Nefis ve Vicdan Mekanizması

Sâlih Amellere Güvenmeme

Cennet’e girme, doğrudan doğruya Allah’ın elinde olan bir şeydir. Hiç kimse amelleriyle Cennet’e giremez; giremez, çünkü Cennet’e sadece Allah’ın fazlı ve rahmeti ile girilir. Kur’ân’da vaad-i ilâhî var, zerre miktar hayırlı amel yapan onun karşılığını alır. Evet, Cehennem’e girse bile görür onun karşılığını. Bu noktada zerre kadar dahi olsa imanın çok önemli yeri vardır. Zira onsuz Cennet’e girme zordur. Yalnız, onun sâlih amelle geliştirilmesi gerekir.

Bu arada bazen büyük gibi gördüğümüz ibadetlerin içine karıştırdığımız küçük şeyler, onları büyük olmaktan çıkarır; hatta ahirette başımıza bela eder. Meselâ bir kişi, gayet sığ, gevşek, lâubalî şekilde namaz kılar; kılar, ama yorgunluğuyla kalır. Hayır işlerinde kullanılsın diye maddî imkânlarını akıtır; akıtır, ama gayesi başkalarının kendisi hakkında “Bak, ne cömert insan!” demeleridir. Onlardan alkış ve takdir bekler. Hâlbuki bu, insan için Cehennem’e giden yolu kolaylaştırır.

Bu sebeple imanı duygu, düşünce, heyecan açısından sürekli canlı tutmaya bakmalıdır. Dini semadan yeni inmiş gibi, sahabenin içinde yeni yaşanıyormuş gibi, hep yepyeni bulma gayreti içinde olunmalıdır. Hayallerini bile fısk u fücura kapalı tutabilenler, hep böylesine yeni kalmasını becerebilenlerdir. Bunlardır, Efendimiz’in huzurundaki insibağa mazhar olanlar. Bunlardır, rüyalarında dahi olsa O’nun nazarına, teveccühüne muhatap olma arayışı içinde olanlar.

Günümüzde Müslümanların çok büyük bir avantajı var aslında, eğer değerlendirebilirlerse. Hiçbirimiz Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmedik, Kur’ân’ın gökten inişine şahit olmadık; ama sanki görmüş, sanki şahit olmuş gibi inanıyoruz. İşte bu öylesine büyük bir avantajdır ki, eğer iyi değerlendirebilirsek “İnsanlığın İftihar Tablosu”nun buyurduğu ahir zamanda dine sahip çıkacak “kardeşler” arasında olabiliriz. Müslümanlık adına gurbetin yaşandığı günümüzde bundan daha büyük müjde mi olur?

Süreklilik

Amelî hayatımızda önemli olan her işi Allah görüyor gibi ve hiç ara vermeden, kusursuz ve arızasız yapmadır. İman işin nazarî yanıdır ve nazarî iman, insanı bir yere kadar götürür. Bir insan kırk sabah namazını cemaatle kılarsa, Allah’ın onun kalbinde bir çerağ tutuşturacağını söyler tasavvuf erbabı; ama bu neticeyi elde etmek nazarî imanla değil, amelî imanla olur. Daha da önemlisi o amelî imanın “Allah görüyor” mülâhazasına bağlı olarak yerine getirilmesiyle olur.

Allah’a yönelmenin, yönelebilmenin, daimî huzurda olduğunu hissetmenin elbette çeşitleri ve dereceleri vardır. Bunların en büyüğü, sebepleri hiç nazara almadan, sebepler üstü bir teveccühle Allah’a yönelebilmektir. Bizler o ufka ulaşabilmenin sırlı anahtarını ne yapıp edip elde etmeliyiz, onu elde edebilmek için de ısrarlı olmalıyız. Bunun en kestirme yollarından biri namazlarımızı tadil-i erkânla, hakkını vererek kılmak ve arkasından kâmil mânâda tesbihatımızı yapıp elleri Rabb’e kaldırmaktır.

Yalnız burada niyetin çok önemli bir yeri vardır. Spor yapma amacıyla kılınan namazda “spor yapma” bir niyettir; ama bu niyet, namazı namaz olmaktan çıkarır; niyetteki gibi gerçekten spor yapar. Kahraman desinler, beni görsün ve alkışlasınlar diye yapılan amellerde bunlar niyettir; ama insan böyle bir niyetle Cehennem’e yuvarlanır. Gördüğünüz gibi kendini bir hiç bilme, sıfırlayabilme, her şeyi Cenâb-ı Hakk’a verme, sürekli mücadele istiyor. Evet, O’nun lütufları sağanak sağanak üzerimize yağıyor. Önemli olan bu lütuf ve ihsanları âriye görmek, emanetçi olduğunun şuurunda bulunabilmek ve her şeyi asıl sahibine verebilmektir.

Ayrıca, O’nun vaz’ettiği kurallara bağlılık ve teslimiyetin de ayrı bir yeri vardır. Bir insan çok koşturur ve çok yorulur; ama O’nun için değilse, O’nun koyduğu sınırlar içinde değilse, bütün koşuşturmalar ve uykusuz kalmalar bir yorgunluktan ibaret kalır. Her şeyi en iyi “Yaratan” bilir. “Yaratan”ın emirlerine riayet etmeli ki, bir yere varılabilsin.

Karizma

Peygamberlere karizmatik şahsiyetler demek ve peygamberlik hakikatini de karizma ile izah etmeye çalışmak doğru olmadığı gibi caiz de değildir. Hatta peygamberlere bazılarının söylediği gibi dâhi demek de aynı ölçüde yanlıştır. Karizmatik olmalarıyla bilinen şahsiyetler şahsî becerileri ile çok büyük işlere imza atabilir, insanları etrafında toplayabilir, tarihin akışının değişmesinde rol oynayabilirler; ama bunların büyük çoğunluğunun, hatta diyebilirim hemen hepsinin, peygamberliğin önemli bir buudunu, hatta ana esasını teşkil eden Cenâb-ı Hak ile müeyyed olma, Allah’la münasebet içinde olma hususiyetleri yoktur.

Peygamberler, şahsî becerilerine, sıra dışı özellik ve hususiyetlerine –isterseniz buna karizmatik özellikler diyebilirsiniz– bağlı olarak hayatlarını sürdürmemişlerdir. Evet, onlar sevk ve idarede veya hayatın diğer alanlarındaki çalışmalarında ferdî becerilerine, şahsî istek ve arzularına veya kararlarına göre değil, Allah’ın yönlendirmesine göre hareket etmişlerdir.

İslâm adına konuşacak olursak, “İnsanlığın İftihar Tablosu” böyle olduğu gibi, O’nun raşid halifeleri de karizmadan ziyade Kur’ân ve sünnetin yönlendiriciliği içinde hayatlarını sürdürmüşler. On beş asırdır, devlet idaresinden ailevî hayata kadar İslâm dünyasının esas aldığı bütün düzenlemeleri, Kur’ân ve sünnetin rehberliğinde ortaya koymuşlardır. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin halk tarafından tutulup desteklenmesinde, onların şahsî faikiyetlerinde, üstünlüklerinde, âdeta insanüstü varlık olmaları değil, İslâmî esaslara uymaları rol oynamıştır. Bu yüzdendir ki, hemen hepsinin hayatında, idare ettikleri insanlar tarafından sorgulanmaları söz konusu olmuştur. Hâlbuki biz bugün karizmatik özellikleri ile bir yerlerde bulunan insanların sorgulanmalarına şahit olmamışızdır.

Evet, sıra dışı ve insanüstü özellikler dinin emrine girdiği zaman bir değer ifade eder. Karizmalar dinin emrine verildiği zaman yararlı hâle gelir. Bu yüzden din terbiyesine girmemiş, Kur’ân’ın emrine verilmemiş, sünnetin mihenkleri ile yönlendirilmemiş karizmalar çok defa zararlı olabilirler; nitekim olmuşturlar da. Çünkü bu tip insanlar, genellikle, yerine göre hem egoist hem de egosantrik olurlar; hatta bazıları paranoyak dahi olabilirler.

Bu “paranoyak” kelimesi bana aynı mevzu etrafında ele alınabilecek başka şeyler hatırlattı. Bana öyle geliyor ki, tasavvuf başta olmak üzere, dinin diğer alanlarında az dahi olsa insanlara bir şeyler anlatan, onlara önderlik yapan kişiler paranoya ve şizofreni tehlikesine açık tiplerdir. Az veya çok, ama bu kapı onlar için sürekli açıktır. Evet, bu insanlar nazarî bilgilerle değil, Üstad’ın birkaç yerde ifade ettiği gibi, entüisyonist bir mülâhazayla doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak ile bir münasebet içinde bulunabilirler. Bu fevkalâdelik, İslâm hamuru ile yoğrulur, Kur’ân ve sünnetin terbiyesinden geçerse hakikaten kelimenin tam anlamıyla fevkalâde bir şeydir. Ama böyle bir terbiyeye girmezlerse büyük ölçüde paranoya söz konusudur onlar için. Gerçi bu büyük bir iddia, psikologların ve psikiyatristlerin alanı; ama gerek teorik bilgilerim, gerekse altmış küsur yıllık hayatımdaki müşâhedelerim bana bunu söyletiyor.

Evet, tarih boyunca kitle hareketlerinde, tâbi olduğu nehrin içinde damla veya çağlayan hâlinde akarken kendisine tayfa, takım oluşturmak isteyen insanlar olmuştur. Paranoyak tiplerdir bunlar bana göre. Bunlar çok güzel konuşabilirler, kalemleri de olabilir. İş idaresi adına beceriklidirler. Güzel projeler üretirler. Rüya, ihsas ve ihtisas gibi şeyleri kendilerine lütfedilmiş ilham gibi algılarlar. “Min indillah müeyyed” zannederler kendilerini, öyle bir vehme kapılırlar. Tatlı su içinde tuzluluğunu sürekli muhafaza etmeye çalışırlar. Yani, tâbi bulundukları cereyan içinde şahsî özelliklerini korumaya özen gösterirler. Büyük ölçüde her şeyi kendi mevcudiyetlerine bağlarlar; ama iyi bir uzmanın psikanalizinden geçtikleri zaman bunların birer deli olduğu ortaya çıkar. Doktorların yanında bunları söylemek bana göre biraz fazla; fakat benim de özel müşâhedelerim, elli senedir izlediğim insanlar ve onların davranışlarının bütününden edindiğim mülâhazalarım var.

Bu açıdan bakınca düşünme, yazma, konuşma, sevk ve idare becerileri sanki insanın aleyhinde gibi. İşte böyle bir risk kavşağında Allah’a samimi biçimde teslim olmak icap eder. Bu teslimiyet gerçekleşirse bunların hepsi hayra inkılâb eder. “Hayır! Benim gibi bir adamın yanında ne işiniz var? Benimle ne mesele görüşeceksiniz ki? Gidin, bu meseleleri benden daha iyi bilen bir sürü insan var, onlarla istişare edin” ya da “Hayır, bu konuşmayı falan arkadaşımızın yapması daha iyi olur. O bu konulara benden daha fazla vâkıftır.” diyorsa ve bunları inanarak söyleyebiliyorsa o kişi için problem yok demektir. Aksi halde, bir santimlik kendini reklam peşindeyse, onların mercek altına alınmasını tavsiye ederim.

“Bu aşamada kitlelerin uyarılması mümkün değil mi?” diye düşünebilirsiniz. Şahsen bunun çok zor olduğu kanaatindeyim. Herkese araba kullanmasını öğretmeye bedel bir iş bu. Yani herkese “usûlü’d-dîn”i, dinin temel prensiplerini öğretmek lazım ki, bu prensipler çerçevesinde, doğru ile yanlışı kendiliklerinden fark edebilsinler. Bu da, takdir edersiniz ki, imkânsız denecek ölçüde zor. Evet, halk, önünde gördüğü, sohbetini dinlediği, yazısını okuduğu insanlar hakkında hüsnüzan edebilir ama eğer şer’î ölçüleri bilmiyorlarsa, yukarıda ifade ettiğimiz gibi “usûlü’d-dîn” bilgileri yoksa, bu zanlarında hata edebilirler, mübalağaya da düşebilirler.

Söz buraya gelmişken bir hususa daha dikkatlerinizi çekeyim: Türkiye’de zemin, bu tip insanların ortaya çıkması için çok müsait durumda. Özellikle din sahasında kendisini fantezilere kaptıran insanların hadd ü hesabı yok. İslâm tarihi boyunca defalarca dile getirilmiş ve cevapları verilmiş konuları orijinalite yapıyorum düşüncesi ile ekranlara taşıyan, gazete sayfalarına aktaran o kadar çok insan var ki. Bana göre, hizmet edemeyen insanların kendilerini anlatmak için başvurmak zorunda kaldıkları bir lüks bu. Bilmiyorum ağır mı kaçar; ama diyeyim: Bu tiplerin hiçbirinin ruhunda “Dünyanın herhangi bir yerine, İslâm adına aç ve kurak bir yerine gideyim; kendimi Allah’ı ve Peygamber’i anlatmaya adayayım. Hristiyan misyonerlerin yaptıkları gibi, gittiğim yerde maişetime yetecek miktarda para kazanmak için taş ocağında çalışayım, amelelik yapayım ve dinimi anlatayım.” mülâhazası yoktur. Bu olmadığı için, eskiden kalma, döküntü bir kısım düşüncelere sığınarak, onlarla kendilerini ifade etme lüzumunu duyuyorlar. Ama burada hasbîlik yok, diğergamlık yok, din aşkı yok, hakikat aşkı yok ve araştırma aşkı yoktur.

Ben bu kanaatimi kendi ölçülerime göre o kadar çok test ettim ki, bu kanaat âdeta benim sabitem hâline geldi. Arkadaşlarıma da kaç defa sordum; “Mezun olduğunuz liselerde ve üniversitelerde size ‘Arkadaşlar! Bizim var oluşumuzun gayesi dünyanın dört bir yanına dağılıp, hiçbir beklenti içine girmeden, gerektiğinde amelelik yaparak kendi kültürümüzü anlatmaktır.’ diyen insanlar oldu mu?” dedim. Bir defa bile olumlu cevap almadım/alamadım.

Yine kanaatim o ki –bunu daha önceleri de ifade etmiştim– başımıza gelen türlü türlü musibetler, bu ruhun kaybedilmesinden dolayı Allah’ın verdiği bir cezadır. Üstad’ın yaklaşımı ile “Beşer zulm etse de, kader adalet eder.”1 Evet, bu meselelere bu zaviyeden bakmak lazım. وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُۤوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ Yani, “Allah insanlara zulmetmez, fakat onlar kendi nefislerine zulmederler.”2

Takıntı

İnsan çoğu zaman üzerinde durulmaması gereken, kâle alınmaması gereken şeylere takılıyor ve kaybediyor. Meselâ, bir insan namaz, oruç, hac ve zekât ile yükseliyor, yükseliyor; fakat kendisini çileden çıkartan bir hâdise karşısında takılıyor ve bütün kinini, gayzını bir anda ortaya koyuyor. Hâlbuki o hâdise karşısında gayzını tutabilseydi, namaz, oruç, hac ve zekâtla elde ettiği yüksekliklerden daha yükseklere çıkabilirdi.

Evet, insan dişini sıkabilirse, kendindeki negatif enerjiyi pozitif yapabilirse, elde edeceği güçle füze sür’atinden daha aşkın bir hızla evc-i kemâle vâsıl olabilir. Aklı çok ileri bir diyalektiğe, cerbezeye sahip olan birisi, aklını arkadaşlarına galebe çalmak için değil de, hak ve hakikat adına kullanabilirse, kendisi için bir anlamda şerr-i cüz’î olan o aklını iradesiyle hayr-ı küllîye çevirmiş demektir.

İsterseniz, farz-ı muhal deyip bir misal vereyim sizlere: Allah “Seni hiçbir hâdise karşısında zaaf göstermeyecek şekilde yaratayım mı?” deseydi, ben Rabbime, “Rabbim! Beni şu anda yarattığın gibi yarat.” derdim. “Alabildiğine taşkınlıklarım olsun ama neticede Sana, sadece Sana râm olayım. Bana irade ver ki, o iradenin kemendi ile Sana yükseleyim. Çünkü Senin zaaftan uzak meleklerin var, ruhanî varlıkların var. Ama ben insan olmak istiyorum.”

Evet, insan olmanın gereği, içimde çok ciddî taşkınlıklar var, beni harap ediyor onlar. Ama ben bu harabiyet içinde iradenin gücüyle Allah’ın muradına varabiliyorsam, Cenâb-ı Hak bu gücü bana vermişse, ben de bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeliyim. Çünkü olandan daha güzeli yoktur. Cenâb-ı Hak, olanın en güzelini yaratmıştır. Öyleyse şöyle düşünmeli insan: Allah’ın bana verdiği her şeye razı olmanın yanında, bana düşen, bütün negatif yönlerimi, zaaflarımı, günahlarımı aşarak, yanlış tavırların esiri olmadan Cenâb-ı Hakk’a tam mânâsıyla râm olabilmemdir. Melek gibi değil de insan olarak yaratmak suretiyle Allah benimle farklı bir espri ortaya koymuştur ve böylece benimle farklı bir şey yapmayı murad buyurmaktadır. Yeter ki ben zaaflarımın, boşluklarımın zebunu olmayıp onları aşmasını bileyim.

Şeytanın En Can Alıcı Silahı: Şehvet

Şehvet, şeytanın en çok başvurduğu, en çok kullandığı tezgâhtır. Mevlâna’nın semaa kalktığı zaman irticalen söylediği, Zerkûb veya Hüsamettin Çelebi tarafından kaydedilmiş rubailerinde anlattığı bir şey var: Mevlâna orada şeytanla Cenâb-ı Hakk’ı karşı karşıya getirip konuşturuyor. Diyor ki şeytan, Allah’a; “İzzetine kasem ederim ki insanların hepsini şirazeden çıkaracağım. Ama onların bir dayanakları var, benim de olması lazım.” Allah, “İstediğin kadar para, al kullan onu.” diyor. Memnun olmuyor, ekşitiyor yüzünü şeytan. “İstediğin kadar ömür…” deniliyor, yine yüzünü ekşitiyor; “İstediğin kadar güç, kuvvet…”, yine ekşitiyor; “şehvet” denilince, Hz. Mevlâna diyor ki: “Şeytan zil taktı oynadı o zaman.”

Şehvet, şeytanın en büyük kozudur, denilebilir. Bana tarih boyunca şehvet mevzuunda dayanmış, sabretmiş, devrilmemiş kaç tane babayiğit gösterebilirsiniz? Kalbi hiç inhiraf etmemiş, gözünün içine yabancı bir hülya girmemiş, kulağı o işin mahremini duymamış, o istikamette adım atmamış, el uzatmamış kaç babayiğit? Zira o, şeytanın zil takıp oynadığı bir mesele. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ümmetime bundan daha büyük bir imtihan, bir fitne vesilesi bırakmadım.”3 buyuruyor. Bizim sabah akşam yaptığımız dualar, kişinin şehvetle imtihanı karşısında yaptığı duadır; “Böyle bir imtihanla karşı karşıya gelmeden Sana sığınırım!” demektir. Tek taraflı da değildir bu iş. Erkekler kadınlarla imtihan olurken, kadınlar da erkeklerle imtihan olur.

Şeytan hesabına olacak örgülerden ve nakışlardan kaçmak gerek. Başka bir deyişle, örümcek ağına düşmemeli. Ağa düşmüş sinekleri görmüşsünüzdür; çırpındıkça batarlar, daha perişan hâle gelirler. Şeytanın ağı da öyle. O, ağına düşmüşlerin başında bekler; bekler ki kurtulamasın, çırpınsın ve çırpındıkça batsın. Bu sebeple, insan potansiyel genişliğini kendi elleriyle daraltmamalı. Kevn ü mekânlara sığmayan, lâ mekânî (bir mekânla sınırlanmayan), lâ zamanî (zamana bağlı olmayan) mahiyetini; daracık bir şeye, bir âna, bir lahzaya, bir bakmaya, bir öpmeye, bir daneye, bir lokmaya mahkûm etmemeli. Unutmayın, bir kuşu kafese kıstıran şey bir dane hırsıdır. Nizamî, Hz. Âdem’in yediği “yasak meyve”nin de buğday olduğunu söyler. “Hz. Âdem yiyince onu, benzi de buğday danesi gibi sapsarı kesildi.” der Mahzen-i Esrâr’ında.

Demek asıl mesele şeytanın ağına düşmemek. Kur’ân-ı Kerim diyor ki, يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ “Onlara vaadde bulunur ve onları boş kuruntulara sevkeder…”4 Hiçbir vaadini yerine getirmez o. Onun sözünün hikâye edildiği başka bir âyette açıkça diyor zaten: “… Ben de size bir şeyler vaadettim, ama sözümde durmadım.”5 Öyleyse insanı boş vaadlerle kandıran ve vaadini asla gerçekleştiremeyecek olan şeytanın ağına düşmemeye bakmalı.

Vicdan Genişliğini Yakalayan ve Koruyanlara Allah’ın Lütufları

Nesimî ne hoş ifade ediyor:

Bana Hak’tan nida geldi

Gel ey âşık ki, mahremsin

Bura mahrem makamıdır

Seni ehl-i vefa gördük.

Mekânım lâ mekân oldu

Bu cismim cümle cân oldu

Nazar-ı Hak ayân oldu

Özüm mest-i likâ gördüm…

Sonunda da der ki;

Beni mest eyleyen daim

O meyden Mustafâ gördüm.

Yani öyle bir mey sunmuşlar ki, içinde Muhammed Mustafa var. Bunlar vicdan genişliğine Allah’ın bir lütfudur. Allah hak edenlere bütün bunları hem de zırhı ile beraber lütfeder. O zırh ise “ubûdiyet-i kâmile-i tâmme-i dâimedir” (kâmil mânâda, eksiksiz, sürekli ubûdiyet).

Sonuç olarak şunu ifade edelim: İnsanın, vicdan mekanizmasını işletip onu genişlettiğinde, fezalara açılma, göklerde tayeran etme, esmâ âleminde, sıfat âleminde dolaşma ve Nesimî’nin dediği gibi, “Hak’tan merhaba alma, melekten merhaba görme” potansiyeli varken, şeytanın kabir gibi dar çukuruna girip müteselli olması akıl kârı mıdır? Allah insanı halifelik makamına lâyık görmüşken, onun o makama hiç yakışmayan tavır ve davranışlar ortaya koyması uygun mudur?

Öyleyse, gelin o genişliği koruyalım. Şeytanın tezgâhlarını işletmesine fırsat vermeyelim. Usûl-i fıkıh tabiriyle “sedd-i zerâi”ye (henüz oluşmadan kötülüklerin önüne set çekme) göre ya da azimete göre davranalım. Bizi fitnenin, imtihan ve iptilanın içine çekebilecek şeylerden fersah fersah uzak duralım. Gözümüze ilişen haram karşısında hemen tavır alalım, başımızı çevirelim. Böylece onun suretinin ruh dünyamızı kirletmesine izin vermeyelim. Hatta bırakın gözümüze ilişmesini, bu ihtimalin olduğu yerlerde dahi bulunmayalım. Kısacası duracağımız yeri iyi belirleyelim ki o yer halifelik makamıdır. O hâlde Allah’ın bizi lütfuyla oturttuğu bu makama yakışır şekilde hareket edelim.

Kendini Bil

İnsanın kendisini bilmesi, sadece anatomisini, kuvve-i şeheviyesini, gadabiyesini, gayzını, hiddetini, şiddetini bilmesi demek değildir; sadece vicdan mekanizmasını, ruh sistemi içindeki latîfe-i Rabbaniyesini, şuurunu, hissini, iradesini bilmesi de demek değildir. İnsanın kendini bilmesi, bunlarla birlikte her gün kendini farklı bir mülâhazaya alarak yeniden okuması, sürekli kendisini yeniden tanıması demektir. Çünkü insan, bir fotoğraf gibi tek bir karede tesbit edilen/edilebilen bir varlık değildir. O büyüyen bir ağaç gibi her an yeni bir şekil almaktadır. Dolayısıyla insanın kendi ruh, idrak ve şuur ufku itibarıyla kendiyle münasebettar olan hâdiseleri gözlemlemesi ve yorumlaması gerekmektedir. “Bugün şöyle olumsuz bir hâdise geçti başımdan, sebebi herhalde şu hatam idi” veya “Şu davranışımdan dolayı böyle bir lütf-u ilâhîye mazhar oldum. Liyakatim olmasa bile, ihtimal Cenâb-ı Hakk’ın marziyatına muvafıktı.” gibi düşünceler ile devamlı kendini mercek altında tutması gerekir. Ama burada şunu unutmamak lazım: Bu muhasebeyi yaptığınız zaman dilimi de, yukarıda bahsini ettiğimiz bir kareden ibarettir ve bu durum bir saniye önce veya bir saniye sonrakinden farklıdır.

İnsan bu çizgiyi yakalayabilirse mahiyetini koruyabilir. Allah’ın kudretinin, iradesinin, meşietinin, ilminin taallukunu görebilir. Evet, insan, daima değişen, daima farklı televvünlerle ortaya çıkan çok karmaşık bir kitaptır. Bundan dolayı onun sürekli mütalaasına ihtiyaç var.

Kur’ân’da buraya kadar söylediklerimizle zahiren çelişiyor gibi görülen bir âyet var: “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da nefislerini onlara unutturdu.”6 Dikkat edilirse bu âyette Allah’ın unutulması başta zikrediliyor ve bunu yapanlar için de nefsin unutturulması bir ceza olarak arkadan geliyor. Öyleyse şöyle denilebilir: Nefsini bilen Allah’ı bilir, fakat Allah’a karşı lâkayt kalana da Allah nefsini unutturur. Görüldüğü gibi bir çelişki yok burada.

Öyleyse insan, Allah’ı unutmadığı ve her meseleyi ona bağladığı zaman, nefsi bir kitap hâline gelir. Yirmiüçüncü Söz’ü hatırlayın; der ki Bediüzzaman Hazretleri, “İman bir nurdur.”7 Evet iman tecellî ettiği zaman kâinatta her şeyi okunur hâle getirir, kâinatı ve enfüsü daha bir farklı okuma imkânı verir. Enfüs, âfâkın okunması mevzuunda bir büyüteç, bir mercek olur. Bu açıdan Allah’ın varlığının baştan kabulü ve ona iman çok önemlidir. Bu kabul ile siz enfüste de âfâkta da çok rahat dolaşırsınız. Her şeyi bir kitap gibi mütalaa, bir meşher gibi temâşâ edersiniz. Aksi hâlde, yani meseleyi Allah’a vermediğiniz takdirde, her şey karanlığa gömülür. Yirmiüçüncü Söz’de ifade edildiği gibi, bir köprünün üzerinde, ürperten karanlıklar içinde ve dört bir yan korkunç cenazeler ve vahşî hayvanlarla çevrili bir müthiş halde iken meseleyi Allah’a imana verdiğinde, onu duyması bir elektrik düğmesine dokunmak gibi olur ve o korkutucu hal birden değişiverir. Demek ki, baştan Allah’ı bilme, insanın enfüs ve âfâkı daha derince okumasına çok önemli bir katkıda bulunuyor.

Şimdi eğer ben Allah’a (celle celâluhu) inanıyorsam şunu kabul ediyorum demektir ki, ben ve benim davranışlarım, bugün yaptığım, yarın yapacağım şeyler ve ömrümün sonunda, hatta ahirette başıma gelecek şeyler hep O’nun ilim ihatası içindedir. وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ “Siz O’nun ilminden bir şey kuşatamazsınız.”8 Neden? Çünkü O “Muhît”tir (Her şeyi kuşatan). Muhît olan, muhât olamaz ki. Siz onun ilmini kuşattığınız zaman, muhît, muhât olmuş olur ki, bu da Zât-ı Bârî için muhaldir. Bu mülâhazayla hâdiselere bakınca çay içme gibi basit bir ameliyenin dahi O’nun meşîet ve iradesinin dışında olmadığını görürsünüz.

Burada ayrıca bir “devir” var gibi. Yani bir taraftan nefsimizi okuyor, nefis merceğiyle varlığa bakıyor, çok geniş dairede Allah’ın varlığına, birliğine delillerin, şahitlerin mevcudiyetini görüyoruz; bir diğer taraftan da şahitlerin şâhid-i sâdık olmalarının ve bir şey ifade etmelerinin Allah’a inanmaya bağlı olduğunu görüyoruz. Kelâm ilminde “devir” denir buna. Yani bir yönüyle o ona sebep, o da ona sebep. Bir başka tabirle “Tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan çıkar.” gibi bir şey. Aslında kelâmcılar devri iptal etmişler. Fakat burada min vechin (bir yönüyle) öyle bir devir cereyan ediyor. O onu destekliyor, o onu destekliyor. Sizin cehd ü gayretiniz, okuma azminiz, Allah hakkında mârifetinizi artırıyor; Allah hakkında mârifetiniz arttıkça siz kendinizi daha net okuyorsunuz. Sonra kaderi daha iyi görüyorsunuz, başınıza gelen musibetlerin mânâsını daha iyi kavrıyorsunuz, nimetleri daha iyi duyuyorsunuz. Hepsinden önemlisi, şükür adına daha iyi şahlanıyorsunuz. Kötü gibi duran, çirkin suratla karşınıza çıkan hâdiseler karşısında daha iyi yorumlara gidiyorsunuz. Hz. Mevlâna’nın ifadesiyle; “Musibetler, belalar karşınıza yırtık pırtık elbiseler içinde çıkan, edası endamı yerinde bir güzel gibidir. Ne diye yırtık pırtık elbiseye takılıp kalıyorsunuz. Baksanız ya içteki edaya endama.” İşte bu zaviyeden olaylara bakabiliyorsunuz.

Evet, işin aslı, hem enfüsün, hem de âfâkın okunması, insanın kendisini bilmesi demektir –ki bu, Allah’ı bilmenin bir yoludur– ve Einstein’in kehanetinde dediği gibi, çok buudluluğa açılmaktır. Çok buudluluğa açılabilenler, dar çerçevenin, bir başka tabirle suretlerinin dışına çıkar ve siretlerine göre mahiyet alırlar. Siret, insanın tavırları, davranışları, inançları, değerlendirmeleri, yorumları, bakışı ve tevilleridir. Bu durumda siretine göre bir resmi olur her insanın. Gözler basiretin emrine verilerek, buradan bakınca altı yedi buudlu derinlikleri, hatta öbür âlemi, Cennet’i ve Cehennem’i, arşın yanı başında İsrafil’in azametli heykelini görmek… Evet, insan, bilkuvve (potansiyel) istidadı ile –Allahu a’lem– görebilir bütün bunları.

Şuurlu Ayna

İnsan kâinatta şuurlu tek aynadır. Zât-ı Ulûhiyet’in bilinmesi, ancak insan gibi şuurlu bir ayna ile olur. İnsanlar içinde ekmel tecellîlere mazhar olan elbette Nebiler Serveri Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).

“Ey İnsan, Kendini Oku!”

“Ey insan, kendini oku!” enfüsî tefekküre çağrıdır. İslâm âlimleri enfüsü iki ayrı çizgide ele alıyor: Birincisi, insanın ruhu, nefsi, vicdanı, kendi iç derinlikleri, hissi, şuuru, iradesi, latîfe-i Rabbaniyesi, bir başka tabirle “Ben”, yani egosunun etrafında şekillenen nefis; ikincisi de, anatomik ve fizyolojik yönüyle nefis. Alexis Carrel’in İnsan Bu Meçhul kitabında meseleye yaklaştığı gibi meseleye yaklaşacak olursak, bunların ikisine de enfüs denir.

Enfüs denince bazıları sadece insanın anatomik ve fizyolojik yönünü anlarlar. Oysaki insan sadece ondan ibaret değildir. Tabir caizse, o bir heykel-i hayvanîdir. Esas onu değerler üstü değerlere yücelten ve asıl mahiyet-i insaniye diyebileceğimiz şey, nefha-i ilâhî olan ruhudur. Evet, insan ancak ruhu ile insandır. Nitekim üç dört tane materyalist filozof istisna edilecek olursa, genelde filozoflar meseleye böyle bakmışlardır.

Kaldı ki, bence felsefeye de çok fazla takılmamalı. Feylesoflar, metafizik âlemle alâkalı ancak Allah ve peygamberleri tarafından bildirilebilecek hususlarda fikir beyan ettiklerinden dolayı yanılgıya düşmüşlerdir. Hâlbuki aklın yürüyeceği bir yol değil o. Meselâ, Yaratıcı’yı bildiniz diyelim; nereden ve nasıl bileceksiniz, O’nun Hayat, İlim, Semi’, Basar, İrade, Kudret, Kelâm, Tekvin, Vücud, Kıdem, Bekâ, Vahdaniyet, Muhalefetün li’l-havadis gibi sıfatlarını? Nereden ve nasıl bilecekler –İbrahim Hakkı’nın sözleri ile ifade edelim– onun “Ne cism u ne ârazdır, ne cevher ne mütehayyiz / Yemez, içmez, zaman geçmez, beridir cümleden Allah” ya da “Tebeddülden, tagayyürden, elvân u eşkâlden muhakkak o müberrâ” olduğunu?

Öte yandan ta kadimden bu yana veya sistematik felsefeyi ilk defa kendisi ile tanıdığımız Tales’den bu yana, bazı feylosoflar, maddeye esas teşkil edecek bir şeyden bahsetmişler. Meselâ, Tales “su” demiş. Acaba o “su” derken ne kastediyordu? Ona göre ruhun esası acaba “su” muydu? “Allah’ın arşı “amâ” üzerindeydi.” hadisindeki “amâ” ile Tales’in “su” dediği şey aynı şey olamaz mı? Anaxagoras ise “akıl” diyor doğrudan doğruya. Hem de Müslümanca düşünceye çok yakın bir akıl anlayışı var onun. Diyor ki; “Kâinatta esas hâkim, yönlendiren, tevcih eden, şekillendiren bir akıl var. Fakat kâinatın içinde değil o, kâinattan başka, kâinatın cinsinden de değil.” Siz şimdi Anaxagoras’ın izahını yaptığı bu akıl yerine Zât-ı Ulûhiyet’i, Kudret-i Nâmütenâhî’yi koyun ve insan planında da O’nun bir tecellîsi, nefha-i sübhanîsi olan ruhu koyun, çok fazla galat sayılmaz. Bana göre bu kadarcık galattan dolayı da aklı mazur görmek lazım. Çünkü bu alan, aklın sahası değil; onu aşkın bir alan.

Şimdi konumuza tekrar dönecek olursak, “Ey insan, kendini oku!”9 sözünde Üstad’ın nazarları yönlendirdiği nefis, birinci kategoride yer alan nefistir. Yani insan dediğimiz zaman maddî-mânevî bütün sistemlerini müşterek mütalaa ettiğimiz, Rabbimizle münasebetini içine alan çerçevedeki nefis. İşte bunun okunması çok önemli.

Neden “Kendini oku!” diyor Üstad? Sokrates’in okulunun girişinde “Kendini bil!” yazısının bulunduğu bir levhanın asılı olduğunu söylerler. Hadis diye rivayet edilen مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.”10 sözü de aynı mülâhaza etrafında söylenen sözlerden. Neden? Çünkü âfâkın doğru okunması, enfüsün doğru okunmasına bağlıdır. Enfüs bu mevzuda çok önemli bir kitaptır, bir fihristtir âdeta o. İnsan bu fihriste bakarak kâinatı okuyabilir. Yoksa, kâinatın en uzak çöllerine ışık hızıyla açılma imkânı bile olsa onu okuyamaz. Dolayısıyla kâinatta bütüncül nazara ulaşamaz, her şeyi göremez.

Evet, insan bir numunedir, misal-i musaggardır. Bir yönüyle kâinattan daha ulvîdir, bütün hakikatleri hâvidir. Şu söz, Hz. Ali’ye isnat edilir:

وَتَزْعُمُ أَنَّكَ جِرْمٌ صَغِيرٌ …… وَفِيكَ انْطَوَى الْعَالَمُ الْأَكْبَرُ

“Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen / ‘Muhakkar bir vücudum!’ dersin ey insan, fakat bilsen / Senin mahiyyetin hatta meleklerden ulvîdir / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.” sözleriyle Mehmet Âkif bunu tercüme eder. Evet, kâinat hakkında külli ve isabetli hükümlere varabilmek, nefsi iyi okumaya bağlıdır.

Bazıları meseleyi terakki usulü ile ele almaz, tedelli yolunu tercih eder. Yani önce makro, sonra normo, ardından mikro âlem der; der ve âfâkta boğulur gider. Ulaşması gereken enfüse bir türlü ulaşamaz. Aksi olursa, Üstad’ın yaklaşımıyla enfüste derinliklere ulaşırsa, kâinata yapacağı geziden değişik polenlerle, kovanlarla, peteklerle döner ve balını yapmaya başlar. Ama temelde okunması gerekli olan fihristi okumadan kitabın tafsilatına girerse dağılabilir.11

Öte taraftan eğer insan okunacak şeye, okuması gerekli olan yerden başlamaz ve okumada takip edilmesi gerekli olan üslûba riayet etmezse bir yere varamaz. İnsan, kâinat genişliğindeki meselelere –ki Celâlî tecellînin veya Üstad’ın yaklaşımıyla Vâhidî tecellînin ifadesidir– dalarsa efkârının dağılmaması ve kendini iyi okuyabilmesi zordur. Eğer insan eğri okuyacaksa hiç okumaması daha iyidir.

1980 öncesinde vazifem gereği İzmir bölgesinde gezici vaiz olarak dolaşırken Turgutlu’da bir doktor, bir Batılının sözünü aktarmıştı: “Duran saat, yanlış işleyen saatten daha iyidir; çünkü günde iki defa doğruyu gösterir.” İşte aynen bunun gibi, insan yanlış okuyacaksa hiç okumaması daha iyidir. Zira yanlış okuyan insan yanlış yorumlar. Yanlış okumuş, yanlış yorumlamış, yanlış kanaatler edinmiş insana istikamet kazandırmak çok zordur. Nitekim bu bizim Türkiye’de canımıza okudu. Siz hiç köy halkından devlete baş kaldıran, anarşiye karışan insanlar gördünüz mü? Maalesef, neler olduysa yanlış okumadan oldu. Bu, cehalete değil, doğru okumaya teşviktir.

İltifat

Günümüzde bazıları, hüsnüzan ettikleri, mensub oldukları, düşünce ve aksiyonlarına çeşitli seviyelerde destek verdikleri şahıslara İslâmî kaidelerle izahı imkânsız bir şekilde medh u senada bulunuyor. Bu türlü şeyler, şöyle böyle, haklı haksız, az veya çok onu çekemeyen insanları tahrik eder. Siz böyle yaparsanız günaha, suizanna sevkedersiniz onları. Sonunda onlar da kaybeder, siz de. İnsanlarda bir damar vardır; hocası aynı halkada beraber oturduğu ders arkadaşını biraz methettiğinde dahi içinde bir şeyler olur ona karşı, hâlbuki arkadaşıdır.

Bazen etrafı tarafından medh ü senâ edilen kişiler halî veya kavlî olarak buna destek verirler. Bu durumda, tabir caizse, musibet ikileşmiş ve önü alınmaz bir hâle gelmiş veya geliyor demektir. İslâm tarihine bu gözle baktığınızda görürüz ki, bu türlü yaklaşımlar, tesiri günümüze kadar uzanan menfi oluşumlarda çok önemli rol oynamıştır. Safevî ve Fâtımî devletlerinin kuruluşunun arkasında Hz. Fâtıma’nın torunu olduğunu iddia eden –nesebi olarak olabilir– kerameti kendinden menkul insanlar ve onları göklerde uçuran kişiler vardır. Haşhaşîler ve Murabitîn olarak tarihte yer alan oluşumlar da bu kategoriye dahildir.

Büyük büyük şeyler iddia edenler çıkmış bunlar arasında. Göklerde meleklerin önünde namaz kıldırmadan tutun da, Cennet ve Cehennem’in anahtarlarını ellerinde bulundurmaya kadar… Çok ağır şeyler bunlar. Niye insanlar Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini yarattığı ahsen-i takvîm çizgisinde, ayakları yerde, mütevaziâne kulluğa razı olmaz da böyle yüksek payelere gözlerini dikerler acaba? Ne kazanırlar veya ne kazanacaklarını düşünürler?

Evet, sadakat önemlidir. İnsanın davasına, dava arkadaşlarına, örnek aldığı insanlara sadık olması gerçekten önemlidir. Ama sadakat körü körüne bağlılık demek değildir. Şeyhini meleklerden üstün gösterme hiç değildir. Sadakatin birçok yönü var. Meselâ, birisi şahsî günah işlemişse, günahı kendisine; fakat ben yeri geldiğinde usûlünce ikaz ederim onu. Doğru yoldan saptığı/sapacağı yerde –hafizanallah– elinden tutarım onun. İşte sadakattir bu. Yanlış konuştuğu yerde usûlünce tashih ederim; sadakattir bu. Onu hiçbir şeye feda etmeme, gücüm yeterse mahşerde de onun yanında olma, sadakattir bu. Unutmayın, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkaran sadakattir.

Aslında Ehl-i Sünnet uleması çok erken dönemlerde ciddî ölçüler ortaya koymuşlar. Sağlam bir Kur’ân anlayışı ortaya koymak için herkes âdeta insanüstü gayret göstermiş. Allah özel istihdam buyurmuş onları; ama bazıları, onların büyüklüklerini anlamıyorlar günümüzde. Bulundukları yer oldukça aşağıda olduğu için tiz perdeden konuşmak suretiyle seslerini duyuracaklarını zannediyorlar. Hâlbuki onların böyle bir dertleri yoktu. Durdukları yerde konuşunca herkes duyuyordu onları. Bakın aradan on dört asır geçmiş, sesleri hâlâ kulaklarımızda çınlıyor.

Sürekli Hatırlanması Gereken Şey: Günah

Allah, kelâm-ı ezelîsinde “Allah onların günahlarını hasenata tebdil eder.”12 buyuruyor. Bu, günahkâr insanlar için aslında büyük bir beşarettir; fakat bu âyete mâsadak olabilmek için kulun da yapacağı şeyler vardır: Bir; günah insanî ilişkiler alanında cereyan etmişse, yani kul hakkı söz konusu ise, mutlaka karşı taraftan helâllik almak. İki; işlenen o günahı bir ömür boyu hatırlamak, onun ızdırabını sinesinde daima canlı ve taze olarak hissetmek. Bu hususu bir başka yerde şöyle ifade etmiştik: “Günah çok kötü bir şeydir; ancak bir yerde iyi sayılabilir. O da kulun bir günaha girdikten sonra bir ömür boyu onun için âh u vâh etmesi hâlidir. Meselâ, harama im’ân-ı nazar ederek (dikkatlice) bakan, fakat yıllar sonra bile onu hatırladıkça iki büklüm olup “Rahmet Kapısı”na yönelen bir kul için o günah pek çok hayırlara gebe olabilir.”

Bu iki şey yapılabilirse şayet, Allah o kulu ahirette rezil etmez. Ama günah işlenmiş ve unutulmuş ise, aynı neticeden bahsetmek oldukça zor olsa gerek. Evet, aslında unutulması gerekli olan şeyler iyilikler ve güzelliklerdir. Zannediyorum günümüzde çok Müslümanlar bu iki hususu birbirine karıştırıyor; unutulması gerekli olanları unutmuyor, unutulmaması gerekli olanları da unutuyorlar.

Bu meselenin bir diğer buudu ise şudur: İnsan olan herkesin ve hepimizin, Rabbi ile olan irtibatı adına eksiklikleri, işlediği günahları vardır. Arzu ederiz ki Allah affetsin onları. Fakat aynı arzuyu başkalarının günah ve hataları adına da duymak gerekmez mi? Niçin o arzuyu izhar etmiyoruz biz? Allah hepimizin Allah’ı; O Raûf, O Rahîm ve O Kerim. رَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ13 buyuruyor, yani rahmeti her şeyi ihâta etmiş. O’nun âdet-i sübhânîsi, çamurun içinde duran kimseleri hemen tutup çıkarması, yıkaması, üzerine gül suları serpiştirmesi ise şayet, bizim onları çamur içinde görmeye hakkımız yok ki. Dilerse affeder onları. Dolayısıyla yukarıda ifade etmeye çalıştığımız “günahları unutmama”yı herkes kendi adına yapmalı. Elli sene evvel de işlemiş olsa, onu yeni işlemiş gibi bütün inciticiliğiyle duymalı. Bu açıdan “Ben biliyorum ki, falan zat falan zamanda şunu yapmıştı; ama bu günahın hacaletini hiç de üzerinde görmüyorum.” demeye hiç kimsenin hakkı yok. Nereden biliyorsun onun içinde boyundurukların dönmediğini, için için ızdırap çekmediğini?!

Hata Yapanların En Hayırlısı

Her insan bilerek veya bilmeyerek hata yapar. Tabiatında var hata yapma çünkü insanoğlunun. Onun için kimse bu mevzuda kendine güvenmesin, düşenleri hor ve hakir görmesin. Unutmayın, hata edenlerin en hayırlısı, “Estağfirullah, ya Rabbi! Bir daha yapmam.” diyenlerdir.

Düz İnsan

Sanki alacaklı imiş gibi Allah’a kulluk yapanlar var Müslümanlar arasında. Hâlbuki ne kadar kulluk yaparsak yapalım, yine de borçluyuz biz Cenâb-ı Hakk’a. Bu vartaya düşmemek için en salim yol, düz insan olmaktır. “Rabbim Allah ve Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bir Efendim var. Yeter de artar bile bana.” cümlesi ile ifade edilebilecek hakikate gönülden iman etme, düz insan olmanın göstergelerinden sayılabilir.

Yoga

Ruhun kendi gücünü kazanması, mutlak anlamda Allah’ın marziyatını kazanması demek değildir. Yogaya Allah’ın razı olduğu bir yol denilebilir mi? Velev ki o yolla insan, ruhunun gerçek gücüne ulaşsa bile!

Cerbeze ile İlim Olmaz

1400 senedir yaşanmakta olan ve bugünlere kadar gelen bir din var. İnsan meşhur olacağım düşüncesi ve beklentisi ile kalkıp bu din ile oynamamalı. Orijinalite yapmak istiyorsa o kişi, gitsin başka sahalarda yapsın o işi. Cerbeze ile ilim olmaz ki! 1400 senedir yaşayan ve yaşanan bir dini cerbeze ile tahrip etmeye kalkmak bu dine yapılacak en büyük yanlışlıktır.

Aklı Kurban Etmek

Miraç hem keramet, hem de mucizedir. Kurban olayım ben ona. Gerçi ben kurban olsam ne olacak ki! Hz. Musa aleyhisselâmın, duasına şahit olduğu çoban gibi, “Ya Rabbi! Soğuktan seni korumak için nasıl bir çorap öreyim?” bakışına benzer dar duygularla, çobanca bakışlarla o deryayı bilme nasıl olur ki?

Ama bu meselenin bir başka tarafı da var ki, bu türlü safça duygu ve düşünceler; yer, zaman ve kişilere bağlı olarak değişkenlik gösterse de, iman hayatımız adına çok önemli. Meselâ, annemin çok saf, çok duru bir imanı vardı; ama halamın imanı, itikadı ondan daha farklıydı. Onun inancına bayılırdım. Sanki ölmek, ahirete intikal etmek, bir odadan diğerine geçmek kadar kolay ve basitti onun için. Öteki âlemi, Cennet’i ve Cehennem’i görüyormuşçasına bir itikada sahipti.

Aslında genelleme yapmak doğru değil; ama çoğunluğu itibarıyla, felsefe ile iştigal edenler, aklı çok kullananlar hep yanılıyor. Aklı Allah için kurban etmek gerek. Çünkü burhan-ı limmî, burhan-ı innî üzerinde yürür. Cenâb-ı Hak baştan burhan-ı innî olarak vicdanda kendini hissettirir. Vicdan, o hakikati kendi enginliği içinde duyduğu an, bütün delil ve kitapları atar. Aczini, fakrını hissettiği an, dua ile ona dayanır. Hele esbab bi’l-külliye sukût ettiğinde insan vicdan kulağıyla kendini dinleyebilirse çok farklı buudlarda çok farklı şeylere şahit olur.

Evet, vicdan yalan söylemez.

Mahiyet-i Eşya ve Ehl-i Sünnet

Ehl-i Sünnet, kâinattaki bütün varlıkları iktiran ile doğrudan Allah’a bağlamasını bilmiştir. Aslında mahiyet-i eşyanın Rabb’le olan münasebetini, bunların mahiyetini, hangi isim ve sıfatların tecellîleri olduğunu bizlere peygamberler bildirmiştir. Ehl-i Sünnet’in yaptığı, bu hakikatleri formüle ederek bizim idrak ufkumuz seviyesinde ifade etmekten ibaret.

Güzel Ahlâk

İnsanın öfkeleneceği, dolup taşacağı anlar da mutlaka olur. O esnada insanın öfkesini yutması, dince çok önemli bir vasıf sayılmaktadır. Bir taraftan insanların kusurunu affetme; bir taraftan da öfkelenip köpüreceği yerde dahi köpürmeme, sabırlı ve mülâyim davranma bir mü’min sıfatıdır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Mü’minlerin en kâmil ve olgunu, ahlâk bakımından en güzel olan, başkalarıyla en iyi geçinendir.”14 buyurmuş ve bize, affetmeyi de ihtiva eden güzel ahlâklı olma yolunu göstermiştir. Evet, “Ahlâk iledir kemâl-i âdem, ahlâk iledir nizam-ı âlem.”

Güzel ahlâkla donanmış bir sine, ihtimal, Cehennem’e konsa bile tavrını değiştirmez. Orada da hilm ü silm çizgisinde yaşar, zebanilerle hasbihâl eder, başına gelenleri geniş bir yürekle karşılar. Güzel ahlâka açık bir gönül geniş bir mekâna benzer ki, dünya kadar gaile dolsa da o, yine öfkesini, şiddetini gömebilecek bir yer bulabilir. Huyu kötü, sinesi de dar kimselere gelince onlar, kargadan bile aptal öyle “Kâbil”lerdir ki, koskocaman arzda bile kötü duygularını, hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamazlar.

Huyu güzel olanın her yanı güzeldir. Fakat huy güzelliği, huysuzlukla test edilmeden ispatlanmış olmaz. Bir insan huysuzluk karşısında da tavır değiştirmiyorsa, yani çevresindekiler akrep ve kobra bile olsa, onlara da âdâb ve erkân öğretmeye çalışıyorsa o güzel huyludur. Mü’min, taşıdığı yüksek karakteri ve yüce ahlâkıyla çıyanların bulunduğu yere konulsa dahi, onlara da insanî âdab ve erkân öğretmeye gayret etmelidir. İyi insanlarla geçinmek kolaydır. Maharet, en kötü insanla veya kötü gördüğümüz insanla da daima iyi münasebetler içinde bulunmaktır. İşte, Cennet’in kapılarını açan sırlı anahtar da budur.

Bir diğer önemli husus da, Uhuvvet ve İhlâs Risalelerinde üzerinde durulan “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmek.”15 düsturudur. Arkadaşların meziyetleriyle şâkirâne övünme, yani birinin ortaya koyduğu başarıyı önce “Elhamdülillah…” diyerek Allah’a verme, daha sonra da o başarı kendi eliyle gerçekleşmiş gibi sevinme, bir ihlâs emaresidir. Meselâ, bir arkadaşımız güzel yazıyor, diğeri güzel konuşuyor, bir başkası da hem güzel konuşuyor, hem güzel yazıyor olabilir. Cenâb-ı Hak hem konuşma vermiş ona, hem kalem vermiş; duygularını, düşüncelerini oturup irticalen anlatırken de güzel anlatıyor, kaleme dökerken de kusursuz döküyor. Bu durumda bize düşen, o arkadaşımız adına sevinmek, sevinip takdir ettiğimizi söylemektir. İcabında hem de kulağına gidecek şekilde söylemek gerekir. Gıybet etmeyiz, Allah için söyleriz; onun hakkında bir takdir ifadesi olarak dile getiririz. Şâkirâne şükretmeye zorlarız kendimizi ve aynı zamanda nefsimizi başkalarının başarı, kabiliyet ve istidatlarını kabule alıştırırız.

Bu bir tür rehabilitasyondur. Bu kabulümüzü bir defa söyleriz, bir başka fırsatta yine söyleriz. Belki başlangıçta nefislerimizin tepkileri olur, takdir hissi içimizden gelmeyebilir; fakat yine de her fırsatta sadece sözle de olsa nefislerimize rağmen bu kabul ve takdiri söyler, zamanla yalancı çıkmamak, kendi kendimizle çelişki yaşamamak için kendimize de kabul ettiririz.

Meselâ, bir arkadaşımızın Kur’ân okuması çok güzel, vazifelerini yerine getirmesi arızasız ve kusursuz, Allah (celle celâluhu) karşısında duruşu da mükemmel olabilir. Bu hâl, duruşunu o ölçüde ayarlayamamış bir insanı kıskandırabilir ya da ona, “Bu ne güzel bir arkadaş, keşke ben de böyle olsam!” dedirtir. Kıskançlık ya da gıpta… Peygamber Efendimiz, Allah yolunda istifade edilen ve başkalarına da faydalı olan ilim ve Allah yolunda bezledilen malı gıpta mevzuu olarak saymıştır. Yani, böyle bir ilme ve öyle bir mal verilmesine gıpta edilebilir.

İşte bir mü’min, kardeşindeki bir fazilete karşı belki gıpta edebilir ama haset ve gıybetlere götürecek bir kıskançlığa asla düşmez. Bu durumda yapılması gereken şey, az önce de ifade edildiği gibi, “Allah keşke beni de o arkadaşım gibi yapsa…” diyerek takdirimizi bir dua şeklinde ortaya koymaktır. Bu takdirin bizzat o arkadaşımıza karşı ya da gıyabında olsa da ona ulaşacak şekilde söylenmesi de önemlidir. Çünkü, bir sahabî “Ben falan arkadaşımı seviyorum ya Resûlallah!” deyince Resûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Git, ona kendisini sevdiğini söyle!” buyurmuştur. Bizden o arkadaşımız hakkında hep olumlu şeyler sâdır olunca, o da bize karşı ters davranmayacaktır. Bir, iki, üç, dört, beş defa, gizli veya açık, bizden hep takdir ve kabul görünce, o da nihayet bize gönlünü açacaktır.

Bu sözlerimle yapmacık hâl ve davranışlara girmeye teşvik ettiğim kat’iyen zannedilmesin. Başta da ifade ettiğim gibi, kardeşlik mevzuu iradîdir ve sağlam bir uhuvvetin gerçekleşmesi için herkesin irade, azim ve gayretine ihtiyaç vardır. İnsan kendi nefsinde bin tane kurt taşıdığı mülâhazasıyla kendi elini kolunu, dilini dudağını bağlamalıdır ki başkalarına zarar vermesin. İnsan, kurttan daha yırtıcı bir nefis taşıdığını hesaba katmalı; kardeşi hakkında az önce misalleri verildiği gibi tahşidat yapmalı; el, dil, onur, haysiyet ve şerefini bağlamalı; ipotek etmelidir. Siz biri hakkında elli defa “Mükemmel bir dost, çok güzel konuşuyor, iyi yazıyor, oldukça başarılı ve dahası çok muhlis…” demişseniz; bir süre sonra “O gayet âciz, beceriksiz, zavallı biridir; yüz karasının tekidir…” şeklinde nasıl konuşabilirsiniz? Size demezler mi, “Şimdi sen yüz karası bir insan oldun. Senin hangi sözüne güvenelim ki!” Evet, insan bağlamalı kendini; o mevzuda aksine fikir beyan edemeyecek şekilde nefsini ipotek etmeli; sözünün rehini olmalı.

Eşyanın Hakikî Yüzü

Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellîsini görme adına çok darlık yaşıyoruz. Eşyayı genelde sadece mülk, fizik ve madde buudları ile görebiliyoruz. Hâlbuki esas olan, mülkün yanında melekût, fiziğin yanında metafizik ve maddenin yanında mânâ buudlarını da görmektir ki, eşyanın hakikî yüzü müşâhede edilmiş olsun.

Nasıl üç boyutlu resimlere gözümüzü ayırmadan baktığımızda belli bir müddet sonra kareler şekilleniyor ve üçüncü boyut açığa çıkıyor; aynen öyle de, eşyanın melekût, metafizik ve mânâ boyutları da ancak onlara yoğunlaşmakla ortaya çıkar; çıkar ve biz o zaman eşyanın hakikî yüzünü görmüş oluruz.

Sohbet-i Canân

Bir yaramı dile getirmek istiyorum müsaade ederseniz. Genel anlamda bizler mâlâyâni şeylerle çok meşgul oluyoruz. Özellikle sohbet ortamlarında bir Müslümandan beklenen tavrı sergileyemediğimiz kanaati hâkim bende. Çok fuzulî şeyler konuşuyoruz. Ne dünya, ne de ukba işlerine yarayacak şeylerle vakit kaybediyoruz. Evirip çevirip sözü sohbet-i canâna bir türlü getiremiyoruz. Durduğumuz yerde, bulunduğumuz konumda olması gereken duruşun, bulunmamız gereken konumun hakkını veremeyişimiz bize kredi kaybettirir. Seviyesiz insan imajı uyarır karşı tarafta. “Din gibi ciddî bir meselenin temsilcilerine benzemiyor bu insanlar!” dedirtir onlara. Sahabe misali başkaları inanmıyor diye neredeyse kendini ateşe atacak bir hava yok, diye düşündürür onları.

Ne olur, bir araya gelişlerimizde sohbetlerimiz hep sohbet-i canân olsun. Yani, sözü evirip çevirip Allah’a ve Allah’ın Resûlü’ne bağlayalım. Din-i İslâm diyelim, fuzûliyatın bir damlasına bile müsaade etmeyelim. Unutmayalım, ömrümüzün dakikaları sayılı, boşuna harcamayalım onları. Sorarlar öbür tarafta onun hesabını. Her nefeste bize rağmen, şuurumuzun taalluk etmemesine rağmen iki defa hayatımızı bağışlayan Allah’a şükredelim, hamd edelim.

Bütün bunları iğne veya çuvaldız gibi kabul edebilirsiniz; ama realiteyi de görmek lazım. “Hakikî mü’min görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatır.”16 deniyor hadiste. Bunun mânâsı, onun her türlü tavır ve davranışında Allah okunur demektir. Yani, lâfz-ı Celale yazıyordur onun dört bir yanında.

Öte yandan, Allah (celle celâluhu) başkalarının hidayetine vesile olmayı bizim bu noktadaki hassasiyetimize bağlamış olabilir. Dolayısıyla şayet bu neticenin sebebi oysa, başka bir sebeple bu netice elde edilemez. Diyalektik yapmakla, demagojide bulunmakla, Allah anlatılırken kendi büyüklüklerinden bahsetmekle bu sonuca ulaşılamaz. Cerrahsanız, neşterle halledilecek problemi pansumanla halledemezsiniz.

İlk mevhibeler böyle bir oluş için yeterli gibi geliyor bana. Evet, ilk mevhibeler, yani Allah elimizden tutmuş, sokaktan çekmiş bizi ve bir yerde tabir caizse ipe dizmiş. Biz artık ne şirazesinden çıkmış bir kitap eczasıyız, ne de sağa sola saçılmış tesbih taneleri. İpe dizilmişiz. Öyleyse ona göre bir duruşa sahip olmamız lazım.

Gözümde dört toplum canlanıyor benim devamlı: Bir, Asr-ı Saadette Efendimiz’in etrafındaki sahabiler. İki, Hz. İsa’nın etrafındaki havarîler. Yani, o on bir buçuk insan, insanlık tarihinin âdeta kaderini değiştiriyorlar. Müthiş bir aksiyon, alabildiğine baş döndürücü… Onların ortaya koyduğu o çok ciddî faaliyetin çehresi daha sonra değiştirilmeseydi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için çok önemli bir zemin hazırlamış olacaklardı onlar. Üç, Söğüt’ün bağrında göğeren yeşillikler. Dört, “Çağın Büyük Düşünürü” ve etrafındakiler.

O’na Muhtacız!…

Günah insan için mukadderdir ve aynı zamanda o, insanın tabiatının bir tezahürüdür. İnsan, günah karşısında Allah’a çok sığınmalı; tabiatının o meylini yenmeye, fıtratının o buudunu kapalı tutmaya çalışmalıdır. Sevap, daha sonraki sevap için bir davetiye olduğu gibi, günah da sonraki bir günaha çağrıdır. Hafizanallah, insan tabiatında bir kere delik açılınca, artık onun arkası gelir; hata ve isyanlarla örülü fasit bir daire oluşur…

Günaha hiç düşmemeye çalışmak gerektir; fakat eğer düşülmüşse hemen tevbe etmelidir. Hem bu tevbe sadece bir kereyle de kalmamalı; samimi bir kul işlediği bir günahtan dolayı, onu her hatırladığında yeni işlemiş gibi bin defa istiğfar etmelidir. Gözü bir kere harama kaymışsa, kendini bütün gün günah işliyormuş gibi bir yanlışlık içinde görmeli, “İşte ben böylesine bir zavallıyım.” deyip nefsini kınamalı, pişmanlıkla iki büklüm olmalı ve hemen tevbeye durmalıdır. Durmalı ve “Yüce Dergâh”a el açıp yine ona sığınmalıdır.

İnsan her zaman Allah’a (celle celâluhu) muhtaçtır. Muhtaç olmayan bir tanedir, o da “Allâhu’s-Samed”dir. Fakat O’na muhtaç olmakta da bambaşka bir güzellik vardır. Ben muhtaç olmayan bir insan olmaktansa, Cenâb-ı Hakk’a muhtaç, boynu tasmalı bir kul olmayı tercih ederim. Her vesileyle O’na el açmak, her şeyi O’ndan dilenmek çok hoşuma gider. Mahiyetime yerleştirdiğinde beni kendinden müstağni kılacaksa vâridat, mevhibe, keşf u keramet istemem; benim O’na muhtaç olduğumu ruhuma duyuracak hisler isterim. Sürekli O’na karşı zaruriyet derecesinde bir ihtiyaç içinde olmayı ve O’nu duymayı arzu ederim.

Bunları inancı olmayanlara anlatmak çok zordur, anlayamazlar bu hakikati. “Bardağı tuttum, ağzıma götürdüm ve içtim” deyip bütün bu ifadelerin aslında mecaz olduğunu düşünmeyen nasıl anlayacak ki? “İçtim” ne demek? O içiriyor işte; bardağı yaratan da O, suyu yaratan da O ve seni yaratan da O. İradenin ötesinde O’nun iradesi var. Bir mü’min, tevhid mülâhazasına bağlı yaşamak istiyorsa, mülâhazalarını sık sık gözden geçirmelidir.

Maalesef, bu asırda enaniyet çok ileride. “Veli” diyebileceğiniz adamda bile bencillik oluyor. Hatta –hafizanallah– öyle oluyor ki, zaman geliyor, namazında niyazında birisi olmasına rağmen, çok önemli, makbûl bir insanın Cenâb-ı Hak tarafından bazı önemli şeylere vesile kılındığı söylenince ona karşı kıskançlık duyuyor. Hatta kendisine saygı duyduğu zâtı bile kıskanabiliyor. Enaniyet o kadar ileri ki, “Üstad” deyip onu kabulünü ifade ediyor; fakat kendisini silseniz, nefyetseniz, her şeyi tamamen Üstad’a verseniz ona karşı bile kıskançlık duyuyor, “Azıcık da benden bahsedin yahu!” diyor.

Böyle insanlardan müteşekkil enaniyetli bir cemiyette de bir enaniyet-i milliye, enaniyet-i cem’iyye oluyor. Benlik kuvvet kazanıyor ve daha tehlikeli hâle geliyor. Âidiyet mülâhazası da enaniyete sebep oluyor. İnsan tercihini bir yönde kullanabilir. Ben Hanefiyim, tercihimi böyle kullandım; fakat Hanefî olmakla Şafiîliğe, Hanbelîliğe karşı caka yapmanın bir mânâsı yoktur. Herkes elinden geldiğince dinine, milletine hizmet ediyorken, “Ben falan yerin talebesiyim, ben falan ırkın mensubuyum…” şeklinde üstünlük mülâhazaları içine girmek çirkindir. Tercihini belli bir yönde kullanmışsın, elbette tercihini kullandığına göre orada bir fâikiyet mülâhaza ediyorsun. Bu normaldir ve senin hakkındır. Tıpkı bir müçtehidin yaptığı içtihad gibi bir şeydir bu. Bir müçtehid delilleri inceler, bir hükme varır. Bir hükme vardıktan sonra da artık onunla amel etmesi gerekir. “Ben şu delilden şu hükmü çıkarıyorum; ama onunla amel etmiyorum.” diyemez. Doğruluğuna inanıyorsa onunla amel etmelidir. Aynen onun gibi, bir mülâhazaya bağlı olarak bir tercihte bulunmuş olabilirsin. Ama bu, üstünlük duygusuna kapılmaya, başkalarını hafife almaya ve kendini de kurtulmuşluk içinde görmeye kat’iyen vesile yapılmamalıdır.

Zât-ı Zü’l-Celâl ve Zü’l-Kemâl

Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Ulûhiyetinde hem Celâliyet, hem Cemâliyet vardır. Onun için O’na Zât-ı zü’l-Celâl de, Zât-ı zü’l-Cemâl de diyebilirsiniz. Lâfz-ı Celâle her ikisini de muhtevidir. Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımına göre, Rahman ismi Cenâb-ı Hakk’ın Celâlî yanına bakar ve vahidî tecellî söz konusudur. Ama ehl-i tahkik Celâl’in arkasında ehadî, Cemâl’in arkasında da vâhidî tecellîyi görürler. Bu farklılığı bilmemizde yarar var. Çünkü Üstad’ın herhangi bir mevzuda bir fikir beyan etmeye hakkı varsa, Muhyiddin İbn Arabî’nin, İmam-ı Rabbânî’nin fikirlerini yemeye hakkımız yok. Bediüzzaman haricinde genelde mutasavvifûn ehadî tecellîyi öne almışlardır.

Gözyaşları

“İki göz vardır ki, onlara ötede ateş dokunmaz: Biri, Allah karşısında haşyetle yaş döken göz; diğeri de hudut boylarında ve düşman karşısında ayn-ı sâhire (uyanık duran göz)!”17 buyuruyor “İnsanlığın İftihar Tablosu”. Allah karşısında haşyetle yaş dökmede önemli olan insanın kalbinin saf heyecanlarını, riya ve süm’a ile kirletmeden gözyaşı ile şiirleştirmesidir. Riya ve süm’anın olmaması için de tenha yerlerin seçimi her bakımdan daha selâmetlidir. Fakat bazen olur ki insan, kalbinin heyecanlarına hâkim olamaz. Bu durumda iradeyi devreye sokup onu önlemeye çalışmalı. Bu da olmazsa, işte o zaman insan salmalı kendini. Ağlamanın aktörlüğünü yapmak çok tehlikelidir. Öldürür insanı o. Onun için İmam Gazzâlî Hazretleri “Ağlayan da kaybedebilir, ağlamayan da.” der.

İşin aslına bakılırsa sadakat sessizliktedir. Sadakat, dar bir vitrinden içeriye doğru açılan, dünyaları alabilecek, engin bir mağaza gibidir. Gözyaşı da, o mağazanın parlak vitrini. Mağaza dolu ise vitrin o ölçüde zengin ve süslü olur; ama mağaza bomboşsa ve her şey bir vitrinden ibaretse, işte onun kıymeti de o kadardır.

Hadis-i şerifte “Kur’ân okurken ağlamaya gücünüz yetmiyorsa, ağlamaya kendinizi zorlayın!”18 buyuruyor Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bu, kendinizi yumuşatacak, sizi rikkate getirecek, ağlamaya zorlayacak, içinizi dökecek hâdiseleri takip edin, hadisteki ifadesiyle bükâ’ (ağlama) yollarını araştırın demektir.

Gözyaşları aynı zamanda bağlı olunan şeye karşı vefanın bir tezahürüdür. Nasılsa öyle görünme, nasıl görünüyorsa öyle olma demektir. “Olma” hiç yok, sadece “görünme” varsa, orada nifak vardır. Dolayısıyla bir yerde sadakatin aksi nifaktır. Onun için Tevbe sûresinde münafıkların Tebuk Seferi’nden geriye durduklarını anlattıktan sonra der ki Kur’ân; “Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun ve sadıklarla beraber olun.”19

1 Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2 s.73, 221

2 Ankebût sûresi, 29/40. Aynı mânâya gelen diğer bir âyet için bkz.: Yûnus sûresi, 10/44.

3 Buhârî, nikâh 17; Müslim, zikir 97-98.

4 Nisâ sûresi, 4/120.

5 İbrahim sûresi, 14/22.

6 Haşir sûresi, 59/19.

7 Bediüzzaman, Sözler s.334 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Üçüncü Nokta)

8 Bakara sûresi, 2/255.

9 Bediüzzaman, Sözler s.747 (Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere, Birinci Nokta, Üçüncü Vecih)

10 el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343.

11 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.502 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım)

12 Furkan sûresi, 25/70.

13 A’râf sûresi, 7/156.

14 Tirmizî, radâ 11, îmân 6; Ebû Dâvûd, sünnet 14; Dârimî, rakâik 74.

15 Bediüzzaman, Lem’alar s.203 (Yirmi Birinci Lem’a, Dördüncü Düstur)

16 Bkz.: İbn Mâce, zühd 4

17 Tirmizî, cihâd 12; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 7/307.

18 İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 176; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2/50

19 Tevbe sûresi, 9/119.

-+=
Scroll to Top