Nefis ve Vicdan Mekanizması

Nefis Zamanla Kuvvet Kazanabilir mi?

Soru: Yıllar geçtikçe insanın nefsi daha da kuvvetleniyor mu?

Cevap: Nefis zamanla kuvvet kazanabilir. Zira, seneler geçtikçe insanda bazı arzular, cismaniyete ait bir kısım istekler belirir; tûl-i emel, bedenî istekler, servet düşüncesi ve mal mülk hırsı baş gösterir. Bütün bunlar bir de ülfetle kuvvetlenir ve desteklenirse insan yenilebilir, kayıp düşebilir.

Bu hisler belirdikçe, insan, bir yönüyle yerinde daha sıkı durmaya çalışmalı; dine ve millete hizmet gayesine daha bir bağlanmalı. Cenâb-ı Hak, insanı hususî mahiyette nerede sıyanet edecekse, kul o noktayı aramalı. Kur’ân-ı Kerim’de “Siz Beni anın, Ben de sizi anayım.1, “Allah’a yardım eder, dinine arka çıkarsanız; O da size yardım eder.”2 buyuruluyor ve bir mânâda sıyanet-i ilâhiyeye mazhar olma yolu gösteriliyor.

O zaman insan, duracağı tabyaları çok iyi belirlemelidir. Yani, bu ilâhî ahdi görmeli ve “Demek ki, ben onu anlatma konumunda olmalıyım. O konumun hakkını vermeliyim. Duruşumu sık sık gözden geçirmeli, kendimi sağlama almalıyım.” demelidir.

Bir taraftan insan benliğinde bazı hisler gelişirken ve düşmanın taarruz yollarını çoğaltması söz konusu iken, o olduğu yerde kalırsa elbette yenik düşer. İnsanın da o istikamette gelişmesi lazımdır. İmanı, sırf delillere dayalı zihnî bir mefhum olarak algıladığı dönemlerde insana sadece “İnandım” demesi yetebilir. Fakat daha sonra bu itirafı ve bilgiyi kalbe mâl etme, tabiatının bir yanı hâline getirme, yani yeme içme, yatma ve istirahat etme gibi tabiatının bir buudu hâline getirme şarttır. İnsan, yemek yemediğinde rahatsızlandığı gibi ibadet etmediğinde de huzursuzluk duyacak kadar bunları tabiat hâline getirmezse, daha sonraki “ülfet dönemi”nde ayakta duramaz, devrilir.

Bu açıdan her fırsatta arz ediyorum, dünkü inancımız Şah-ı Geylânî’nin imanı seviyesinde olsa da, o bugün yetmeyebilir. Bugün yeni baştan, bir kere daha ilim, idrak ve anlayış ufkumuza göre Allah’a olan imanımızı yenilememiz gerekir. Âyât-ı tekvîniye ve teşrîiyeyi her gün bir kere daha, değişik bir yönüyle gözden geçirerek imanımızı yenileme mecburiyetindeyiz. Sürekli araştırmalı, aklımızın ermediği şeyler üzerinde “Burada bir hikmet vardır” mülâhazasıyla ısrarla durmalıyız.

Hz. Bediüzzaman diyor ki: “Rahîm-i Zülcemâl’in bağistan-ı kereminden, mucizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm, iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım. Yüz elli beş çıktı. Bir salkımın danesini saydım, yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Hâlbuki, bazen az bir rutubet ancak eline geçer. İşte, bu işi yapanın, her şeye kâdir olması lazım gelir.”3

Bu düşünceler, ilme’l-yakînin bir mertebesidir ve belli bir yere kadar benzeri duygu ve düşünceler bizi ayakta tutar. Fakat bir noktadan sonra bu bize yetmeyebilir. Daha ileriye götürürüz bu tefekkürü, ilmî tahlillerin yapıldığı ortamda onu tekrar gözden geçiririz; bir de oradan yürürüz; orayı da bir pist yapar, bir de oradan yükseliriz. İlme’l-yakînin âlî mertebesinde yeni bir açılım daha yaparız. Sonra bir fırsatını bulunca bir kere daha… Bir kere daha… Sürekli yeniler dururuz kendimizi. Yoksa içinde bulunduğumuz çevrede yenilenmeler yaşanıyor, düşünceler değişiyor, ilim mantığı ve ilim felsefesi başkalaşıyorsa ve biz buna rağmen olduğumuz yerde kalıyorsak, şeytan o yeni malzemeyi kullanır ve biz yenik düşeriz, Allah muhafaza, devriliriz.

Sürekli kendimizi yenileme, bu yenilemeyi yaparken de kalbimizle beraber yürüme mecburiyetindeyiz. Kalbimizin, aklımızdan bir adım geri kalmaması, hayatiyetini koruması lazım. Unutmamak icap eder ki; mantığı çok ileriye gitmiş, muğalata ve diyalektik adamı olmuş bir insanın, kalbi o ölçüde inkişaf etmemişse onun kuru mantık ve diyalektiği kalbini yutmuş, demektir; kalbî hayatını öldürmüş ve onu latîfe-i Rabbâniyeden mahrum etmiş, demektir.

Evet, insan düşünce ufku ne seviyede olursa olsun, kalbini nazardan dûr etmemeli… Başını yere koyup sabahlara kadar dua dua yalvarmalı. Çünkü ebedî mutlu olacağı bir âlem için ayağına zincir vursalar ve deseler ki, “Başını yerden kaldırmadan ömür boyu secde edeceksin; ama neticede ebedî mutlu olacağın bir dünyayı kazanacaksın.” Aklı varsa insan secde eder. Eder, zira, önünde bir ebedî saadet vardır. Altmış-yetmiş sene, altı yüz-yedi yüz sene veya altı milyon-yedi milyon sene değil; sonsuz bir hayat… İşte bizim önümüzde de o ebedî hayat var. Onun için ne verilse değer. Bundan dolayı akıllı mü’minler anlatılırken “Mallarını, canlarını, her şeylerini Allah’a satarlar, verirler.”4 denilmektedir.

Biz de ebedî saadeti yakalamak için kulluk vazifemizi kusursuz olarak yapmaya çalışmalı ve Allah’ın merhametine sığınmalıyız. Sürekli onun karşısında el açıp bel bükmeli ve çok dua etmeliyiz. Meselâ, mümkün olduğu kadar çok رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً “Ey bizim Kerim Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla!”5 demeliyiz. اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalblerimizi dinin üzere sabit eyle!”6 imanla perçinle ki sökülmesin, kurşunla çivile oraya, diye yakarmalıyız. Hemen ardından صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ “Kalbimizi Sana itaate çevir, Sana kulluğa meylettir!”7 ifadesini eklemeliyiz. Bunları on defa değil, bin defa söylesek, yine de az demiş oluruz.

Kaldı ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunları sabah ve akşam dualarında üçer kere söylüyor ve bizlere de tavsiye buyuruyor. O bir Nebi’dir, hem mâsum hem de masûndur ve teminat altındadır. Bize gelince, bizim ne mâsumiyetimiz, ne masûniyetimiz var. Yani ne günahsızız ne de Allah (celle celâluhu) tarafından korunma ve sıyanet altına alınmışız; yok öyle bir teminatımız. O bile böyle diyorsa, bizim titrememiz, çırpınmamız lazım değil mi?

Hiç kimse demesin, “İçime şu geliyor, bu geliyor… Şöyle bir kalbî problemim var.” İçine o geliyor da sen üst üste kırk gece kalkıp o iş için ağladın mı? Başını yere koydun, alnını yaşlar içinde buldun mu? Neden mazeret beyan ediyorsun? Yüreğinle Allah’a teveccüh et, yalvar yakar! “Tut elimden Allahım, tut ki edemem sensiz!” de.

Alvar İmamı ne güzel söyler:

Sen Mevlâ’yı sevende

Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına ivende

Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında

Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen

Allah ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan

Eyyub gibi ağlasan

Ciğergâhı dağlasan

Ahvalini sormaz mı?

Rica ederim, O’nun uğrunda yüreğinizi parçalamadan yüreği parçalanmış insanlara lütfedilen şeyleri beklemeyin. O bazen ekstradan da lütfedebilir; ama umumiyetle aldığınız risk kadar, gösterdiğiniz gayret ve cehd kadar mükâfat vardır. Hele siz bir gecenize gündüz boyası çalın, O da sizin gecenizi gündüz yapsın. Siz dünya gecelerinizi gündüz yapın, O da ahiret karanlıklarını aydınlığa tebdîl eylesin.

Allah, eşiğine baş koyan yüzleri çiğnetmez ve mahcup etmez; yeter ki siz yürekten O’na yönelin ve “… Edemem, sensiz asla edemem!” deyin.

Şeytanın Tuzakları

Bazı tasavvuf kitaplarında mekâid-i şeytan ve desâis-i şeytanın iki türlü olduğu kaydedilir: Birincisi, herkesin başına gelebilen, fena bir şeye teşvik etmesi, çirkinliği güzel gösterip onu irtikap ettirmesidir. İkincisi ise, bazıları için mezelle-i akdâm (ayakların kaydığı nokta) olan, zahiren hayırlı gibi görünen işlerdeki desiseleridir. Meselâ; bir insan, güzel rüyalar görür, bir şeyler hisseder, hatta insanların kalbini okuyabilir; fakat bunlardan kendine pay çıkarır, üstün bir kul olduğu zehabına kapılır ve bunları başkalarına hâkimiyet kurma hususunda kullanır; tevazu sergilemesi gerekirken enaniyetle köpürür.

İşte, ehlullah, bu şekildeki insanın amelini beğenmesi ve onunla büyüklenmesine, kebîre (büyük günah) demişlerdir. Böyle bir günahın neticesinde ise, Allah korusun, mahvolma muhtemeldir. Ve kim bilir, şeytan bazı insanları bu tuzağa düşürmek için rüyalarına girer, güzel görünür ve onlara nefislerinin hoşuna gidecek şeyler söyler. Keşf u keramet nev’inden şeyler ve insanların içini okumak gibi işler, eğer Ehl-i Sünnet çizgisi tutturulamamışsa belki de şeytanın ilhamıdır.

Zaaflarla Savaş

Bizim pek çok zaaflarımız var. Bunların farkına varma ve kusurlarımızı itiraf etme, onları iradeyle zapturapt altına alma ve zaaflarımıza, kusurlarımıza rağmen iffetle yaşama bizi evc-i kemalâta (kâmil insan zirvesine) yükseltir.

Günah Hayra Vesile Olur mu?

Günah, çok kötü bir şeydir; ancak bir yerde iyi sayılabilir. O da, kulun bir günaha girdikten sonra bir ömür boyu onun için âh u vah etmesi halidir. Meselâ, bir harama im’ân-ı nazar ile (dikkatlice) bakan, fakat yıllar sonra bile onu hatırladıkça iki büklüm olup “Rahmet Kapısı”na yönelen bir kul için o günah pek çok hayırlara da gebe olabilir.

Farklılık Mülâhazası Şeytandandır

Farklılık ortaya koyma gayreti hep şeytandandır. Kendini farklı düşünme, kıdem farklılığına girme, gelecek adına pay sahibi olma arzusu vb. şeytanî tuzaklardır. “Hele bana bir fırsat verilse, bak ben nasıl konuşurum!… Kalemimi nasıl konuştururum!” gibi mülâhazalar insanı Odetta’nın akıbetine sürükler. Ruhunun taşlaşacağı bir son onu bekler.

En büyük belalardan birisi, insanın kendini farklı görmesidir. İnsanlığın başına büyük felaketler bundan dolayı gelmedi mi? Kendini üstün soy, ari ırk sayanlar dünya savaşlarına sebebiyet vermediler mi?

“Kul peygamber ol!” Allah’ın, Nebi’sine telkini budur.8 Biz, bütün insanlığı Cennet’e götürecek bir yol bulsak, yine de farklı insanlar değil; kabul buyururlarsa “insanlar içinden bir insan” olduğumuz mülâhazasını sürekli muhafaza etmeliyiz. Biraz mürekkep yalayanlar farklılık sendromundan kurtulamıyorlar. Sanki mürekkepte bir virüs var, ondan hastalık kapıyorlar.

Hasta Ruhlar

Bir insan, devamlı kendini anlatma, kendini beğendirme lüzumunu duyuyorsa, o Allah’ın hasis bir kulu demektir. Her fırsatı kendisi için değerlendirmeye kalkanlar, hem aklen hem ruhen hem de itikadî açıdan noksan ve marazlı zavallılardır. Millet sana teveccüh ediyorsa, sana bir alâka gösteriyorsa, bu krediyi ancak dinin için, Allah’ın ismini yüceltmek için kullanabilirsin.

Zaaflarıyla İnsan

Biz kendimize takılıyoruz. Takıntı nefsimizde. Hücumât-ı Sitte’deki virüslere müptelayız. İnsan, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerle yükselebilir; fakat onu çileden çıkaracak bir şey karşısında gayzını tutabilmesi, bir şehvet karşısında bedenindeki o güce karşı koyabilmesi, onun ibadetlerle elde ettiği yüksekliklerden daha da yukarılara çıkmasına vesile olabilir.

Dişini sıkmasını becerebilirsen, sendeki negatiflikleri pozitif güce çevirebilirsen, elde edeceğin güçle, füze hızından daha aşkın bir hızla evc-i kemale vâsıl olabilirsin. Senin aklın çok ileri bir diyalektiğe, cerbezeye sahipse; o aklını arkadaşlarına karşı kullanmayarak hak ve hakikat adına onun cerbezesini dizginleyebilirsen, hak rızası için kullanabilirsen, iradenle o aklı, senin için bir şerr-i cüz’i iken hayr-ı küllîye çevirebilirsin.

Cenâb-ı Hak, beni hiçbir hâdise karşısında zaaf göstermeyen melekler ve ruhanî varlıklar gibi olmakla insan olmak arasında muhayyer bıraksaydı, “Rabbim, beni şu anda yarattığın gibi yarat!” derdim. “Alabildiğine taşkınlıklarım olsun; ama bana neticede Sana râm olan, Senin rızana koşan öyle bir irade ver ki, ben o iradenin kemendi ile Sana yükseleyim. Evet, Senin zaaftan ârî mahlûkun da var; ama ben insan olmak istiyorum.” derdim. İçimde çok taşkınlıklar olabilir. Belki bunlar beni harap da ediyordur. Ama ben bu harâbiyet içinde iradenin gücüyle Allah’ın muradına varabileceksem, Cenâb-ı Hak bu gücü bana vermişse, ben de bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeliyim.

Allah’ın sana verdiği her şeyi memnuniyetle karşılamanın yanında, sana düşen, bütün negatifliklerini, zaaflarını, günahlarını aşarak, yanlış tavırların esaretinden kurtularak Cenâb-ı Hakk’a tam mânâsıyla râm olabilmektir. Allah (celle celâluhu) seninle farklı bir espri ortaya koymuştur. Seninle bir şey yapmak istiyordur. Yeter ki sen zaaflarının, boşluklarının zebûnu olma; onları aşmasını bil.

Ne bahtiyarız ki, Nebi-yi Server’imiz var, aleyhissalâtu vesselâm. Kur’ân’ımız var. Hiçbir şeyimiz olmasa, Kur’ân’ımız bize yeter.

Paranoyak Ruhlar

Ona buna eksiklik veya bozukluk atfedenler, kendilerini ifade etmek için herkesi hor görürler. Bunlar, gönüllerine göre kendilerini ifade edemedikleri için hep âlemin kusurları ile meşgul olurlar. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, “O bozuk, bu bozuk, şu da bozuk” diyene “Bozuk olan asıl kendisidir.” mânâsına şöyle buyurmuştur: “İnsanlar helâk oldu, diyen asıl kendisi helâk olmuştur.”9 Kişinin vicdanı ve kalbi duru olsa, her şeyi duru görür. Mizaç bakımından herkeste kusur arayanları, birkaç hafta Cebrail aleyhisselâmla buluştursanız onda da kusur bulur ve “Ayağını nasıl kaydırabilirim?” düşüncesiyle şer yolları araştırır.

Aslında, bozukluk bu tip insanların karakterlerindedir. Bunların ahlâk anlayışı geçimsizliktir. Bu tip, hiç kimse ile geçinemeyenlerin bütün derdi, kendini ifade etmek ve her fırsatta nefsini öne çıkarmaktır. Bunlar sürekli kendilerinden bahsedilmesini, hep kendilerine değer verilmesini ve her zaman önde görülmeyi isterler.

Bir işi üstün bir başarıyla tamamladığın zaman şöyle diyebiliyor musun: “Eğer şu arkadaş veya benden başka birisi yapsaydı, bu iş neticeleri itibarıyla daha çok hayırlara vesile olacak ve dolayısıyla daha fazla başarı elde edilecekti.” İşte bu anlayış, Kur’ân ruhunun ve Peygamber ahlâkının ifadesidir. Aksine hep beklenti içinde olup kendini her zaman öne sürmeye kalkanlar, hezeyanlarını bir ruh hastalığı şeklinde yaşayanlardır.

Cezaların Tehiri

İnsanda bazı latîfeler vardır ki, bir kirpiğin ağırlığını bile taşıyamaz, bir anda kaybolur, batar gider. İşlenen günah ve hatalar karşısında cezaların bu dünyada verilmemesinden insan hep endişe duymalıdır.

Eğer hiçbir ikaz almıyor, hiç sürçüp düşmüyor, hastalığa veya herhangi bir sıkıntıya maruz kalmıyorsak; hiçbir menfî durum bize isabet etmiyorsa; oturup düşünmemiz ve bu durumundan dolayı da kendimizden endişe etmemiz gerekir. Hafizanallah, bizim için en büyük tehlikelerden biri, cezaların sonraya bırakılmış olmasıdır.

Tavır ve hareketlerimizde, hatta ifadelerimizde, içimiz duru değilse; adımlarımızı ihlâsla atmamış, her yaptığımızı O’nun rızası istikametinde yapmamışsak ve Cenâb-ı Hak bunları tehir edip ahirete bırakıyorsa; işimiz bitik demektir. Bundan dolayı tir tir titremeliyiz. Bir de, Rabbimizle aramızdaki münasebet hangi çizgide seyrediyor, bizim irfanımız bu mevzuda nerededir, vicdanımızla tartar ve böylece konumumuzu tayin etmiş oluruz. Bazıları için yatakta gâfilane ayağını uzatması, şurada burada ulu orta açılması bile Rabb’iyle arasındaki münasebet açısından risklidir. Böyle ölçüler umumî değil, kişi ile Rabbi arasındaki münasebete göredir. Herkes için geçerli olmayabilir, şahıstan şahsa bu ölçüler değişebilir.

Sabır, Hele İstenilen Şey Çok Büyükse!…

Çekilen sıkıntılar ve başa gelen musibetler, varılmak istenen hedefe bakıldığında çok küçük kalır. Bizler perişan Keloğlan’ın, padişahın kızına talip olması gibi Cennet’e talibiz. Bu, Kerem’in Aslı’ya talip olmasına benzemez. Perişan halimize bakınca, benim gülesim geliyor. Zira, biz çok küçüğüz, talip olduğumuz şey ise pek değerli. Üstadımızın ifadeleriyle, bin sene mesûdâne dünya hayatı onun bir saatine mukabil gelmeyen bir Cennet’e talibiz.10 Onun da ötesinde, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl’ini müşâhede arzusundayız. İşte bu hedefe ulaşmak adına her şeye tahammül etmek, her sıkıntıya göğüs germek, her musibete katlanmak gerekir.

İrade

Mucize ve kerâmet haktır ve Allah (celle celâluhu) dilerse âdiyâtı (alışılmış sebepleri) paramparça eder, fevkalâde şeyler ortaya koyar. Fakat hiçbir nebî, planlarını bu fevkalâdeliklere göre yapmaz. Hepsi işlerini sebeplere göre planlar. Uhud’da Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzerindeki zırhının üstüne bir zırh daha giymesi, gereken tedbiri alması söyleniyor. Zira, yapılması gerekenleri yapmadan her şeyi Cenâb-ı Hakk’a havale etmek cebrîlik (cüz’i iradeyi kabul etmemek, insanın hareketlerinin kendi elinde olmadığına inanmak) olur.

Üstad Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’de insana verildiği söylenen emaneti “ene” (benlik) olarak yorumluyor. Ene’nin en önemli rüknü iradedir ve insanın davranışları ona bağlanmıştır.11 Bir mânâda insan, iradesiyle insandır. Bize düşen de hayatımızı fevkalâde, harikulâde türünden beklentilere bağlamak değil; iradelerimizin hakkını vererek yapılması gerekenleri yapıp, neticeyi Yüce Rabbimizin muradına bırakmaktır.

Takvânın İki Yönü

Allah Teâlâ’ya göre her şey çok kolaydır. Biz, esbab planında düşünmeye kalkınca her şeyi zor ve çetin görüyoruz. Bizim, özellikle de bu devirde, kalb ve ruhun derece-i hayatına çıkmamız da ulaşılması imkânsız bir hedef gibi görünüyor. Fakat kalbler Allah’ın elinde. O murad buyurursa, bizi de salih kulları arasına dâhil eder. Ne var ki, bu yol çok fedakârlık istiyor, bu uğurda sabırla çalışıp çabalamak gerekiyor. Rezzâk-ı Hakikî’nin bize verdiği bütün nimetleri yine O’nun rızası istikametinde sarf etmek iktiza ediyor.

Bir de bu yolun yolcusu, her zaman takvayı esas almalıdır. Tekvînî emirlere bakmada da takvadan sapmamalıdır. Takvânın bu iki yönü de ihmale gelmez. Evet, takvanın iki yönü vardır:

1. Teşriî emir ve nehiylere riayet; yani, dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmek.

2. Tekvînî emirlere riayet; yani, Allah’ın kâinatta cari sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmek.

Efendimiz aleyhissalâtü vesselâmın hayat-ı seniyyelerine baktığımızda, O’nun sebepleri göz ardı etmeden, âyât-ı tekvîniyeyi çok iyi okuyarak, hep takva yörüngeli yaşadığını görürüz. Meselâ; O, ashabına “Gece yatarken, evinizde yanan ateşi söndürünüz!”12 buyurmuşlardır. İşte, burada ve benzeri sözlerinde, sebeplere riayet edilmesini ve ateşten dolayı evde herhangi bir kazaya sebebiyet verilmemesini ifade etmişlerdir.

Allah için yeme içme, Allah için çoluk çocuk sahibi olma, Allah için işleme, Allah için başlama… Bunları ardı ardına sıralayın ve çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar. İşte bunların hepsini Allah için yaptığınız, Allah adına hareket ettiğiniz zaman takva dairesine girmiş ve her yaptığınız amelde ibadet sevabı kazanmış olursunuz. Fakat “Hele bir namaz kılayım da görsünler!” “Hele bir konuşayım da nasıl konuşulurmuş öğrensinler!” “Herkesten daha çok vereyim de vermek, civanmertlik nasıl oluyormuş bilsinler!” dediğiniz an pek çok şeyi kaybedersiniz.

İç-Dış Ahengi ve Günah Karşısındaki Tavır

İnsan, dış görünüşüne önem verdiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla da dikkatli yaşamasını bilmelidir. Meselâ, insanın bir yerinde göze batacak bir şey varsa, dikkat çeker diye onu gizler. Yakası kıvrık kalmıştır, pantolonun paçası bozulmuştur; farkına varınca hemen onu düzeltir. Bunun gibi, kalbde bir inhiraf olduğunda, ruhta hedefinden sapma meydana geldiğinde de hemen harekete geçmesi lazımdır. Harekete geçip onun çaresine bakması, onu yoluna koyması gerekir.

Meselâ, göz yoluyla kalbe bir şey gelebilir; kulak veya ağız vesilesiyle kalbe bir şey bulaşabilir. İnsan, görünüşündeki dağınıklık kadar, belki ondan daha fazla, gönül hayatındaki bu tür dağınıklıklara dikkat etmeli ve devamlı hassas yaşamalıdır. Hiç olmayacak şekilde, meselâ konuşurken, ağzından kaçırıverirsin: “Filanca, yüzüme bakarken biraz aval aval baktı.” O şahıs kendisine söylenince bundan rahatsızlık duyacaktır. Hemen arkasından koşup ona yetişerek “Ağzımdan bilmeyerek böyle bir şey çıktı, hakkını helal et.” demek icap eder. Aynen bunun gibi, “Niye hava soğuk?” diye aklından geçti. Hemen arkasından “Estağfirullah ya Rabbi; Senin soğuğuna, sıcağına karışamam!” demelidir.

İnsan, üstüne başına, yakasına paçasına dikkat ettiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla Allah’ın ölçüleri içinde O’nun sevimsiz kabul ettiği şeylere karşı da teyakkuz hâlinde yaşamalıdır. Bazı hassas tipler vardır. Giysisiyle, oturduğu yattığı yeriyle, düzen arayışı içindedirler. Ama ruhî hayatları konusunda o kadar duyarlı değildirler. Bazı insanlar da düzensizdirler; çevreleri, eşyaları karışıktır. Fakat ruhî hayatları itibarıyla fevkalâde bir insandırlar. Bunlar birbirine uymayabilir. Ama bazıları da vardır ki, hem dış görünüşleri itibarıyla hem de iç hayatları, ruhî ve kalbî yönleriyle her zaman hassastırlar, duyarlıdırlar. Herhâlde en iyi insan tipi de odur: İç-dış ahengi mevzuunda fevkalâde hassas ve duyarlı yaşayan, eğri büğrü şey görmek istemeyen insan… Bu çok önemlidir.

İnsana bazen bazı şeyler ağır gelebilir. Fakat aklımızdan geçen şeylerden dolayı bile, marz-ı ilâhîye (Allah’ın rızasına) muvafık değildir korkusuyla, günah işlemiş gibi davranılmalı. Günah dediğimiz şeyin sürekli kendisini hissettirmesi mü’minin kalbinin cilasındandır. Çok parlak bir kalbe bir kere bile kir düşmüşse, aradan elli sene geçse dahi, o kalbin sahibi, o günahı sanki o gün işlemiş gibi duyar. Günaha karşı koymanın en güçlü yolu da budur. Bir kere yapmışsa bir masiyet, onu yeni yapmış gibi vicdanını incitici olarak bulur. “Keşke!” der, “Keşke!…” Bu önemlidir. Siz günahınızı unutursanız, o, öbür tarafta başınıza gâile (dert, felaket) olur. Allah’ın rahmeti unutulmamalı; ama günah da unutulmamalı. O’nun affediciliği unutulmamalı; ama günahın çirkinliği de unutulmamalı. Mü’min, bir kere hata etse, bir ömür boyu onun için gözyaşı döker.

Başkalarını Değil, Kendimizi Sorgulama

Maalesef, insanlarda hâlâ kusur arıyor ve onları kusurlarından dolayı sorguluyoruz. Aslında sorgulanması gereken bizim kendi kusurlarımızdır. Biri gırtlağına kadar çamura batsa; fakat çamur senin sadece topuğuna bulaşsa, karşındakine “Bu kadar çamur da ne?” demeye hakkın yoktur; “Neden ben topuğumu kirlettim?” deyip kendini sorgulaman esastır. Başkasının gırtlağına kadar çamura gömülmesi seni alâkadar etmez. Sadece suizanna girmeden ve gıybet edip çekiştirmeden Allah’ın onu halas eylemesi için dua edebilirsin. Eğer biz, bütün beklentilerden sıyrılıp muradımızı Hakk’ın muradı hâline getirememişsek, daha yapacak çok işimiz var demektir. Öyleyse, kendimizin onca eksiği varken nasıl başkalarının kusuruyla uğraşıp onları sorgulayabiliriz.

Tasavvufta mürîd, bir noktadan sonra murad olur. Yani, ömür boyu hep onu diler, hep onu ister. Onun mürîdidir. Kendi güç ve kuvvetinden teberri edip “Kudreti Sonsuz”un iradesine râm olur. Belli bir noktaya ulaşınca murad hâline gelir. Yani, Hak arzusuyla dopdolu olur, mâsivâya, Allah’tan (cellû celâluhu) başkasına bütün bütün kapanır da onun hoşnutluğundan başka hiçbir isteği kalmaz. Bu hâliyle de Hakk’ın murad ve matmah-ı nazarı, “gözde”si, bahtiyar bir ruh olur. İşte, biz Allah’ın muradı değilsek, o emanetini niçin bize versin ki?

Evet, bu hususta korkmalı, tir tir titremeli; her başarı ve muvaffakiyetten sonra o işe lâyık olup olmadığımız hususunu (liyakatimizi) masaya yatırmalı; çok büyüten bir mercekle tavır ve davranışlarımıza bakmalıyız. “Acaba biz böyle bir ihsân-ı ilâhî ve nimet karşısında şükür ve vefa vazifemizi yerine getirebiliyor muyuz?” duygusuyla kendi eksik ve kusurlarımızı sorgulamalıyız. Muhâsibî, muvakkaten aklından geçenleri, meselâ bir anlık “Şu adam şu kadar iyi olsa.” şeklinde başkalarını kritiğe tâbi tutmayı dahi büyük günah sayıyor ve onun ızdırabıyla yaşıyor; davranış, fiil ya da tavır değil, aklına gelip uğrayan sevimsiz şeyler hakkında bile “Benim aklım temiz olsaydı o kirin ne işi vardı onda!” diyor ve her an kendi muhasebesiyle uğraşıyor. Bizim şiarımız da bu olmalı ve biz sadece, masiva düşüncesinden sıyrılamayan kendi nefsimizi kınayıp onu sorgulamalıyız.

Hatalara Hayat Hakkı Tanımama

Cenâb-ı Hak, bizleri dinine hizmette dâim kılsın. Şu hayat yolunun neresinde bariyerler açılıp “Haydi yolun dışına!” denilecek belli değil. Bir iki dakika içinde, “Sizi dışarıya alıyoruz!” diyebilirler. Allah’a giderken, insanın kalbi O’nunla irtibat içinde, hizmet düşüncesiyle dopdolu olmalı ve hayırlı bir işle meşgulken gitmeli insan. Evet, hayatın bazı anları nuranî geçmemiş, kirli dakikalar da yaşanmış olabilir; fakat daha önce de ifade ettiğimiz gibi netice çok önemlidir.

Hani bazen, şimdilerde de çok konuşulan pişmanlık yasasını değerlendiriyorlar; zindanlık bir insan, “Pişman oldum, iyi bir insan olmaya azm ü cezm ü kast eyledim.” deyince onu pişmanlık yasasına tâbi kılıyorlar. Ahiretle alâkalı mevzularda da böyle bir pişmanlık, affa vesile olabilir; fakat insan elinden geldiği kadar hayatında kirli bir sayfa bulunmamasına dikkat etmelidir. Bunu umumî mânâda kullanıyorum; insan, zihnî, ruhî veya hissî bir kirlenmeye fırsat vermemelidir. Ferdin hayatında, yaşama hakkı en az olan şeyler, hatalar ve günahlar olmalıdır. Kul, tabiatı gereği bazen sürçse ve düşse de hemen kalkıp doğrulmasını bilmeli; sürçme ve düşme sürelerini en aza indirmelidir.

Kul kayıyorsa, bir inhiraf yaşıyorsa o mevzuda yapılması gerekli olan şey, hemen Allah’a yönelme; tevbe-inabe-evbe kulvarına girmedir. Kendisini affedebilecek bir Rabb’i olduğunu bilme, “Yine düştüm, yine sütü devirdim, bir daha yaramazlık yaptım; ama pişmanım ve hacâlet içindeyim!” deme, içine düşülen kötü durumdan hemen uzaklaşmaya çalışma çok önemlidir.

Bu meseleyi çok tekrar etmemi garipsemeyin. Kendi akıbetim hakkında olduğu gibi, kardeşlerimin akıbeti hakkında da korkuyor, ürperiyor ve en hayatî mesele olan ebedî saadeti yakalama mevzuunda birbirimizi teyakkuza davet etmenin gereğine inanıyorum. Hafizanallah, hiç kimsenin, meselâ, birine bağırıp çağırırken, kin duyarken, kalben biraz kirlenmişken ölüme yürümesini arzu etmiyorum.

Belki Allah’ın hususî bir iltifatı vardır O’nun yolunda başkalarından farklı gayret gösterenlere. Bunu da Üstad, Kur’ân talebelerinin imanla kabre girecekleri şeklinde müjdeliyor. Diyor ki, herkes birbiri hakkında duacı olduğundan dua külliyet kesbediyor. Kur’ân dairesindekiler sadece tek bir şahıs olarak dua etmiyor, milyonlar ağızlar şeklinde duaya duruyorlar.13 إِخْوَانَنَا وَأَخَوَاتِنَا “Kardeşlerimiz, bacılarımız…” deyince, ne seviyede olursa olsun, işin tam altına girmişlerin yanında, Kur’ân hizmetinin kenarından köşesinden tutmuş, “Sadece duayla bile olsa benim de payım bulunsun.” diyen her insan, o sözün içine girer.

Bir ikinci mesele de, asrın Kur’ân tefsirinin verdiği ders-i mârifetle iman-ı billah, insanın latîfelerine öyle siniyor ve işliyor ki; inşaallah o eserlerle meşgul olanlara şeytanın eli ulaşamaz. Fakat o noktada mıyız, orada duruyor muyuz, duruşumuzun hakkını verebiliyor muyuz? İşte bunlar endişe verici şeyler. Bu iş samimiyet ister, vefa ister, sadâkat ister ve ihlâs, illâ ihlâs ister.

Hastalıklı hâlinde insan bunları daha derinden hissediyor. Hissetmeli de aslında. Paniğe, ölüm endişesine kapılacağına, nasıl olsa yolculuk bir vak’a ve önü alınmıyor o daracık hayat koridorunu veya hendeğini atlarken o atlama işini çok iyi değerlendirmeli. Bütün benliği ile Allah’a bağlanmalı ve böylece öbür tarafta temiz bir yere düşmeli.

Dışarının Dejenerasyonuna Karşı

Toplu ve beraber olmada rahmet, firkatte (ayrılıkta) ise nikmet (bela ve afet) vardır. Öyleyse, ayrı ve yalnız kalmamak lazımdır. Ayrı durma, öldürücü ve tehlikelidir. Her huzurun bir insibağı olduğu gibi, bir araya gelme de bir insibağ hâsıl eder. Ayrıca, bir yerde kalınırken ya da bir yere gidilirken elden geldiğince bizi kontrol edecek birisiyle beraber olmak; yalnız kalmamak, yalnız gitmemek, yalnız dolaşmamak gerekir.

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yalnız, şeytandır.”14 sözünü dar anlamamalı. “Tek başına bir yerde yatıp kalkmadan yalnız dolaşmaya kadar, hemen her hâlükarda o teklik içinde bir şeytanlık vardır.” şeklinde geniş yorumlamalı. Evet, yalnızlık içinde bir şeytanlık vardır. Allah Resûlü, bunu bir mânâda iki kişi için de söylüyor. Çünkü ihtimal hesaplarına göre iki kişi bazı şerleri işleme hususunda mutabakat sağlayabilir. Mümkünse hep üç kişi olmak gerekir. Üç kişinin şer üzere birleşmesi ve birdenbire dejenerasyona maruz kalması çok düşük bir ihtimaldir.

Zihin ve düşünce dağarcığımızda sürekli bir şeyler bulundurmak lazım. Meselâ, bir yere gidiliyorken, evvela, yapılacak bir iş için oraya gidiliyor olmalı. Yol boyunca yapılacak o vazife düşünülmeli. Yola çıkmadan önce de Rabbimize teveccüh ederek iç donanımımızı gözden geçirmeli, çok dua ve istiğfar etmeli. “Ya Rabbi, bin defa kaymaya istihkak kesbetsem de Sen beni kaydırma! Eskilerin dediği gibi ‘Elimden ayağımdan, gözümden kulağımdan, dilimden dudağımdan kötü bir şeyin sâdır olmasına meydan verme!’ ” deyip O’nun sıyanetine sığınmalı.

Kontrollü durmak, günahlar karşısında kendini salmamak ve lâubalîliklere karşı kapalı kalmak lazım. Hatta içimizdeki inşirahları bile zevk-i ruhânî havası içinde karşılayarak onlarla sevinme yerine, “Ya Rabbi! Ben Sana karşı hakkıyla kulluk yapamadım ki içimde böyle bir esinti olsun. Yoksa bu hâl şeytandan mı?” diyerek ondan dolayı dahi istiğfar etmeli.

Bize ait hiçbir güzelliğe güvenmemek esastır. Dünyada havf (korku) içinde yaşayanlar, ahirette emniyet içinde olurlar. Cenâb-ı Allah, bir kutsî hadiste “Havf ve emniyeti cemetmem, bir arada vermem.”15 buyuruyor. Yani, burada ahireti hesabına korku içinde yaşayanlar, orada emniyet içinde olacak. Dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar ise orada korku yaşayacaklar. Şâzilî’den İmam Gazzâlî’ye, ondan Üstad Bediüzzaman’a kadar pek çok Hak dostu “hayatta iken havf kapısını ardına kadar açık bırakmak ve ölüm zamanı da recâya yapışmak” gerektiğini söylerler. Kat’iyen emniyet duymamak, ahiret adına güvende olduğu zannına kapılmamak lazım.

Her ne kadar Kur’ân talebeleri, birbirleri hakkında küllî dua etmelerinden, iman-ı tahkikî açısından latîfelerini nûrefşân hâle getirmelerinden ve şeytanın elinin ulaşamayacağı yerlere kadar kalblerine imanın sirayetinden ötürü inşaallah kabre imanla gireceklerine dair bir müjde alsalar bile, bir Kur’ân talebesi asla akıbetinden emin yaşamamalıdır. Bu hususla alâkalı terhîb ve tergîb (sakındırma ve teşvik etme) makamlarında söylenen sözleri, sırat-ı müstakîm adına söylenmiş genel ifadelerle karıştırmamak gerekir. Meselâ, Allah Resûlü’nün terhîb için “Konuştuğunda yalan söyleyen, verdiği sözde durmayan ve emanete ihanet eden halis münafıktır.”16 buyurmasıyla, tergîb ifade eden “La ilâhe illallah, diyen Cennet’e girer!”17 müjdesini, sebeb-i vürûdlarını dikkate alarak değerlendirmek, bunları umumî kaidelerle karıştırmamak icap eder.

Şeytan

Allah Teâlâ, şeytanın şerrinden hepimizi muhafaza buyursun. Günde bin defa رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, onların başıma üşüşmelerinden Sana sığınırım!”18 desek yine de az söylemiş oluruz. Çünkü şeytan çok hile ve oyun biliyor. Hiç kimse onun oynadığı satrançta onunla başa çıkamaz; fakat Allah’ın inayeti olursa şeytanın eli kolu bağlanır. Zira, o sadece, insanların gönlüne vesvese tohumları atar; şerre sebebiyet verir. Ama işin hâlıkı, yaratıcısı o değildir. Hayrı da şerri de, nuru da karanlığı da yaratan Allah’tır.

Şeytana bir iş izafe etmek, onun hakkında “…yaptı, …etti” demek, onun bir şeyler becerdiğini söylemek ve ondan bahsedip üzerinde durmak tehlikeli olabilir. Bu durumda şeytan, bir hadis-i şerifte işaret buyrulduğu gibi şişer, kabarır. Esas olan, Allah’a itimat ve güvenimizin ifadesi olarak, Allah’ın sonsuz havl ve kuvveti karşısında şeytanın tesirsizliğini; salih kullara hiçbir zarar veremeyeceğini düşünmek ve ona karşı sağlam durmaktır. Yani, bir bizim tavrımız açısından, bir de onun yaratılış hikmeti, misyonu açısından meseleye bakmak lazımdır.

Bir zamanlar Sızıntı dergisinde bir acûze-i şemtâ (elden ayaktan kesilmiş yaşlı kadın) resmi yayınlanmıştı. O resimdeki, bir insandan daha çok kurgu filmlerdeki gulyabânilere benziyordu. Resmin üzerinde şu ifadeler vardı: “O şimdiye kadar hiçbir zaman asıl hüviyetiyle kimsenin karşısına çıkmadı. İnsanlık onu hep değişik maskelerle ve başka başka şekillerde gördü. Şimdi ise çeşitli doktrinleri kullanarak bütün beşeri içine alabilecek en korkunç oyununu oynamak istiyor. İnsanla başlayan Mefisto-Faust oyunu henüz bitmiş değildir.”

Evet, Goethe de Faust’un sonunda “Bu hikâye bitmemiş; Faust mu galip, Mefisto mu galip belli değil?” der. Faust toy bir delikanlıdır. Kendi ömrünü yaşayan bir varlık… Şeytan ise bütün insanlığın ömrünü yaşayan bir ucûbe… Siz o resmi ya da benzerlerini görmüşseniz, şeytan denince zihninizde o şekil canlanabilir; fakat şeytan zihninizdeki şekilden çok farklıdır.

O, farklı farklı fettânlar (gönül alıcılar, fitneciler) şeklinde insanların karşısına çıkar. Kimi zaman bohemliği kullanır, beşerin hayvanî hislerini gıdıklar. Bazen insanları yutan bir canavar gibi: bazen de onların beyinlerini okuyan, değişik elektrik şerareleri göndererek muvazenelerinde olumsuz tesirler icra etmeye çalışan, gelip beyin guddelerine oturarak vesvese veren, orada –psikiyatristlerin dediği gibi– değişik hormonlar üreten ve böylece hasımlarına korkulu rüyalar gösteren bir büyücü gibi olur.

Beşer hayatından metafiziğe ait mülâhazalar silinince her şeyi fizikle açıklama hastalığı zuhur etti. Dolayısıyla da günümüz insanı bir düalizme girdi. Dine, dinî esaslara inanan, bütün fizikî dünyaya metafiziğin hâkim olduğunu kabul edenlerin zihinlerinde bile her şeyi fizikle açıklama hastalığı baş gösterdi. Günümüzdeki korkunç pozitivist mülâhazanın, insanların kafalarındaki akide intizamını şöyle böyle bozan bir kısım tesirleri oldu. Oldu ve hemen herkesin kalbine metafiziğe dair şüpheler attı. Bugün neredeyse herkesin şüphesi vardır. O şüphe de ancak kendini ibadete vermekle çözülebilir. Çünkü din, “tasdîkun bi’l-kalb, ikrarun bi’l-lisan ve a’mâlün bi’l-erkân”dan, yani; doğruluğunu kalb ile kabul etme, bu kabulü dil ile açıkça söyleme ve sonra da bu kabul ve itirafı davranışlarla bütünleştirmeden ibarettir.

İnsan çokça ibadet etmeli, ibadet onun tabiatının bir yanı hâline gelmelidir. Kant, “Nazarî akılla Allah bilinemez.” diyor; Yaratıcı’nın ancak amelî akılla bilinebileceğini söylüyor. Bergson da, kendine göre, vicdanı ve entüisyonu (sezgiyi) ön plana çıkarıyor. Bir mânâda, her şeyin vicdanla, sezgiyle bilineceğini ifade ediyor. Evet, insan delillerle kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle, hiçbir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması lazımdır. O da daha işin başında gönlü şeytana değil, Allah’a satmakla olacaktır. Gönlünü Allah’a satarak; “Al bunu, bu Senin otağın, tahtını kur oraya.” diyerek.

“Dil beyt-i Hüdâ’dır, ânı pak eyle sivâdan/Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde.” diyen İbrahim Hakkı Hazretlerine kulak vererek alnı seccadeye koyup, “Kalbimi Senden başka her şeyden temizle, beni daire-i ulûhiyetine iltisaka (kavuşmaya) muvaffak eyle!” demeli; yirmi sene, otuz sene bu şekilde yalvarmalıyız. İnsan ancak böyle bir cehd neticesinde hakka’l-yakîne ulaşır ki, o yaşana yaşana duyulup erilecek bir hedeftir ve o hedefe ulaşanların karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da Allah’ın izniyle onlara bir zarar veremez.

Pozitivizm, nazarî bilginin fendini bozabilir; fakat amelî bilgiye ilişemez. Onun için avam, bir şeyler bilenlere göre daha avantajlıdır; onlar sâfiyâne inanırlar. Ekseriyetle, okuyan, kitap karıştıranların kafalarında bin türlü delik açılmıştır. Eğer onlar, aklî meselelerle meşgul oldukları gibi gönüllerini de ihmal etmez ve kalblerini işletirlerse o deliklerden dökülmezler. Yoksa fennin, felsefenin açtığı yırtıklardan düşüverirler.

İşte bu sebeple, çok eski yıllardan bu yana içimde besleyip büyüttüğüm ve şahit olduğum hâdiselerle doğruluğuna iyice inandığım bir mülâhazam vardır: Eğer felsefe okutulacaksa, onun yanında mutlaka tasavvuf da okutulmalıdır ve o tasavvuf dersini, o alanda iyi yetişmiş, meseleleri bildiği gibi aynı zamanda mâlumatıyla amel eden, anlattıklarını yaşayan bir hoca vermelidir. En az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ileriye götürülmesi ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa, insanların imanı, zayıf bir lehimle tutturulmuş olur. O da, nâmüsait şartlar altında birdenbire eriyiverir, kırılır gider.

“Neden bu iş bu kadar ince?” sorusu akla gelebilir. Çünkü “sırr-ı teklif”in olduğu bir imtihan dünyasındayız. Sa’y ve gayret olmadan bu imtihan verilemez. Küfür ile iman arasında ince bir perde vardır. Sıkı durulmazsa, yanlış bir fikrî hareketle perdenin öbür tarafına düşme tâli’sizliği her zaman muhtemeldir.

Öyleyse kulluk vazifesine sıkı sıkı yapışmak ve Allah’a sığınmak lazımdır. Gönlümüzde zaman zaman hâsıl olan vesveselere karşı sürekli tetikte olmak, bazı meseleler karşısında kendi idrak ve anlayış yetersizliğimizi kabullenmek ve bazen de şöyle düşünmek gereklidir: “Allah karşısında el bağlayıp Kâbe’ye doğru durdum. Ben bir halkaya dahilim. Benim önümde halka şeklinde bir saf daha var. Onun önünde bir başka halka, onun önünde de binlerce halka… Kâbe’de namaz kılıyor gibi, milyonlarca insan Kâbe’ye teveccüh etmiş namaz kılıyor. Bunların içinde ne dâhiler, ne dimağ ve gönül insanları vardır. Allah’a tereddütsüz teveccüh ediyorlar. A be ahmak, sadece sen misin akıldan, delilden, ilim ve fenden anlayan!”

Gıybet

Bir insan hakkında söylenen, “Aval aval yüzüme baktı” demek kadar da olsa, duyduğu zaman muhatabının hoşuna gitmeyecek her söz gıybettir ve haramdır. Yalan söylemek, zina etmek, hırsızlık yapmak ve namazı terk etmek gibi haramdır. Fakat ne tuhaf ve acıdır ki, bazı insanlar “…dine ve millete hizmet” diyor; “…Burada bulunayım, bu arkadaşlarla oturup kalkayım da sevap kazanayım” diye düşünüyor; ama böyle çirkin bir günaha girmekten kendini korumuyor. Aslında bu tavır, dinin bir yanını kabul edip gereğini yapma; diğer bir yanını ise arkaya atma demektir. Kur’ân-ı Kerim, iman kalbinde oturaklaşmamış bazı insanlardan bahsederken “Bazısına inanıyor, bazısına inanmıyorlar.”19 demekte; onların dinin bir kısım emirlerini uygulayıp, diğer bir kısmını görmezlikten gelmelerini tenkit etmektedir.

Diğer taraftan, bizzat bizim vazifemiz değilse, başkalarının eksik ve hatalarını görmeye, onları dile dolayıp vazgeçirme tembihlerine girmeye hakkımız yoktur. Meselâ, arkadaşlardan bazıları hasır ve kilimleri evlerinden toplayıp yerine lüks halılar sermiş olabilirler. Bazıları tahta kanepelerini atıp lüks koltuklar almış olabilirler. Aslında, bizim seviyemizde bir hayat sürenler için bunların hiçbiri haram değildir. Yani, halı sermek de, koltuk koymak da haram değildir. Hasırın üzerinde yatıp kalkma, başını bir tahtaya koyup uyuma, bir çeşit zühd olabilir. Hatta o insanın tabiatından kaynaklanmıyorsa, el âleme caka yapmaya ve riyaya sebep oluyorsa, o şahıs hakkında çok tehlikeli bir şey de olabilir. Şimdi hiç kimse kalkıp da “Ooo hocam! Sizin dediğiniz o insanlar eskide kaldı, o çamlar çoktan bardak oldu. Eskiden millet hasırlarda oturuyordu; şimdi kanepelerde, halılarda oturuyor!” falan diyemez. Hasırı, kanepeyi halı ve koltukla değiştiren adamın yaptığı iş haram değildir; fakat diğerinin yaptığı bu tenkit ve gıybet kat’î haramdır. Bu mesele karşısında “Artık halılarda oturuyor, kanepeleri de değiştirdi; o tefessüh etti!” demek gıybettir ve kat’iyen haramdır.

Bir insanın iki üç kat elbisesi olabilir. İhtiyaç harici eşya bir yönüyle israftır, bir yönüyle de değildir. Biz o insanın niyetini bilemeyiz ki; maslahatı icabı, her dışarı çıkışında farklı bir elbise giymeyi düşünüyordur belki. Belki “Benim şahsımda din-i mübîn-i İslâm’ı görüyorlar; dinimi iyi temsil etmem için bugünün anlayışına göre şık olmam da gerekli.” diyordur. Yani, belli mülâhazaları vardır eda ettiği vazife adına. İşte gardırobu kat kat elbiseyle dolu olan insanın o hâli haram değildir; belki, küçük bir israftır. İsraf bile kendi içinde aynı seviyede değildir, farklı farklıdır. Onun bu hâline kat’î olarak “Haramdır” diyemeyiz; fakat başka birinin “gırtlağına kadar israf içinde yaşayan adam” şeklinde onu kınamasının kat’î haram olduğunda şüphe yoktur.

Müttakîler dairesi saydığımız hizmet insanlarının her zaman içtikleri kevser, kokladıkları kâfur olması lazım gelirken, onlar da bazen çok çirkin düşünceler içine girebiliyorlar ve kevser içeceklerine zakkum yiyorlar hiç farkına varmadan. Oysaki, oturup kalkıp kâfur koklamalı, kevser yudumlamalı ve Cennetlikler gibi yaşamalı… Kimseyi; ama hiç kimseyi çekiştirmemeli. Biri bize elli defa kötülük yapsa, onun kötülük yapması, bizim de kötülükle mukabelede bulunmamızı meşrû kılmaz. Kötülük, zatında kötüdür. Biz maruz kalsak da kötüdür, kalmasak da. Bediüzzaman, “mukâbele-i bi’l-misil” için “kâide-i zalimâne” demiştir;20 kötülüğe kötülükle karşılık vermek, zalimce bir tavır sergilemektir.

Dinin mehâsin-i ahlâk ile mütehallik olma ve mesâvî-i ahlâktan ictinab etme ile ilgili emirleri tatbik edilse; kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma, en kötü insanlarla bile iyi geçinmesini bilme, kobralara insanca yaşama âdâb ve erkânını öğretme, akreplere insanları ısırma usulünü unutturma yolu bulunmuş olacak ve vifak ve ittifak tam sağlanacaktır. Bugün insan en vahşî hayvanları dahi terbiye edebilmektedir. Oysa terbiyeye en müsait varlık âdemoğludur. Problemler karşısında her fert, kendini gözden geçirse ve başkasından hatasını anlayıp dönmesini bekleyeceğine kendisi örnek bir davranış sergileyip meselenin halline çalışsa, problem yarı yarıya azalmış hatta çözülmüş olacaktır.

Hakikî Müslümanlık anlaşılıp ciddiyetle yaşandığı zaman, herhangi bir problem olacağına inanmıyorum. Müslümanlar fert fert, ağızlarına, göz ve kulaklarına giren her şeye parola sorduğu zaman, hiçbir içtimaî problem kalmayacaktır. Allah (celle celâluhu) vifak ve ittifakı nasip edecektir, yeter ki her bir mü’min “Cennet’e girmek istersen incitme cânı!” sözüne uygun yaşasın.

Gizli Şirk

Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretlerinin Tenbîhü’l-Gafilîn’in ihlâs bahsinde naklettiği, Ahmed İbn Hanbel Hazretlerinin Müsned’inde geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: “Allah Resûlü, ‘Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir. (اَلشِّرْكُ الْأَصْغَرُ)’ deyince sahabe efendilerimiz ‘Küçük şirk nedir?’ dediler. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ‘Riya’ karşılığını verdiler.”21 Bir rivayette de اَلشِّرْكُ الْأَصْغَرُ yerine اَلشِّرْكُ الْخَفِيُّ (gizli şirk) ifadesi vardır. Nedir Allah’a gizli gizli eş-ortak koşmak? Küçük dahi olsa, gösteriş yapmaktır. Kendini ihsas etme, iradî olarak kendini sergilemedir.

Eğer namazda bazı duygular iradeyi aşkın gelirse ve insan bu sebeple değişik sesler çıkarırsa mazur olabilir. Meselâ, bir kul namaza öyle konsantre olmuştur ki, Allah’ın dizlerine başını koyuyormuş gibi hisseder kendini. Cenâb-ı Hak diz, baş ve ayaktan münezzeh ve mukaddestir; ama Recaizâde’nin dediği gibi “Allahım nerede ayakların!” ifadesi bir duyuşun ve sezişin seslendirilmesidir. İşte kul, o derece yoğun his ve ihsasların içindeyken boğazı yırtılacak kadar yüksek sesle “Allah!” dese de mazurdur. Zira, o durumdaki bir insan ne yaptığının, ne dediğinin farkında değildir. Ona yaptığını haber verseniz, “Ben öyle bir şeyin farkında değilim, hatırlamıyorum!” diyecektir. Meselenin temeli de budur. Böyle bir durumda değilken, ibadete dıştan, iradî bir şey karıştırmaya kimsenin hakkı yoktur. O, telvis etme, saf ve dupduru bir işi bulandırma olur.

Fakat önemli bir nokta daha vardır ki; o da, biz bir başkasında ne görürsek görelim onun hakkında “Riya yapıyor.” diyemeyiz. Elimizde riya yapıp yapmadığını ortaya çıkarabilecek belli bir mihenk taşı yoktur. “Allah’la irtibatlı mı söylüyor; iradî mi, gayr-i iradî mi? Aşk ve heyecanını mı seslendiriyor; yoksa kendisini ifade etmek, etrafa duyurmak için mi bağırıyor? Kur’ân okuyor; ama acaba kendini ihsas maksadına matuf mu okuyor, Allah rızası için mi?” şeklinde başkalarını sorgulamaya hakkımız yoktur. El âlem etrafımızda değişik değişik sesler çıkarabilir, bu bizi rahatsız da edebilir; fakat onlar hakkında suizanna hakkımız yoktur. O kapı kapalıdır bizim için. İhtimal biz anlamasak da o insan çok farklı şeyler anlıyor ve dolayısıyla da bu sesler onun vicdanından kopup geliyor, gırtlağına çarpıyor, ses tellerine dokunuyor ve ses tellerine dokununca da bir udun, bir kemanın ses verdiği gibi ses veriyordur. Başkaları hakkında böyle düşünürüz. Kendimize ise sert ve katı davranır; çok küçük bir kaçamak, bir sızıntı bile olsa affetmeyiz onu.

Evet, bu iki şeyi birbirine karıştırmamalı, yanlış anlamaya girmemeli. Zikirde, fikirde öyle olduğu gibi, diğer tavır ve davranışlarda da başkaları için hep olumlu ve müspet düşünmek, hüsnüzan etmek; kendimiz hakkında ise mülâhaza dairesini daima açık bırakmak, “Acaba yine bir tuzak mı var nefsimde?” demek…

Hastalığıma ve halsizliğime rağmen, Cenâb-ı Hakk’ı anma gibi önemli bir mevzu hatırına, zorla da olsa bu kadarcık bir şey söyledim. Evet, zikir, Cenâb-ı Hakk’ın gizli açık nimetleri karşısında O’nu ins-cin herkese ilan etmenin unvanıdır ve inananlar için havadan, sudan daha önemlidir. Hem o kadar önemlidir ki, bu ilan kesildiği an, yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmet-i vücudu kalmaz. Bundan dolayı, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) yeryüzünde “Allah! Allah!” diyenlerin kalmayışını kıyametin kopmasının bir habercisi saymıştır.

Müspetin Peşinde Olma

Mü’minler alabildiğine derin olmalı, yoksa hayat-ı içtimâiyenin içinde zedelenebilir, yara alabilirler; düşüncelerinde, duygularında çatlamalar ve kırılmalar yaşayabilirler. Dinî duygular açısından çok sağlam olmalıyız. İşlediğimiz küçük-büyük günahlardan dolayı odamıza çekilip gözyaşı dökmüyorsak, kalb hayatımız adına çok şey kaybetmişiz; hatalarımızın ezikliğini günler, aylar ve hatta yıllarca yaşamıyorsak, ruhumuz mukavemetini yitirmiş demektir.

Vücudun sıhhat emarelerinden bir tanesi, değişik virüsler, mikroplar karşısında hararetinin yükselmesidir. Vücudun böyle bir mukavemet göstergesi yoksa, durumu çok vahimdir. Bu, artık onda bir çırpınma, bir helecan kuvvetinin dahi kalmadığını gösterir. Aynen öyle de, şayet yapılan mâsiyetlere karşı bir iç tepki yoksa, vicdan, günaha “Hayır!” demiyorsa ruh ölmüş demektir. Onun için bir taraftan ruhumuzu öldürmeden olumsuzluklara karşı tepki gösterecek kadar kararlılık sergilemeli, diğer taraftan da gözlerimizi daha ötelere çevirerek devamlı terakkî peşinde olmalıyız.

1 Bakara sûresi, 2/152.

2 Muhammed sûresi, 47/7.

3 Bediüzzaman, Sözler s.320 (Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Altıncı Lem’a).

4 Bakara sûresi, 2/207; Tevbe sûresi, 9/111.

5 Âl-i İmrân sûresi, 3/8.

6 Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn Mâce, dua 2.

7 Müslim, kader 17; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.137

8 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/231; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 4/171.

9 Müslim, birr 139; Ebû Dâvûd; edeb 77; Muvatta, kelâm 2.

10 Bediüzzaman, Sözler s.709 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, İkinci Mebhas, Dokuzuncu İşaret); Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam, Onbirinci Kelime).

11 Bediüzzaman, Sözler s.584 (Otuzuncu Söz, Birinci Maksat).

12 Buhârî, isti’zân 49; Müslim, eşribe 100.

13 Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası s.68, 69.

14 Tirmizî, cihâd 4; Ebû Dâvûd, cihâd 86.

15 İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/270, 5/189, 6/98.

16 Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.

17 Tirmizî, îmân 17

18 Mü’minûn sûresi, 23/97-98.

19 Nisa sûresi, 4/150.

20 Bediüzzaman, Şualar s.283 (On İkinci Şua, Bu Defaki Küçük Müdafaatımda Demiştim).

21 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 4/253.

-+=
Scroll to Top