat ederken sürekli yeni kalma hususlarında inananlara misal olacak ve yol gösterecek bir âdet-i ilâhiyeden söz edilebilir mi? Bu zaviyeden, “Levh-i Mahv u İsbat” hakikati mü’minlere ne ifade etmektedir?
Cevap: Meselelerin nazarî yanında bir icmal ve düzlük mülâhazası hâkimdir; matlup olan, onların amelî plânda tafsile ulaştırılmalarıdır. Yalnız fikir hâlinde bulunan ve tatbik sahasına çıkarılmamış olan bir bilgi, inkişaf ettirilmedikçe, pratiğe dökülmedikçe ve fiilî olarak ortaya koyulmadıkça asıl tesirini icra edemez ve semeredâr olamaz.
Nazarînin bir kısmı belli ölçekte bir kıymeti hâizdir; diğer bir kısmı ise, çok kıymetlidir. Meselâ; iman pek değerli bir nazarîdir; fakat, onun da bir inkişaf alanı vardır. O alan salih ameldir; onun derinliği ise ihsan şuuruna ulaşmaktır. İman çok ehemmiyetli olsa da, onun vaadettikleri ancak amelle bilinir; iman, amel sayesinde inkişaf ettirilmeyince, duyulması lâzım gelenler duyulamaz, sezilmesi gerekenler sezilemez ve imanın hakikî tadına varılamaz. Bu itibarla, önce iman amelle tafsile ulaştırılmalı, sonra salih amelde sebat edilmeli ve derinleşme peşine düşülmeli; akabinde ise, canlılığın hep korunması ve hiç heyecan yorgunluğu yaşanmaması için o amele sürekli yenilenmeler, renkler ve farklı desenler katılmalıdır.
Levh-i Mahfuz ve İlâhî Plân
Haddizatında, nazarîden amelîye geçiş meselesi bir yönüyle ilâhî ahlâk ve ilâhî icraatla irtibatlıdır. Belki aynı kelimeleri ve aynı terminolojiyi esrâr-ı rubûbiyet ile alâkalı mevzularda kullanmak uygun düşmeyebilir; fakat, nezd-i ulûhiyete ait meselelerin de nazarî yanlarının bulunduğunu söylemek yalnış olmasa gerektir. Evet, geçmiş ve gelecek her şey bizim bilemeyeceğimiz bir program çerçevesinde Levh-i Mahfuz’da nazarî olarak kayıtlıdır. Bunlar daha sonra bir mânâda amelî sahaya aktarılmakta, Levh-i Mahv u İsbat’a dökülmektedir. Akabinde ise, Allah Teâlâ, hâdiseleri çok çeşitli kıyafetler içerisinde, çok farklı kalıplarda ve değişik şekillerde ortaya koyarak müşahitlerin nazarlarına sunmakta ve onlarda her zaman yeni bir heyecan uyarmaktadır.
“Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tespit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanıdır. Onun için herhangi bir tebeddül ve tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denilmiştir. Bu mânevî âlem, hem bu dünya ve ondaki mevcudatın, hem de ukbâ ve ötesindekilerin bütün vasıflarıyla içinde bulundukları mânevî bir defter-i muhîttir.
Şu kadar var ki, Levh-i Mahfuz’daki nazarî bilgileri düşünürken bazı sofilerin ve kelâmcıların yanlışlıklarına düşmemek icap eder. İlmî vücudu olan şeyleri, ilm-i ilâhîde –hâşâ– belirsiz, karmakarışık ve bir bulamaç şeklindeymiş de daha sonra belirlenmiş olarak tasavvur etmek hatadır. İlmî vücutlar itibarıyla, her şey ilim sıfatının tecellî alanı sayılan kuşatıcı atlasta mücerred birer resim, birer mânâ ve birer öz mahiyetindedir. Bu atlasta bulunan her nesne kademe kademe farklı taayyünlerden geçerek, maddî-mânevî kendi arş-ı kemâlâtına yükselir. Dolayısıyla da, taayyün, karmaşık bir yapı içerisindeki belirsiz bir şeyin ortaya çıkması değil; onun, Levh-i Mahfuz-u Hakikat’e muttali olan varlıklar nazarında belirgin hâle gelmesi demektir. Yoksa, ilm-i ilâhîde karmaşa, kaos ve bulamaç hâllerinden asla söz edilemez. Evet, her şey o ilâhî ilimde mevcuttur; fakat, bir çekirdekte ağacın programının belirlendiği ya da bir gende bütün belirleyici unsurların mündemiç bulunduğu gibi mevcuttur. Doğrusu, bu misaller de, kevnî, fizikî ve dünyevî olmaları itibarıyla ilm-i ilâhîdeki enginliği kat’iyen aksettiremezler; ama “dîk-ı elfaz”dan dolayı bu yakışıksız benzetmelerle meseleye yaklaşmakta zaruret vardır.
İlm-i ilâhîde ilk taayyünün muhatabı hakikat-i Ahmediye (aleyhissalatü vesselâm)’dır.1 Nübüvvetle serfiraz olmadan evvel, İnsanlığın İftihar Tablosu’na “Ahmed” deniyordu.2 Hazreti İsa da ondan bahsederken “Ahmed” diyordu. Risaletten sonra ise, o gök ehlince de “Muhammed” namıyla anılır oldu.3 Artık onun unvan-ı zişanı “Ahmedün Resûlullah” değil, “Muhammedün Resûlullah” idi.4 Bu itibarla da, ilk taayyün hakikat-i Ahmediye ile ifade edilmektedir.5 İlk yaratılanın akıl6 ve kalem7 olduğunu belirten hadislerde de aslında hakikat-i Ahmediye’ye işaret vardır. Çünkü, Nur Müellifi’nin yaklaşımıyla, şu kâinata büyük bir kitap nazarıyla bakılacak olursa, Peygamberimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) nuru, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Şayet bütün varlık büyük bir canlı farz edilecek olursa, O’nun nuru, bilumum varlığın ruhu demektir.8
Levh-i Mahv u İsbat ve Sürekli Değişimler
Dolayısıyla, bu ilk taayyünle beraber, fizikî ve metafizikî dünyalarla alâkalı her nesne Levh-i Mahfuz’da bir taayyün görmüş, belirlenmiş ve mevsimi gelince de, oradaki programa uygunluk içinde ortaya çıkmıştır. İşte, bu noktada, İslâm âlimleri, Levh-i Mahfuz’un yanında, “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü’l-Kitap) O’nun nezdindedir.”9 âyetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsetmişlerdir.
Zira, Levh-i Mahfuz-u Hakikat’te olan o şeyler daha sonra irade, meşîet ve kudret tezgahlarından geçerken, tekvinî emirler mevzuunda çok değişiklikler olmaktadır. Evet, Allah Teâlâ, gerek tekvinî emirlerde, gerek teşriî disiplinlerde, “hikmet-i bâliğa”sı gereğince dilediği şeyleri silmekte, değiştirmekte, farklı kalıplara ifrağ etmektedir; hem sistemler arasında hem de arz üzerinde bir kısım tebdil ve tağyirlerde bulunmakta ve o kuvvet-i kâhiresiyle bütün kâinatları, umum yeryüzünü cemâlî ve celâlî tecellîleriyle Levh-i Mahv u İsbat’ın mecâlîsi olarak müşahitlerin müşâhedesine arz etmektedir.
“Allah dilediğini mahv u isbat eder.” mealindeki ilâhî beyanda muzari sîgasının (geniş zaman kipinin) kullanılmış olması süreklilik ifade etmektedir. Evet, mahv u isbat, Cenâb-ı Hakk’ın her zamanki âdet-i sübhaniyesidir. Öyle ki, varlık ve hâdiseler haricî vücutla tanıştığı andan itibaren sürekli bir mahv ve isbat devr-i dâimi içinde olmuşlardır: Varoluşları ölümler, bir bir gelmeleri peşi peşine gitmeler ve rengârenk tüllenmeleri sararıp solmalar takip etmiş; kanunlar ve kurallar izafî gerçeklikleriyle devam edip dursalar da, zamanın arkasındaki hakikat de diyeceğimiz “mahv u isbat” hiç mi hiç durmamıştır.
Dünden bugüne ister kimi antropologlar, ister bir kısım jeologlar, isterse de bazı biyologlar, varlığa sadece bu fizikî âlem açısından bakmakta ve genellikle, her şeyin bu madde âleminin var edilmesiyle başlamış olduğuna inanmaktadırlar. Sonra da bu varoluşa bir zaman takdir etmekte ve meseleleri bu takdire göre değerlendirmektedirler. Oysa, dile getirilen zaman beş milyar sene, hayır elli milyar sene, hatta yüz milyar sene de olsa, o nâmütenâhiye nisbeten deryada damla kalır; farzedilen sürenin kıymeti ancak sonsuz rakamlar karşısında sıfırın değeri kadardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, zamandan ve mekândan münezzehtir; O ezelden beri vardır. Allah ezelîdir, ezelî olduğu için de ebedîdir. Allah’ın ezeliyeti mevzuunda mülâhaza dairesi açıksa, ebediyeti mevzuunda da mülâhaza dairesi açık sayılır ki, böyle bir düşünce insanı küfre sürükler. Evet, Allah ezelîdir, O sonradan oluşmuş değildir. “Allah vardı ve beraberinde hiçbir nesne yoktu.”10 şeklinde şerefsudûr olan beyan-ı nebevî de bu hakikati nazara vermektedir. Bazı meseleleri zamana ve mekâna bağlayarak ifade etmek ise, dilin darlığına rağmen, hakikatleri insanî idrak seviyesine göre ortaya koyma cehdinden kaynaklanmaktadır.
Arş Amâ Üzerindeydi!..
Binaenaleyh, bir hadis-i şerifte “Allah’ın Arşı en önce amâ üzerindeydi.”11 buyurulmaktadır. Arş, Cenâb-ı Hakk’ın tekvinî ve teşriî emirlerinin mahall-i tecellîsi, kudret ve azametinin matla-ı münevveri; sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i fiiliyesinin câmi’ bir aynası ve canlı-cansız bütün varlığı şekillendirdiği –tabir caizse– bir tezgâhıdır. Diğer bir hadiste, başka bir dönemden bahsedilirken “O’nun Arşı su üzerindeydi.” denilmektedir. Buna göre, ilk nebevî beyanda geçen “amâ” sözüyle sudan başka bir mânâ kastedilmektedir. Demek ki, hiçbir şey yokken Cenâb-ı Hakk’ın Arşı “amâ” denilen bir şeyin üzerindeydi; yani, Hâlık-ı Kâinat icraat-ı ilâhîyesini ve hükmünü atomların ve moleküllerin teşekkülünden önce “amâ” adlı esîr gibi bir şey üzerinde yürütüyordu. “Amâ”ya partiküller âlemi deseniz, kendi kafanıza göre bir şey yakıştırmış olursunuz; onu iyonlar âlemi kabul etseniz yine işi karıştırmış sayılırsınız. Amâ’yı nano teknolojiyle keşfedilebilecek âlemler çizgisinde değerlendirseniz veya iyon ötesi ya da iyon berisi olarak düşünseniz, meseleyi iyice daraltmış olursunuz.
Bu açıdan, amâ’nın keyfiyeti bizim için meçhuldür; fakat, Arş’ın onun üzerinde olması, ilâhî hükmün oradan ve oraya uygun şekilde icra edildiğini göstermektedir. Öyleyse, Allah Teâlâ bir dönemde amâ üzerinden nazarîyi bir yönüyle amelîye çıkarmış; ona göre bazı şeyleri mahv, yeni bir kısım şeyleri de isbat etmiştir. Ne var ki, bu mahv u isbatı sadece Kendisi görmüş ve bilmiş; bir de bazı ruhânî mahlûkatına göstermiş ve bildirmiştir. Alvar İmamı bir şiirinde, “Melekûtta olan esnaf / Cemâlin hayran değil mi?” der. Evet, melekûta dair değişik sınıflar vardır ve belki amâ üzerindeki icraata sadece onlar şahit olmuşlardır. Çünkü, o âlem partikül, elektron, nötron ve atom gibi şeylerle örgülenmiş bizim bildiğiniz âlem gibi değildir; o âlem, bizim âlemimizden çok farklıdır.
Aslında, benzer âlemler şu fizikî dünya içinde de mevcuttur. Einstein meseleye boyutlar zaviyesinden yaklaşmış; dördüncü boyut, beşinci boyut, altıncı boyut… gibi farklı buudlara dikkat çekmiştir. Hazreti Üstad da, vücut mertebelerinin muhtelif olduğunu anlatmış; ayrı ayrı vücut âlemlerinden bahsetmiştir. Meselâ; “Âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır.”12 diyerek iç içe alemlerin bulunduğunu ve bunlar arasındaki büyüklük-küçüklük ölçülerinin farklılığını nazara vermiştir. Dolayısıyla, bu fizikî âlemin tırnak ucu kadar bir yerinde başka âlemlere dair cihanlar kadar şey mündemiç olabilir.
İşte, bir zaman Arş amâ üzerindeydi. Allah Teâlâ bir dönemde onunla bazı şeyleri mahv u isbat ettiği gibi, onu da silip yerine başka bir şeyi yerleştirdi. Cenâb-ı Hak, semavât ve arzı yarattı, iradesini Arşa çevirdi; ona “istiva” buyurup hâkimiyeti altına aldı, onunla yüceliğini, yüksekliğini, mâlikiyetini ve kudretini ifade etti. Bir mânâda, Mevlâ-yı Müteâl, bu defa iradesini bedene, cismaniyete ve hayata yönlendirdi. Su ve toprak buluşunca, Cenâb-ı Hakk’ın Arşı su üzerine kuruldu. Bir dönemde “amâ” üzerinde icraatı görülen “Allah dilediğini mahv u isbat eder” hakikati, bu defa da “mâ” (su) üzerinde tasarrufunu devam ettirdi/ettiriyor.
Amâ’dan da Öte Mâ’dan da…
Bu fasıllardan her biri “eyyâm-ı ilâhiye”den bir gündür. Cenâb-ı Hak, zamanla mukayyed değildir, O zaman ve mekân üstüdür. Fakat “eyyâmullah” tabirini kullanıyoruz; çünkü, bizim idrakimiz açısından bir dönem söz konusudur ama onun da anlayabileceğimiz bir sınırı yoktur. Sistemlerin yaratılması mevzuunda zikredilen elli milyon, milyar, trilyon… senelerin hepsi ilâhî icraat itibarıyla bir günden ibarettir; fizik âlemi günü, madde âlemi günü, cismaniyet âlemi günü… Bunların her biri bize göre çok uzun dönemlerdir; fakat, hilkat açısından sadece bir gündür.
Cenâb-ı Hak dilerse, bizim içinde yaşadığımız bu faslı da kapatır ve farklı bir vetire başlatır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, “Gün gelir, yer bambaşka bir keyfiyete, gökler de şimdikinden farklı bir mahiyete çevrilir. Bütün insanlar kabirlerinden kalkıp tek hâkim olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.”13 buyurmaktadır. Evet, bir gün yer ve gök öyle bir tebeddül ve tagayyüre uğrayacaktır ki, ne yer, ne gök, ne atom, ne elektron, ne de nötron kalacaktır; bunların yerlerini berzah, mahşer, Cennet, Cehennem ve öteki âlemlere has unsurlar alacaktır. Böylece, “Allah dilediğini mahv u isbat eder.” hakikati bir kere daha zuhur edecektir.
Mevlâ-yı Müteâl, tekvinî emirlerdeki bu türlü tasarruflarının yanı sıra, mahv u isbat âdet-i sübhaniyesiyle, teşriî ahkâmında da, dünkü bazı hükümleri kaldırmış, onların yerine yenilerini ikâme buyurmuştur: Bir dönemde suhuf-u Âdem ile, sonra da Hazreti Nuh’a indirdiği sayfalarla mesajlarını âleme duyurmuştur. Bir müddet de murad-ı sübhânîsini Hazreti İbrahim’e gönderdiği vahiyle dillendirdikten sonra, onu yeni ilâvelerle değiştirmiş, bir kitap hâline getirmiş ve Hazreti Musa’ya sunmuştur. Akabinde onda da Zebur’la ayrı bir derinlik ortaya koymuş ve Hazreti Davud’un sesiyle makasıdını bir kere daha cihana ilân etmiştir. İncil’le, büyük ölçüde Tevrat’takinden ayrı, tamamen ledünnî bir farklılığı seslendirmiş ve Hazreti Mesih’in lisanıyla o büyük değişikliğin mümessili Hazreti Ahmed’i müjdelemiştir. Mevsimi gelince, o güne kadar cereyan eden tebeddül ve tagayyürleri sona erdireceği işaretini vererek, “Ben bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak da İslâm’dan hoşnut oldum.”14 beyan-ı sübhânîsiyle İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ümmetini sevindirmiştir.
Evet, tekvinî esaslar ve ekosistem, asırlar ve asırlar boyu devam edegelen tebeddül ve tagayyürlerle günümüzdeki şekle ve desene ulaştığı gibi; teşriî emirler mecmuası olan din ve diyanet de değişe değişe, yenilene yenilene hâlihazırdaki tamamiyet ve mükemmeliyete erişmiştir. Bütün bunlar ne şekilde ve hangi esbabın perdedarlığı çerçevesinde cereyan ederse etsin, dünden bugüne her nesnenin ve her hâdisenin çehresinde bir mahv ve isbatın nümâyan olduğu açıkça görülmektedir.
Nazarîden Amelîye Yol Haritası
Aslında, Levh-i Mahfuz’daki ilâhî plân, sonra Mahv u İsbat hakikatinin tecellîleri ve nihayet birbirini takip eden yenilenmeler, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanması gereken beşerin önüne, yapacağı bütün işlerde esas alabileceği bir yol haritası koymaktadır.
Demek ki, insan ne yaparsa yapsın, önce nazarî plânda her şeyi iyice belirlemeli; koca bir ağacın programının bir çekirdekte saklandığını göz önünde bulundurarak, o işin her adımını düşünce ve tasavvur bakımından icmâlen vuzuha kavuşturmalıdır. Bir işe başlarken onu karmakarışık, bir kaos hâlinde ve bulamaç şeklinde ele alıp rastgele yola çıkmamalı; evvela niyetini, maksadını, hedefini ve o işin her basamağını çok iyi belirlemeli, güzelce plânlamalı ve o konuda eksiksiz bir proje hazırlamalıdır. Plân ve programını yaparken sebepler açısından her türlü ihtimali nazar-ı itibara almalı ve herhangi bir hata meydana gelmemesi için fevkalâde bir hassasiyetle işin nazarî kısmını tamamlamalıdır. Fakat, mademki, ilâhî ahlâk meseleyi sadece plân ve programda bırakmıyor, onu inkişaf yörüngesine çekip amelîye irca ediyor; öyleyse, insan da sadece nazarîde kalmamalı, faydalı bulduğu plân ve projeleri mutlaka amelîye taşımalıdır. Evet, her işin arızaya meydan vermeyecek şekilde inceden inceye plânlanması, kontrol altına alınması ve sonra da mutlaka amelîye taşınması hem inancın gereğidir, hem âdet-i ilâhiyeye mutabakatın remzidir ve hem de ilâhî ahlâkla tahalluk etmenin ifadesidir.
Günümüzde meselelerin nazarî yanını ifade eden çoktur; bilhassa bazı sosyologlar, psikologlar ve tarih felsefecileri sürekli nazarî ile meşgul olmaktadırlar. Hatta şimdilerde bir kısım gazete köşelerini tutup her gün ütopik analizler döktüren; yirmi dört saat gibi kısa bir sürede yüce devletler kuran, eşsiz nizamlar vaz’ eden ve insanlığa huzur vaadinde bulunan öyle kimseler mevcuttur ki, bunlar ütopyacıları dahi hayrette bırakacak plân ve projelerden dem vurmaktadırlar. Heyhat ki, nazarînin kahramanları gibi görünen bu aklıevvellerin çok küçük çapta olsun başlattıkları ve pratiğe döktükleri bir iş yoktur; böyleleri, o kocaman kocaman plânlarla ufak bir köy inşa etmeyi dahi başaramamışlardır.
Bu itibarla da, büyük büyük laflar etme ve insanları hayallere salacak ütopyaları seslendirme değil, asıl mesele aksiyondur. Kur’ân-ı Kerim, en önemli nazarî saydığımız imanı dahi hemen her zaman amel ile beraber ele almakta; inancı aksiyona bağlamaktadır. “İman edenler” dedikten sonra “salih amelde bulunurlar” ilâvesini yapmaktadır.15 Ayrıca, iman-amel münasebetini vurgularken çoğu zaman meseleyi fiil kipiyle ifade etmekte ve böylece amelde devamlı olmak gerektiğine de dikkat çekmektedir.
Şu kadar var ki, mü’min, iman ve amelde sebat etmelidir; fakat, sebatta bir tür monotonluk bulunduğunu da unutmamalıdır. Dolayısıyla, o, sebat ve temadisine sürekli yenilenmeler, farklı renkler ve değişik desenler katmalıdır ki, bıkkınlığa düşmesin, ülfete yenilmesin, heyecan yorgunluğuna düçar olmasın ve muhataplarını da bıktırmasın.
Tabiî ki, diyanet açısından sabit tavır ve davranışlarımız da vardır, onlar temel beslenme kaynaklarımızdır. Allah’ın emrettiği ve ubûdiyet dairesinde yapmamızı istediği bütün vazifeler sabittir; bunlarda bir değişiklik söz konusu değildir. Bununla beraber, dine ve imana hizmet için kullanılan vesilelerde bir kısım yeniliklere gidilebilir; çağa, şartlara ve konjonktüre göre bazı şeylerin formatıyla oynanabilir. Şayet, yer yer format değişikliği yapmaz ve mesajınızı sunmak için farklı farklı şekiller kullanmazsanız, zamanla hem kendiniz ülfetten kurtulamazsınız hem de muhataplarınızın bıkkınlık yaşamalarına mani olamazsınız.
İsterseniz bu hususu da ilâhî ahlâka irca edebilirsiniz: Cenâb-ı Hakk’ın Arşı önce “amâ” üzerindeydi ama daha sonra “mâ” üzerine kondu. Demek ki, Allah Teâlâ icraat-ı sübhaniyesini hep farklı şekillerle cereyan ettiriyor. O, Arşını bir dönemde “amâ”, sonra “mâ” ve nihayet kıyametle beraber ne “amâ” ne de “mâ”, bambaşka bir dünya üzerine kuruyor. Öyleyse, ilâhî meşîet formatlarla oynayarak meseleyi, farklı farklı desenlerle ve değişik değişik şivelerle ortaya koyuyor. Böylece, müşahit ruhânîlere ne zevkler ne zevkler yaşatıyor; esnaf-ı melekûta ne doyumsuz hazlar aldırıyor.. ve kim bilir, ruhuyla kanatlanıp ruhanîlerle atbaşı giden ehl-i Hak bunların hepsini hangi ulvî hislerle müşâhede ediyor.
Bu açıdan, nazarîyi amelîye taşımanın ve amelde temadînin yanı sıra, zamana ve şartlara göre format değişiklikleri yaparak ve çeşit çeşit aksiyonlar ortaya koyarak hep zinde ve heyecanlı kalmaya çalışmak da gerekmektedir.
Plânlar Sebeplere Göre Olmalı!…
Nazarînin amelîye ulaştırılmasında çok önemli bir husus da şudur: Meşîet-i ilâhiyeyi ve murad-ı sübhanîyi kimse aşamaz. Ancak O’nun olmasını dilediği şeyler olur. Hazreti İbrahim Hakkı’nın ifadesiyle,
“Hakkın olacak işler
Boştur gam u teşvişler
Ol hikmetini işler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.”
Allah Teâlâ, bir kimseye “Yürü kulum!” demişse, artık onun karşısına koca bir ordu da çıksa beyhudedir; hiç kimse O’nun yürüttüğünün önünü alamaz. Cenâb-ı Hak, istediğine yolları öyle açar ki, onun önünde her şey tuz buz olur. Bu fevkalâdeden bir lütuftur; beşerî hesap, plân, proje ve programları aşar. Şayet, insanın teveccühü tam olursa, Yüce Yaratıcı ona bu türlü inayetlerde de bulunabilir.
Ne var ki; plân ve projeler fevkalâdeden inayet blokajı üzerine tesis edilmez; onlar esbab dairesi içinde sebepler göz önünde bulundurularak ortaya konur, sonra yine vesileler kullanılarak gerçekleştirilir. Gerçi, inanan bir insan, Allah’a teveccüh etmekle beraber, esbabın gereğini de yerine getirirse, Cenâb-ı Hak çoğu zaman samimiyet, ihlâs ve vefasından dolayı o kuluna sürpriz ihsanlar da gönderir. Fakat, hiçbir peygamber plânlarını mucizeler üzerine kurmadığı gibi, mü’minler de projelerini harikulâde hâl ve ziyade lütuf beklentilerine bağlamamalıdırlar.
Hâsılı, bir işin semereli olması, önce sağlam bir projeye, sonra inkişaf sevdalısı adanmış ruhların o projeyi hayata geçirme gayretlerine, akabinde bazen çok uzun sürmesi de muhtemel olan aksiyon döneminde sebata ve nihayet, amelde devamlı olmanın yanında, format değişiklikleriyle temadîyi renkli, canlı, cazip tutmaya bağlıdır. Adanmış ruhlar, her türlü muvaffakiyet için meşîet-i ilâhiyeyi esas bilmekle beraber, dilbeste oldukları yüce hakikatleri herkese duyurma yolunda zikredilen sebepleri de yerine getirirlerse, Allah’ın izniyle, dünyada hiç kimsenin yapamayacağı işleri başarabilirler. Onlar, ellerinden geleni ihlâsla ortaya koyarlar; Cenâb-ı Hak da onlara güçlerinin yetmediği ya da akıllarına gelmeyen pek çok meselede inayette bulunur. Bir mânâda, Mevlâ-yı Müteâl, bu defa da bu kutlularla bir kısım şeyleri mahv, bazı şeyleri de isbat eder: Küfrü zayıf düşürüp alçaltır, imanı tutup kaldırır; dalâleti giderir, hidayeti getirir; ilhadı kökünden siler, inancı yerleştirir; nifak ve şikaka son verir, vifak ve ittifakı güçlendirir; zâlimleri kederlendirir, mü’minleri sevindirir ve tiranları yerlerde süründürür, mazlumların yüzlerini güldürür.
1 Bkz.: es-Suyûtî, el-Hâvî 1/325; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 1/240.
2 Bkz.: İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 17/371; İbn Adiyy, el-Kâmil 1/337.
3 Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 6, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 259.
4 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/144; Ahzâb sûresi, 33/40; Fetih sûresi, 48/29.
5 el-Cürcânî, et-Ta’rifât s.122.
6 ed-Deylemî, el-Müsned 1/13; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 6/289.
7 Tirmizî, kader 17, tefsîru sûre (68) 1; Ebû Dâvûd, sünnet 16.
8 Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.105 (Habbe).
9 Ra’d sûresi, 13/39.
10 Buhârî, bed’ü’l-halk 1, tevhid 22; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/431.
11 Tirmizî, tefsîru sûre (11) 1; İbn Mâce, mukaddime 13; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/11, 12.
12 Bediüzzaman, Mektubat s.281 (Yirminci Mektup, İkinci Makam, Onuncu Kelime).
13 İbrahim sûresi, 14/48.
14 Mâide sûresi, 5/3.
15 Bkz.: Bakara sûresi, 2/25; Âl-i İmrân sûresi, 3/57; Nisâ sûresi, 4/57…