Nefis ve Vicdan Mekanizması
Günah ve Latîfe-i Rabbâniye
Soru: Küfre giren veya şeytana uyan bir insanın, his, irade ve şuur gibi latîfe-i rabbâniyeleri o esnada ölüyor mu; yoksa, bunlar mahiyet değiştirip şeytanın kullanabileceği şeyler hâline mi geliyor?
Cevap: Evvelâ, affınıza sığınarak sorudaki bir hususu açmak istiyorum. His, irade ve şuur için “latîfe-i rabbâniye” denmesi doğru değildir. Onlar da birer nimet olduğu için mevhibe ve nimet mânasına “latîfe” denebilecek olsa da, ıstılahî olarak “latîfe-i rabbâniye” dendiğinde his, irade ve şuurdan farklı bir şey anlaşılır. İnsanın cismanî varlığına yönelik hususları “âlem-i halk”; irade, vicdan, şuur, his gibi mânevî yönleri de “âlem-i emir” içinde mütalaa edilir. Ayrıca bu dört temel esas haricinde latîfe-i rabbâniye ve onun içinde önemli birer yer işgal eden sır, hafî ve ahfâ da yine âlem-i emir içinde değerlendirilir.
Her türlü şehevî arzu ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular nefis mekanizmasını meydana getirirler. Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, âlem-i emre ait rabbanî latîfeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular da vicdan mekanizmasını meydana getirir. Bu iki mekanizma çoğunlukla birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi hâlinde, nefis mekanizması da müspete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem hâline gelir.
Küfre girme veya günah işleme sırasında o latîfeler baskı altına alınır ve tesir icra edemez duruma düşerler. Hem letâif-i rabbâniye hem de his, şuur ve irade baskı altına alınır. Mâhiyet-i insaniye fenalıklara açık olunca, cismaniyete ait hususların tesirinde kalınca; şehvet, gazap, hiddet, hırs gibi duygular geçici tesir icra ederler. Bazen de insan tamamen bunların tesirinde kalır. Bunların yönlendirmesiyle, vicdan mekanizması dermansız düşer.
Bazı latîfeler ruh ve kalbin direği, esası durumundadır. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetindendir ki, bunların pek çoğu pörsüyüp solsalar da ölmezler. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde sararan, kurumaya yüz tutan bu latîfeler, tevbe mevsiminde tekrar yeşerir, çiçek açar ve meyve verirler. Bazı latîfeler ise, işlenen birtakım günahlar neticesinde ebediyen kurur, söner ve ölürler. Ama öyle anlaşılıyor ki bu latîfeler, insanın ruhî ve kalbî hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latîfelerden değildirler.
Evet, insan, günahlara girdikten sonra bile onları aşıp belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse, kalbî hayatın asıl kaynağı olan latîfeler yeniden canlanır; nefis mekanizmasının baskısından kurtulur. Hani bazı yerlerde omur kayması, bir kıkırdağın oynaması başgösterince sinir sistemi zamanla baskı altına alınıyor. Sinir sisteminin baskı altına alındığı yerlerde kısmî felç yaşanıyor. Bu baskının ağırlığı, şiddeti ölçüsünde, o felcin ciddiyeti de değişiyor. Aynen öyle de, insanı insan yapan değerler ve vicdan mekanizmasının rükünleri kendilerine zıt işleyen bir mekanizmanın baskısı altında kalınca bu sistem de artık işlemez oluyor. Şeytan ve nefis de işlemeyen bir sisteme karşı taarruzlarını rahatlıkla yapabiliyorlar.
Günah-İrade Münasebeti
Soru: Günah esnasında insan, iradesiyle değil de hevâsıyla mı hareket ediyor? Günaha karşı duruş nasıl olmalı?
Cevap: İradenin karşısında iradesizliği, kendini salmayı kullanmak lazım. Hevâya karşılık da Hüdâ kullanılmalı. Bir şey, ya Cenâb-ı Allah’ın rızasına muvafık olarak âsâr-ı Hüdâyladır veya tesir-i hevâyladır. Hevâ; heves, arzu, nefse ait şeylere olan düşkünlük, nefsî zevkler demektir ve esasen disiplinsizliğin, emir ve nehiylere karşı duyarsızlığın, prensipsiz yaşamanın ayrı bir unvanıdır. Ancak, işlenilen günahlar hevâya uyularak işlendiğinden dolayı günah deyince hep “hevâ” hatıra gelmektedir. Leyla Hanım da öyle der: “Hevâ-yı nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura hangi yüzle varayım yâ Resûlallah!” Evet, günah işlenmişse, hevâ-yı nefse uyularak işlenmiştir; yani, nefsin istekleri, arzuları, ölçü içine girmeyen ve disipline edilememiş, kıstas ve kriter kabul etmeyen kaprisleri arkasına düşülerek günaha girilmiştir.
Söz hevâda bitince sapıklık mukadderdir, günah kaçınılmaz olur. Kur’ân-ı Kerim’de meâlen, “Baksana şu kendi hevâ ve heveslerini tanrı edinen kimseye!”1 denilerek doğru yoldan ayrılan insanın zamanla kendi hevâsını ilâh gibi görmeye başlayacağı ifade edilmiştir. Zaten, bir hadis-i şerifte de, “Gök kubbe altında Allah’tan başka tapılan şeyler içinde hevâdan daha dehşetlisi yoktur.”2 buyurulmaktadır.
İnsan kararlı olmazsa, yerinde sağlam durmazsa; yani, Allah Teâlâ karşısında sürekli rükûya, secdeye kapanmazsa ve kendini hakirlerden hakir görmenin yanı sıra “Aman kopmayayım!” diye sürekli letâif-i rabbâniyesini koruma hususunda bir nöbettar gibi durmazsa hemen kırılabilir, kalbî hayatında çok çabuk çatlama olabilir. Bazen insan öyle hatalara düşer ki, bir dakikalık gaflet onu sarar, nefsindeki fena duyguları harekete geçirir. Ve insan bir hareketle, bir hamleyle hemen bu atmosferden sıyrılmazsa dönemeyeceği bir noktaya sürüklenebilir. Bundan dolayı, kul öyle bir hevâîliğe girdiği zaman hemen Hüdâ’ya yönelmeli; nefsine rağmen “Aman yâ Rabbi!” demelidir.
Bazen de fevkalâde bir inayet insanın imdadına yetişebilir. Tam fenalığa adım atacağı zaman dizinden tekme yemiş veya ayağına bir şey saplanmış gibi olur. Hemen geriye döner, o içine gömüldüğü kötü hâlden sıyrılır, tehlikeli bölgeden uzaklaşır. Fakat böyle harikulâde bir halas her zaman söz konusu olmaz. Allah muhafaza, nazarlarımız yanlış bir yöne kayar; o şaşılık, fasit bir dairenin ilk halkasını teşkil eder. O alır bizi ikinci halkaya götürür. Üçüncü halka, dördüncü halka… Derken halkaların sayısı ve derinlikleri arttıkça artar. Öyle bir noktaya gelir ki insan, tamamen boğulacağı bir derya bulur karşısında ve tutunamaz, boğulur gider dalgalar arasında. Nice serv-i revân canlar, nice gül yüzlü sultanlar, hiç farkına varmadan o deryada boğulup gitmişlerdir.
Bu sebeple, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sıhhat derecesiyle alâkalı işaretin ne olduğunu bilemediğim bir hadis-i şerifte, “Ruhunuzu hevâîlik sardığında hemen o hâlden uzaklaşmaya bakın.” buyurmaktadır. Yorganı başınıza çektiğinizde, bir yerde tek başınıza kaldığınızda veya bir ikinci arkadaşla gaflete gömüldüğünüzde, hemen o atmosferi parçalayın ve uzaklaşın oradan. Geri dönemeyeceğiniz bir noktaya çekilmeden kaçın o atmosferden.
Günahlar ve günaha çağıran davetçiler tıpkı öykülerdeki gulyabânîler gibidir. Bir tepe, iki tepe, üç tepe… Nerede karşınıza bir peri kızı gibi çıkacakları veya bir ifrite dönüşüp sizi perişan edecekleri belli olmaz. Karşınıza çıktıkları zaman da işiniz bitmiştir artık.
Gözlerimin dibinde, kılcallarda serum sızması var. Bir kere dikiş attırdık, bir kere daha attırmaya gittik, “Şimdilik gerek yok.” dediler. Bazen göz, Allah’ın izniyle, kendi kendini tamir ediyor. Fakat bazen de bir müdahalede bulunulması gerekiyor. O sızmalar, aletsiz edevatsız hissedilip görülecek hâle gelince, sebepler planında artık tedavi mümkün olmuyor. Ben de serum sızmasını anlamak için bazen bir gözümü yumup öbürüyle, daha sonra da onu yumup diğeriyle bakıyor, kontrol ediyordum. Yusuf Bey’e “Ben bunu emâresiyle nasıl sezebilirim?” dedim. Dedi ki, “Hocam! –hafizanallah– sezdiğiniz zaman zaten iş işten geçmiş demektir.” Anlıyor musunuz?! Hata, günah ve yanlış yöne atılan bir adım öyle bir noktaya çıkar ki, orada iş işten geçmiş olur.
Evet, yine tıpkı uyuşturucuya benzeyen günahlar vardır. Onlarda bir temâdî söz konusudur. Bir kere alışınca, insanın o meretten yakasını kurtarması çok zordur. Bir kere başladıktan sonra bırakmak, ilkine karşı direnmeye oranla on kat daha güçlü bir irade ister. Ama diğerlerine gelince, onlar anlık meselelerdir. Fakat onlar da insanı boğabilirler. Böyle anlık ruh haletleri içinde verilmiş nice kararlar vardır ki, insanın mânen ölümüyle sonuçlanır. O ruh hâleti içinde karar verirsiniz, fakat bitersiniz.
“Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı da, onun için ahireti inkâr ederler.”3 âyetini açıklama sadedinde Resûl-i Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse, o leke büyür, nihayet bütün kalbini ele geçirir. İşte, Kur’ân’da Yüce Allah’ın ‘Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.’ âyetinde bildirdiği pas budur.”4
Evet, mânevî hayatımızda meydana gelen öyle bir leke veya pas, Allah’tan gelen tecellîlerin mahiyetimize tam aksetmesine mâni olur, orada bir körlük oluşturur. Her bir günah, ikinci bir günaha çağırıcıdır. Bir hata, ikinci hata için bir davetiyedir. Bir kere düşme, insanın ikinci kere ciddî olarak düşmesinin mukaddemesi sayılabilir. Bir kere kayınca toparlanmaya muvaffak olursanız, o mekânda kayıldığını ve yine kayılabileceğini düşünerek oradan uzaklaşmanız iktiza eder. Fakat yine yürümeye devam ederseniz, biraz da sarsılma psikolojisi ile kayıp tekrar düşmeniz mukadderdir.
Aslında, daha baştan, öyle bir atmosfere hiç girmeme; sürekli tedbirli, temkinli yaşama; tasavvuftaki teyakkuzun baktığı ufukta dolaşma; yani, sürekli ona ait duyguların feverânını, feyezânını hissetme ve insanı hep onun huzuruna çekecek bir çevrede bulunma çok önemlidir. İnsan, veli bile olsa, kat’iyen nefsine güvenmemeli. İyi bir yol arkadaşı seçmeli. Gözleri hep üzerinde olacak, arkadaşının gözleri onun üzerinde oldukça da bir başka nazarla asla çarpılmayacak bir hayırhah bulmalı. Onun gözleri de diğerinin üzerinde olmalı. Muayene diyebiliriz buna; yani, karşılıklı bakışma, iki dostun gözlerinin birbirini desteklemesi. Böyle bir irtibatta iki göz arasına bir üçüncüsü girip çarpamaz, Allah’ın inayetiyle. Böylece o iki arkadaşa da nazar değmez.
Maslahat-ı mürsele olarak, sofîlerin ortaya koydukları riyazât gibi şeyler bu mülâhazaya matuftur. Onda bir tecrit, belli bir süre bir alıştırma ve temrin vardır. Kırk gün, insanı tehlikeli atmosferden uzak tutma, yeni bir havaya alıştırma söz konusudur. Sâlik, ilk kırk günde tam motive olamazsa, o havayı tabiatının bir yanı hâline getiremezse, yeniden bir kırk gün daha dener. Olmazsa bir kırk gün daha… Neticede insan az yemeye, az içmeye, az konuşmaya, az uykuya ve biraz da halvet hayatına alışır.
Bunu yapamayacak olan bir insan, başka türlü bir yolla kendini meşgul etmeli; Cenâb-ı Hakk’ın teyidine vesile başka bir atmosfer içinde bulunmalı ve nereye giderse gitsin, hangi işe teşebbüs ederse etsin, sürekli birilerine hakikati anlatıp, onları o noktada derinleştirme mülâhazası içinde olmalı. Gördüğü her insan hakkında, “Şunun ruhuna mutlaka bir şey duyurmalıyım, şu insana dinimi tanıtmalıyım, şuna da dalâlete düşmemenin yollarını anlatmalıyım.” demeli. Mü’min bunun dertlisi ve hatta hastası olmalı. İşte, bu şekilde, oturup kalkarken hep bunları düşünüyorsa, böyle bir riyazâta ihtiyacı olmadan Allah (celle celâluhu) karşısında iki büklüm ve kendi ubûdiyeti adına da dimdik durabilir, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Hata, nisyan ve günah deyip geçmemek lazım; bunlar insanın insanlığını zamanla aşındırabilirler. Eğer, hata, nisyan ve günah yüzde bir ihtimalle bile olsa hakikaten bir gulyabânî gibi insanı ölüm noktasına çekecek ve tehlikeye atacaksa, böyle bir ihtimalden insan çok korkmalı ve titremelidir. Meselâ, size deseler ki, “Gel, kalb ameliyatı ol; göğsünü yaracaklar; ama neticede rahat nefes alacak, daha kolay bir ömür süreceksin.” Fakat bu teklifle beraber, yüzde bir ihtimal de olsa, ameliyat masasından kalkamama ve ölüm riski de bulunduğunu söyleseler; önemser misiniz, önemsemez misiniz? Şimdilerde, kalb doktorları, ciddî rahatsız olanları teselli etmek için, birkaç sene önce yüzdelerle ifade edilen ölüm oranlarının bindelere çekildiğini; eskiden bir anjiyoda bile ölüm nispetinin yüzdelerde olmasına rağmen günümüzde ancak bindelerde kaldığını iddia ediyorlar. Ama böyle bir ihtimalden dolayı doktor, masadan kalkamamanızdan korkuyor ve ameliyat etmeden önce size ölüm riskine razı olduğunuza dair imza attırıyor. “Ben böyle bir meselenin sonucundaki riski üstleniyorum.” diyor ve imza atıyorsunuz. Doktor öyle korkuyor, siz de ameliyat odasına korkuyla gidiyorsunuz. Ameliyattan sağ salim çıkarsanız, herkes size “Geçmiş olsun” diyor. Çünkü siz, bir ölüm riski atlatmış oluyorsunuz.
Acaba insan, mânevî hayatının ölümüne sebep olabilecek şeytanî ve nefsânî tuzaklara karşı neden aynı hassasiyeti göstermez? Kaldı ki, mânevî hayat adına gulyabânîlerin ağına düşme riski, bir kalb ameliyatındaki gibi yüzde birle, binde birle de değil, çok kavî ihtimallerle ifade ediliyor. Bazen onda bir ihtimalle bile insan, kendisini helâkete, felakete atabilecek bir yola girebiliyor. Meselâ, yalnızlık bu istikamette atılmış çok yanlış bir adımdır. İki kişinin bir arada kalması bile yine yanlış bir adımdır. Çünkü, iki kişi arasında da şerde mutabakat sağlamak kaviyyen muhtemeldir.
Bazen bir televizyonun düğmesini çevirme, karşınıza çıkacak çirkin bir görüntü açısından, bu istikamette atılmış yanlış bir adımdır. Hatta mânevî hayat adına bu durumlardaki tehlike ihtimali çoğunlukla “ikide bir”e kadar çıkmakta, iki sahneden birinde ruha bir hançer vurulmaktadır. Bu açıdan biz, bu işin sonucunu hesaba katarak tehdit edici bir akıbetle karşı karşıya kalmamak için çok dikkatli olmalıyız. Bir farz veya bir vecibenin edası söz konusu değilse, gereksiz yere çarşıya çıkmamalı; boş boş gezmemeli; kalb ve ruhumuzda yaralar açabilecek herhangi bir hâdise ile karşılaşmamak için gözümüze, kulağımıza, adımlarımıza dikkat etmeliyiz. Meselâ, bir internet sitesinde kaçta kaç ihtimalle insan çirkin bir manzara görür? Eğer o riski yüzdelerle ifade ediyorsanız bence çok tehlikeli bir zeminde yürüyorsunuz. Bu tehlikeyi düşünüp ona göre davranmanız teyakkuzdur, temkindir.
Bir farz, bir vacip söz konusu değilse niye kalbimin bozulacağı yere gideyim, niçin gönlümü yaralayacak sahnelere bakayım, neden sayfalar dolusu çer çöple ruhumu bulandırayım ki? Böyle risklere girmem için tekvînî ya da teşriî emirler açısından bir vecibe olması gerekir. Meselâ, kalb krizi geçirmişsiniz, ambulansa koyup götürmüşler sizi hastaneye. Bu, tekvînî açıdan bir vecibedir. Diğer taraftan, vaaz-u nasihat edeceksiniz, tebliğ ve temsil vazifenizi yapacaksınız; o zaman da gideceğiniz yere gitmelisiniz. Çünkü, bu da teşriî bir vecibedir. Şu kadar var ki, arabaya bindiniz, çarşıdan geçtiniz… Her adımınıza dikkat edecek ve levsiyattan elden geldiğince uzak kalacaksınız. Ancak, bu durumda üzerinize sıçrayan çamur ve kirler, umumî ve kaçınılması güç sıkıntılardan (belvâ-yı âm) sayılır ve mazur kabul edilirsiniz. Aksi hâlde, bir adımın, bir duyuşun, bir bakışın hesabı vardır ötede. Sadece ötede mi? Hayır, burada da batmamanız mevzuunda sık sık karşılaştığınız inayet inkıtaya uğrar; artık inayet-i ilâhiye kesilir, yüzüne bakılmaz, elinden tutulmaz bir kaçkın olursunuz. Rahmân ve Rahîm, böyle bir akıbetten hepimizi muhafaza buyursun.
Oysaki, düşeceğiniz bir yerde, sürçtüğünüz bir anda bile çoğu zaman bir inayetle, bir riayet ve kilâetle kurtuluyorsunuzdur. Meselâ, nefis atına binmiş bir günaha yürüyorsunuzdur; hiç beklemediğiniz bir yerden bir dostunuz çıkıverir karşınıza. “Gel, bir çay içelim” der. Bir bardak çay içecek kadarlık bir sürede, ruhunun ilhamlarını boşaltır sizin sinenize. Allah söyletir, o da sizin kalb hastalıklarınıza çareler söyler. Ve ondan ayrılırken bakarsınız ki, içinizde günaha karşı bir azim kalmamış, sevap mahalli arama iştiyakı hâsıl olmuş gönlünüzde.
Fakat böyle bir himaye ve inayet için siz, size ait olan zeminde kalmalı, sınırı aşmamalısınız. Şüpheli bölgeye yaklaşmamalı, oraya kilometrelerce uzak durmalısınız. Siz, size ait sınırlar içinde kalmaya çalışırsanız; elinizde olmayarak öbür tarafa girme söz konusu olduğu durumlarda o kilâet, o vekalet, o hıfz, o riayet ve o inayet hiç beklenmedik bir şekilde karşınıza çıkar ve sizi, yürümesini bilmeyen çocuk düşeceği zaman annenin, babanın arkadan, iki omuzundan tutup onu kurtardığı gibi kurtarır. Görürsünüz, iliklerinize kadar hissedersiniz bu himayeyi. Ama siz önce kendi sınırlarınız içinde, melikin hudutlarına riâyetkar olarak kalmalısınız.
Evet, kulluk kıldan ince, kılıçtan keskindir. Varıp onun üstünde ev yapanlar da vardır, onun üzerinde duramayarak yuvarlanıp helâk olanlar da.
Maalesef, insanların görme ve idrak ufku çok dar. Dar olduğu için de hata, nisyan ve günahların kendilerine neye mâl olduğunu bilmiyorlar. Bazıları inkâr etse ve “Peygamber neden görüyor da ben görmüyorum?” diyerek maddeperest bir tavır sergilese de görebildiğimiz âlemin, şu buudların dışında, daha pek çok âlem, pek çok buud var. Görülebilecek çok şey var daha. Peygamber, vazifesi ve misyonu icabı farklı donanımıyla, sizin görme ufkunuzun üstünde çok daha farklı şeyler görüyordu. Sadece peygamber de değil; ben çehrelerde mânâ okuyan, içten geçeni duyan, dinleyen, birinin ellerine baktığı zaman onun hakkında hükmünü veren insanlar gördüm. Bunlar objektif olmayabilir; ama Allah duyurursa onlar duyar, gördürürse görür, okutursa okurlar.
Hz. Osman’ın (radıyallâhu anh) böyle bir firasetinden bahsederler. Camiye gelirken bir sokaktan geçme esnasında gözü harama ilişen bir sahabiyi üslûbunca ikaz ettiğini anlatırlar. Zaten, mü’min, Allah’ın nuruyla, basiret ve firasetle bakmıyor mu etrafına? Aranızda öyleleri vardır ki, sizin gözünüzden üç yüz mânâ okurlar. Fakat başkaları kendi görmeleri sınırlı olduğu için onun okumasına bir mânâ veremezler; o da Allah’ın sırrını vermemek için saklar kendini. Eşyanın melekûtuna açık gözler kim bilir daha ne kadar şey okuyor insanın gözünde, ağzında, kulağında, burnunda, yürüyüşünde ve duruşunda?
İşte, âh bir görülse, hata, nisyan ve günahlar ne yaralar açıyor gönüllerde!… Ah bir bilinse, bu gulyabânîler ne katliamlar yapıyor kalb ve ruh ufkunda!…
“Ben Değişmem, Benim Fıtratım Bu” Mazeretleri
Soru: Bazılarına yanlışlıkları gösterildiğinde “Ben değişmem, ben buyum. Benim fıtratım bu!” şeklinde mazeretler ileri sürüyorlar. Bu mazeretlerin doğruluk payı var mıdır?
Cevap: Öncelikle, “Ben değişmem, ben buyum!” diyen kimse hiç değişmez. Çünkü değişmeye niyeti yoktur. “Ben değişmem, ben buyum!” sözü bir bakıma doğrudur. İnsanlar hiçbir zaman bütün bütün değişmezler. Çok ciddî presten geçseler bile kendi hususiyetlerini hâlâ üzerlerinde barındırırlar. Yani, üzümün şırası, üzüm şırası olur; kayısınınki kayısı şırası… Arpanınki de boza olur. Hepsi de sıvıdır, hepsinin ekşi, az buruk tatları vardır. Birbirine benzerler; ama yine de kendilerine ait bazı hususiyetleri vardır. İşte bu söz “Herkes kendidir.” mânâsına bir bakıma doğrudur. O kastediliyorsa, bu, insanın ruh hâletiyle, psikolojik durumuyla alâkalıdır.
Fakat insanlar hiç değişmez de değildir. “Hiç değişmez” derseniz, peygamber gönderilmesinin bir anlamı olmadığını da iddia etmiş olursunuz. Çünkü onlar, potansiyel insanı mükemmel insan seviyesine çıkarmak için gönderilmişlerdir. İnsanın içindeki bir kısım istidatları ateşleme, fitilleme maksadına matuf gönderilmişlerdir. Onlar, insanları terbiyeye tâbi tutarlar. Rehabilite ederler. Böylece sadece dış görünüş itibarıyla, zahiren insan görünen fertler, hakiki insan hâline gelir. Ama herkes kendi istidadı çerçevesinde kalır; kendi kemâlât arşına ulaşır; daha ötesine gidemez. Herkes bir ölçüde yine eskilerin heyulâ dedikleri kaderî programa –kaderî çerçeve, kaderî kalıp demek daha uygun– göre şekillenir, ona göre kalır, değişmez; ama belli ölçüde işe yarayacak hâle gelebilir.
Evet, her fert terbiye ile işe yarayacak hâle, Cennet’e ehil keyfiyete gelebilir. Her insan Cehennem’den kurtulabilecek seviyeye yükselebilir. Herkes, insanlara faydalı olabilecek dereceye çıkabilir. Enbiyanın gönderilmesi buna delalet eder. Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de değişik yerlerdeki emirleri, fermanları onu gösteriyor. İnsan potansiyel olarak ahsen-i takvîm (en güzel suret) üzere yaratılıyor. Fakat âlâ-yı illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arasında mahiyet-i insaniye ibresinin oynaması söz konusu. O, arada bir yerde durabilir. İşte o durma meselesi de, insanda şart-ı âdî mahiyetinde kabul edilen insan iradesine bağlanmıştır.
Meşîet-i sübhâniye esas olsa bile Matüridî’ce bir mülâhazayla yaklaşıyoruz meseleye; insan iradesine Allah (celle celâluhu) o kadar değer veriyor ki, bu kâinatları var eden o müthiş, o muhteşem, baş döndüren kudret ve iradesini bir yönüyle ona göre hareket ettiriyor. İnsan iradesine değer verme… İster siz ona Üstad’ın Kader Risalesi’ndeki yaklaşımıyla bir meyelân deyin, isterseniz meyelândaki tasarruf deyin (iki tarafı eşit olan iki noktadan bir tanesi hakkında seçiminizi kullanma şeklinde bir tasarruf).5 Onu o küllî iradesinin tecellîsine ve illet-i tâmme diyebileceğimiz şeyin tezahürüne vesile yapmış. Onunla insan â’lâ-yı illiyyîn-i kemâlâta çıkar. Ahsen-i takvîme hakikî mazhariyetini gösterir. Bu şekilde, potansiyel olarak ahsen-i takvîme mazhar olan insan, realite planında da ahsen-i takvîme mazhar olur.
Bu durumda yukarıdaki sözü, onu söyleyen insanın durumuna, karakterine, hâline göre değerlendirmek lazım. Fakat genel mânâda “Ben değişmem, mahiyetim bu, Allah beni böyle yaratmış!” diyen insan kendine mazeret arıyor demektir ve bu söz kat’iyen doğru değildir. Ama “Herkes kendi karakterinin gereğini ortaya koyar.” şeklinde bir anlayışı seslendiriyorsa, bu doğrudur. Şâh-ı Geylanî de büyüktür, Muhyiddin İbn Arabî de. Hasan Şazelî de büyüktür, İbn Beşiş de. Diğer aktâb-ı kirâm efendilerimizin hepsi de çok büyüktür. Fakat herkesin mahiyeti, bir yere kadar o kimseye yol verir. O şahıs da kendi arş-ı kemalatına kadar; kendi varış ipini göğüslediğinden daha ilerisinin olmadığını zannederek, “Dahası yok” diyebileceği noktaya kadar yükselir ve öyle der. Ve artık sanır ki, onun yükseldiği noktadan daha ileri giden olmamıştır.
Dava-yı nübüvvetin vârisleri belli ölçüde pâyelerini bilirler; çünkü onlar pek çoğu itibarıyla, mahviyete kilitlendiklerinden dolayı “Benim üstümde daha çok mesafe var!” derler. Onlar hakkında ikrâm-ı ilâhî ve ihsân-ı ilâhî, Allah’ın nasip ettiği pek çok lütfu gizli tutması, ikramları ketmetmesi şeklinde tecellî ettiğinden; şu zamanda yaşayan bir arkadaşımızı Şah-ı Geylanî’nin yanına koysalar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda aynı rahle-i tedriste oturtsalar, yine o der ki; “Benim önümde çok yol var; ben yolun başındayım.” O hep mebdei (başlangıcı) görür. Allah onu müntehâya (neticede varılan son noktaya) muttalî kılmaz. Hatta bazen öyle bir ıttılâ olsa bile o “Bu galiba benim için bir imtihandır.” der. Mesleğimiz itibarıyla böyle olması da gereklidir.
Bu “Hiçbir mazhariyetleri yoktur” demek değildir. Belki mazhariyetlerin aldatmayanı vardır. Hele hususiyle günümüzde pek çok insanın öyle rüyalarla, yakazalarla aldandığı bir dönemde bence en büyük ihsân-ı ilâhî odur: İnsanın kendini sürekli mebde’de görmesi. İnsanın kendini yolun başında, başlangıçta görmesi, onda daimî gerilim hâsıl eder; tırmanma azmini coşturur, şahlandırır. Aynı zamanda onu fahirden, kendini beğenmeden, bir şey olma mülâhazasından da uzak tutar. Böylece o, başka şeylere de talip olmaz. Allah (celle celâluhu) onu müşîr (general) yapar; fakat o hiç farkında değildir; kendini nefer olarak görür. Önüne bazen ekstradan çerezler saçılan bir nefer gibi görür. Hâlis olduğu zamanlar da “Ben bunları istemiyorum.” der.
İnsan her zaman ihlâsa bağlı olmasa bile, bazen çok hâlisane zamanlar yakalayabilir. Öyle ki insan, dünyada verilebilecek en büyük pâyelere karşı dahi kapanır ve “O’nun rızası dışında hiçbir şey istemiyorum, hiçbir şey…” der. Cennet’in kapılarını açsalar, hurileri gösterseler de “İstemiyorum!” der. Bunu, bizim gibi mübtedîler bile bazen hissedebilir. Çünkü vicdan bunları hissedebilecek mahiyette yaratılmıştır. Tamamını, her türlü dünyevî renk ve desenin dışında kavrama müntehîlere mahsustur.
Ben halimden memnunum. Mübtedîlik hoşunuza gidiyorsa siz de dilekçe verir orada kalırsınız. Dualarınız birer dilekçe olsun. “Allahım! Mebdede, müntehadakilere mahsus hâlisane amele bizi muvaffak eyle; fakat bahtına düştük, bizleri kalben hep mebde’de tut.”
Kabz Hâlinde Yapılabilecek Hususlar
Soru: Mânevî hayatımızdaki bir sıkıntı ve kabz hâlinde ne yapmalıyız; kitap mı okumalıyız, evrâd u ezkârımızı mı artırmalıyız, nafile namaz mı kılmalıyız?
Cevap: Belki bunların hepsini belli nispetlerde yapmak icap eder. Her şeyden önce bir değişiklik, psikolojik tavır ve durum değişikliği gerekir. Psikologlar, insanın kendini yenilemesi ve üzerindeki sıkıntı hâlini atabilmesi için bir hâl, tavır ve durum değişikliğini tavsiye etmektedirler. Bazen insan ağır ve bunaltıcı bir kabz hâli yaşayabilir. Öyle bir durumda Cenâb-ı Hakk’a çok ciddî teveccüh etmesi iktiza eder. Tevbe ve istiğfar ile O’na yönelmesi gerekir. Bazen gönlün bir halvete girmesi, bir yere kapanıp yakarışa geçmesi, içini Rabbine dökmesi lazım gelir. Bazen de insanın arkadaşlarıyla oturup kendi durumunu ortaya koymasına, başkalarının düşüncelerini de yanına almasına, kendisi olarak ayakta duramayacağı düşüncesiyle başkalarına dayanmasına ihtiyaç vardır. Bazı şeyleri müzakere etmeli; lahûtîliğe açılmalı; biraz gönlünün sesini dinlemeli; ruhu sıkan o dış sâikler biliniyorsa dıştan gelen seslere, gelip çarpan gürültülere karşı biraz daha kapanmalı; vicdanda bazı şeyleri görmeye, duymaya ve hissetmeye çalışmalıdır.
Eskiden kulaklarımızı iki yandan da kapadığımız zaman duyduğumuz gürültü ve uğultunun Kevser’in sesi olduğunu söylerlerdi. Espriyle karışık söylenen bu sözün bence derin bir mânâsı vardır. Dıştan gelen ses ve gürültülere karşı kapandığınız zaman kalbinizin kan pompalamasını, vücudunuzdaki gürül gürül kan deverânını duyarsınız. Oysaki normal durumda o sesi fark etmezsiniz. Parmaklarınızın ucunu kulaklarınıza ne kadar sıkı tıkarsanız, o sesi o kadar net duyarsınız. İşte imkân varsa insanlar, içlerindeki sesi duyabilmek için bir ortam hazırlamalılar; içlerine kulak vermeli, kendi özlerini dinlemeli ve oradaki Kevser çağıltısına ulaşmalılar.
Ayrıca bir kabz hâlinde yapılması gereken şey, şahıstan şahısa, durumdan duruma da değişebilir. Önce ruhun sıkılması, kalbdeki heyecanın pörsüyüp solması, ruh dünyasının matlaşması arkasındaki sâikler düşünülmeli ve mücadele o sâiklere uygun bir plan dahilinde verilmelidir. Ruhtaki matlaşmayı açma, onu yeniden yeşertme yolları bulma, o hâli hazırlayan sebepler gözetilerek ele alınmalıdır. Her insan, dış yüzü itibarıyla hasta görüntüsü sergileyebilir. Eğer meselenin üzerine sadece bir hastalık şeklinde gidilirse tedavi zorlaşır. Oysa meseleye hastalık değil de “hasta” açısından yaklaşılırsa, daha isabetli teşhis konulup uygun tedavi yolları bulunabilir. Değişik münasebetlerle tekrarladığım “Hastalık yok, hasta var.” prensibiyle her şahıs fert fert düşünülmeli, “Bu şunun, bu da şunun hastası.” şeklinde o ferdin durumuna uygun bir tedavi yolu takip edilmelidir.
Öyle insan vardır ki, ondaki donuklaşma, duraklama, bıkkınlık, yılgınlık ve yorgunluk hâli size ait meselelerden dolayı olmuş olabilir. Küçük bir latîfe ve bir nükte ile o kilitlenmeyi açmak gerekir. Yerinde alıp bir tenezzühe çıkarmak, tenezzüh ufku itibarıyla ona bazı şeyler anlatmak iktiza eder. Bazen açıp bir kitap okumak, bir başka zaman da bazı şeyleri müzakere etmek faydalı olur.
Meselâ, insanda ibadet ü tâate karşı bir ülfet hâsıl olmuşsa ve bu hâl kalbde bir sıkıntı meydana getirmişse, o noktada zorlamamak, muhatabın o durumda kaldıramayacağı şeyleri söylememek gerekir. O durumda daha yumuşak, ümit verici ve reca duygusunu canlandırıcı bir üslûp kullanmak uygun olur. Hani ashab-ı kiram efendilerimiz, Kur’ân-ı Kerim’in ard arda gelen emirlerinin yüklediği mesuliyet karşısında çok etkilenmiş, kendi duyuşları ve hassasiyetleri ölçüsünde âdeta kemikleri birbirine geçmişti de o sırada Yûsuf sûresi nazil olmuştu. Ahsanü’l-Kasas (en güzel beyan) olarak nazil olan bu sûre, çok büyük hikmetler ihtiva ediyor, Hakîm ve Alîm isimlerinin gölgesinde enbiyâ-i izamla alâkalı bir serencâmeyi anlatıyor, ailevî ve içtimâî hayat için önemli dersler veriyordu. Veriyordu, fakat bütün o önemli dersler bir kıssa çerçevesinde anlatıldığından dolayı hem sahabe rahat bir nefes alıyor hem de ilâhî beyanın kendilerine verdiği mesajı kavrıyorlardı.
Evet, kabz halinin sâikleri farklı farklı olabilir. Bir insan bir günah işlemiş ve uzaklaşmıştır; bir başkası çok yakın olma fırsatı bulmuş, yakınlığın hakkını verememiş ve dolayısıyla uzak muamelesi görmüştür. Çok yakınlara celbedildiği hâlde, yakınların yapması gereken şeyi yapmadığı için uzaklara düşmüştür. Dolayısıyla o da kendini çok uzak görür. Böyle bir insanın içinde bulunduğu o ruh hâleti mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Bilinmelidir ki; Allah’ın izin ve inayetiyle her kapalı ve kilitli insanı bir şekilde açmak mümkündür. Fakat bir mürşide ihtiyaç vardır. Tasavvuftaki mürşidlik mânâsında demiyorum, az da olsa insanların genel ufkunu kavrayan bir rehberi kastediyorum. Bazen bir insan, birdenbire bütün duyguları dumura uğramış gibi, olumsuz, nâmüsait bir ortamda yapraklarını salan çiçekler gibi kendini salmış olabilir. Böyle bir durumda onu iyi dinlemeniz gerekir. Gücünüz yetiyorsa, gayet tatlı ve mülâyim bir eda ile onu dinlemek, bir psikanalize tâbi tutmak, içini okumaya çalışmak ve sonra da içinde bulunduğu ruh hâletine uygun bir üslûpla o sıkıntılı durumunu gidermesine yardımcı olmak iktiza eder. Bu mevzuyu Ziya Paşa’nın sözüyle şimdilik bitirelim:
Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhemi her yâreye derman mı sanırsın.
En ummadığın keşfeder esrar-ı derûnun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın.
İstidâtların Hızlı İnkişafı
Soru: İman eder etmez harbe giden ve çok geçmeden de şehit olan bir sahabiden bahsediliyor. İstidâdın çok hızlı inkişaf etmesi mümkün mü?
Cevap: Cenâb-ı Hak, bazı kullarına bu türlü fevkalâde ihsanlarda bulunabilir. Bir insan, iradesini kullanma imkânı bulduğu zaman dilimlerinde onun hakkını verirse kendine düşen vazifeyi yapmış olur ve o dilimlerin uzunluğuna kısalığına da bakılmaz. Muhyî ve Mumît olan Allah, bazılarına çok uzun bir ömür takdir buyurur, bazılarını da daha onlar gençliğin baharında iken ötelere çağırır. Önemli olan ne kadar yaşarsa yaşasın, insanın kendisine verilen fırsatı değerlendirmesidir. Dolayısıyla, çok dar bir zaman aralığında bile o iradeyi hayra kullanma ve vazifenin hakkını verme hâsıl olabilir; çok kısa zamanda kulun istidâdı inkişaf edebilir.
Zaman dediğimiz şey itibarîdir; onun hakikî vücudu yoktur. O, mekânla alâkalı itibarî bir buuddan ibarettir. Cenâb-ı Hak murad buyurursa, insana bir bast-ı zaman nasip eder; ona imanını inkişaf ettirecek öyle bir dakika verir ki, o tek dakika başkalarının senelerine müsâvî olur.
İşte, o sahabi efendimiz de kendisine verilen tek atımlık oku tam hedefine isabet ettirmiş, fırsatı iyi değerlendirip iradesinin hakkını vermiş ve ruhunu Allah’a teslim ettiği o anda, senelere müsâvî gelecek bir bast-ı zamana girmiştir. (Allahu a’lem.)
Cennet ve Cehennem bugün de vardır. Fakat bugün nüve hâlindedir ve an be an inkişaf etmektedir. Bir telkih (aşılama) vetîresine benzer şekilde, insanın amelleri de bir embriyolojik süreç içindedir; yapılan her hayırlı iş Cennet meyvesini vermek üzere aşılanmaktadır. Bazen, milyonlarca spermden sadece birisi aşı tutsa doğum meydana geldiği gibi; insanın binlerce amelinden biri hedefine ulaşsa onun için de Cennet kapıları açılır. Bahsi geçen sahabide olduğu üzere bazen şehitlik gibi bir tane amelle aşılanma gerçekleşir ve Cennet meyvesi elde edilir.
Bazıları, kavî iman eder; ama amel etme imkânı bulamaz. Cenâb-ı Hak, lütf-u ilâhî olarak onları da amel etmişler arasında haşruneşr edebilir. Fakat amel etme imkânını bulduğu hâlde, o fırsat ve imkânı değerlendirmemiş olanlar, amele terettüp eden inkişaftan mahrum bırakılırlar. Çünkü, “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Sa’y u gayretinin semeresi ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tamı tamına ödenecektir. Elbette son durak Rabbinin huzuru olacaktır. O’dur güldüren ve ağlatan; O’dur öldüren ve yaşatan.”6 (Allahım, bütün işlerimizin neticesini hayırlı eyle ve bizi dünyada rezil rüsvay olmaktan ve ahiret azabından koru.)
Cehennem’den herkes korkmalı. İnsan, ateşe itikadî ve amelî yırtıklardan dökülür ve yanar. Yoksa, itikadında kırıklık ve amelinde yırtıklık olmayan bir insanı Cehennem’e koysalar; vücudun, dışardan gelen yabancı bir cismi dışarı atması gibi Cehennem de ona “Çabuk çık git buradan, ateşimi söndürüyorsun.” diyecektir. Bundan dolayı, bir hadis-i şerifte ifade buyurulmaktadır ki, bazı insanlar Sırat’tan geçerken nurları Cehennem’e aksedince Cehennem, “Çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz.”7 diye feryat edecektir.
İmkânı olduğu hâlde, imanın aksiyon boyutundan mahrum kalan amelsiz birisi, Cehennem’in yakıtı gibidir. Bir kul, ne yapıp edip iman ve amel zırhını giymeli ve bu suretle ateşten korunmalıdır. İşte, sizin vazifeniz, insanlara öyle bir zırhı giydirme vazifesi olduğundan, dünyada bütün vazifelerin üstündedir. Meselâ, deseler ki; büyük bir yangın çıktı, her tarafı alevler sardı ve ateş sizin evinize de düşmek üzere. Fakat amyant ötesi bir şey icat edildi; bunu giyer, evinizin duvarlarını onunla döşerseniz, yangın değil bomba bile atılsa hiç etkilenmezsiniz; eviniz yanmaz, siz de ölmezsiniz. Eğer aklınız ve şuurunuz yerinde ise, böyle bir durum ve bu türlü bir teklif karşısında elinizdeki bütün imkânları değerlendirir ve o maddeyi, ondan yapılmış elbiseyi satın alırsınız. İşte, Cehennem alevlerine karşı amyant ötesi madde, iman ve ameldir. Sizin vazifeniz de insanlarda iman ve amel şuurunu uyarmaktır.
İnsanın Kapasite ve Sınırı
Soru: Bir insan “Benim kapasitem ve sınırım bu kadar!” diyebilir mi?
Cevap: Eğer mevzu, Cenâb-ı Hakk’ın teklif dairesi içinde bir husus ise, böyle bir söz doğru değildir. Allah Teâlâ, insana takatini aşan hiçbir şey teklif etmemiştir. Beş vakit namaz, hac ve zekât gibi ibadetler nefse ağır gelebilir. Fakat usûlcülerin dediği gibi bunlar, beşere yüklenebilecek, onların da taşıyabileceği türden vazifelerdir. Tıpkı bir merkûbun (bineğin) belli kilogram yük taşıma kapasitesi olduğu ve üzerine o ölçüde yük vurulduğu gibi, insanın ne kadar yük taşıyacağını bilen Hâlık-ı Kerim, onu fıtratına uygun bir kısım sorumluluklarla mükellef kılmıştır.
Teklif dairesinde insanların hevâ ve hevesleri ölçü değildir; beşeri yaratan “Yüce Kudret” onu en iyi bilendir ve onun yapısına, tabiatına ve takatine münasip şeyleri ondan ister. Meselâ, namaz kılmak, hususiyle de sabah namazına kalkmak, bazılarına çok zor geliyor olabilir. Oysa, ne sabah namazı ne de diğer namazları kılmak bir yük, bir zorluk ve kulun sırtında bir sıklettir. Bilakis, insan onu fıtrat hâline getirdi mi, namaz bir haz kaynağı, bir ferahlık vesilesi, bir güç ve kuvvet menbaı olur. Fakat bazen insana yerinden kalkmak bile ağır gelebilir. Sabahtan akşama kadar sırtüstü yatan, salondan kalkıp mutfağa gitmeyi bile çok yorucu bir iş bildiğinden televizyonun karşısına meşrubat dolapları koyan, borular döşeten günümüzün zavallı insanı ıtrahâtı dahi bir angarya ve çok ağır bir iş görüyorsa, namazı da ruhunu ezen bir yük ve altından kalkılmaz bir teklif olarak görebilir. Ama onun çarpık anlayışı ve tembelliği ölçü değildir.
Eğer sorumluluklarımızı Allah (celle celâluhu) yüklemişse, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ve tahmil etmişse, onlar hakkında “Bizim takatimizi aşan şeyler.” diyemeyiz. Bu söz yalan olur. Bize takatimizin üstünde hiçbir sorumluluk teklif edilmemiştir. Nereye kadar? Ölmeye kadar, çoluk çocuğumuzu kaybetmeye kadar, –Allah uzak etsin– evimizin yanmasına, hicret için yurdumuzu yuvamızı terk etmek zorunda kalmamıza kadar… Bunların hiçbirisi “teklif-i mâ lâ yutak” değildir. Ama tembelliğe, rahata ve dertsizliğe alışmış olanlar; bunları, altından kalkılması çok zor olan ağır yüklerin insanın sırtına yüklenmesi gibi görebilirler.
Felâket günlerimize destan yazan merhum Âkif der ki;
Viranelerin yascısı baykuşlara döndüm.
Gördüm de hazânında bu Cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbülü olurdum.
Yâ Rab beni evvel getireydin ne olurdu!
Zannediyorum, hepimiz Fatih’le beraber İstanbul surlarına çıkmayı arzu ederiz. Hepimiz Yavuz Selim’in yanında “Kutlu Nebî”nin kılavuzluk ettiği seferde bulunmak isteriz. Fakat ben merhum şairin bu sözlerini her hatırladığımda diyorum ki, “Yâ Rab! İyi ki bizi evvel getirmemişsin, kim bilir ne olurduk!” Çünkü, o günlerde her on haneden ikisine iki tane şehit düşerdi; her gün vatanın dört bucağından feryad-u figan yükselirdi. Şimdilerde –Allah tek bir acıyı da göstermesin– bir askerimiz şehit düşüyor, yüreğimiz yanıyor, ağlıyoruz. O günlerde ise binlerce insan ölüyordu. Biz sadece Çanakkale’yi biliyoruz; ama o savaşların hiçbirinde binden az insan ölmemiştir ve her savaşta binlerce aileden feryat kopmuştur. İşte, o zor günler, meselâ, bir İstiklâl Harbi de “teklif-i mâ lâ yutak” değildir. Fakat günümüz şartlarında düşünürsek, o günler bizim için katlanılması imkânsız zaman dilimleridir.
Bazı şeyler de vardır ki, bunlar dinin emretmediği, şahsın kendi kanaat ve kararının bir sonucu olan hususlardır. Meselâ, nefsini dizginleme yolları arayan bir insan, “Ben günde bir öğün yemek yiyeceğim.” diyebilir ya da “Bir yabancı memlekette, vatanıma hasret yaşasam da, dört beş sene Rabbimi anlatacağım.” diye kendi kendine söz verebilir. Cenâb-ı Allah’ın, o insanın söylediği şekilde bir teklifi yoktur; öyle bir vazife tahmil etmemiştir kuluna. İnsan, bunları, o şekilde yapmazsa sorumlu olmaz; fakat yaparsa, fedakârlığının karşılığını görür. Bu fedakârca bir davranıştır.
Kezâ, insanın mânevî hayatı adına bir derinleşme mevzuu ve ilme’l-yakîni ayne’l-yakîn seviyesine yükseltme, kabilse onu hakka’l-yakîn sınırına götürme hususu da insana teklif edilen şeylerden değildir. Fakat bir insan bunların arkasında olursa; Allah indinde, derinleşmesinin mükâfatını görür.
Bir toplum da, “teklif-i mâ lâ yutak” olmamak üzere bazı hususlarda aralarında mütabakat sağlarsa; meselâ, “Ülkemizin dört bir yanında eğitim faaliyetlerine katkıda bulunalım. Her birimiz millî kalkınmanın gönüllü erleri olarak çalışalım. Yarının ümidi nesillerimizi seviyeli yetiştirelim.” der ve bunun gereklerini yerine getirirse; bu duygu, karar ve salih amel her türlü takdirin üstündedir. Fakat bu da güç yetirilmez bir işin omuza yüklenmesi demek değildir.
Dinimizde, “Bu ağır yükü götüremiyorum” denebilecek hiçbir mesuliyet yoktur ve böyle bir sözü söylemek sadece bir mazeret ve bahaneden ibarettir, yanlıştır.
Takvanın İki Buudu
Soru: Üstad Hazretlerinin “Sanmayın ki Müslümanlar dünyayı bilmiyorlar” ifadesini ve bazı insanların bunu böyle zannetmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Evet, Üstad Hazretleri, “On Yedinci Lem’a”da “Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hâle düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hisselerini unutmasınlar?”8 buyuruyor.
Müslümanların dünyayı bilmediği söylenemez. Ne var ki, onlar, dünyayı kendi akîdelerine ve Kur’ân’ın ölçülerine göre değerlendirirler. Dünya ve ahiret arasında bir denge gözetirler. Ellerindeki imkânları ahireti kazanmaya sarf ederlerken dünyadan nasiplerini de unutmazlar. Dünyanın “esmâ-i ilâhiye”ye bakan yönünü ve ahiretin bir mezrası olması veçhesini çok sever, onu sadece insanın nefsine ve şehvetine bakan yönüyle kerih görürler. Ben malûmunuz olan bu meselede uzun boylu durmayacak, başka bir hususa dikkatlerinizi çekeceğim.
Bizim dünyamızda, belli bir dönemde, tekvînî emirlerin okunması ve onların da dikkate alınması ihmal edilmiş. Takvanın çok önemli bir buudu saydığımız “tekvînî emirleri gözetme” ve “Kur’ân’dan istifade etmede de mühim bir faktör olan kâinat kitabını okuma” esaslarını iptal edince, onlara gereken değeri vermeyince kaybetmiş ve ezilmişiz. Dahası, Batı’nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve hatta her şeyden kat-ı nazar ederek onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüşüz. Batı’nın ilerlemesini ve başarısını, dünyaya im’ân-ı nazar etmelerine bağlamışız. Bu defa da, “Kevnî kanunları okuyacak, değerlendirecek ve onlara yetişeceğiz.” demiş; ama çok garip bir şekilde, kendi elimizdeki mukaddes bildiğimiz değerleri bir kenara atarak işe başlamışız.
Geçenlerde bir tanesi –hâşâ– “Allah, fay may işine karışmaz ki!” diyor. Bakıyorsunuz, baştan dalâlete gidilmiş. Bir başkası, felaketli günlerimizde yazdığı bir kitapta, “Meseleleri dua ile falan halledeceğinizi zannetmeyin!” diyerek ibadetle, iyi mü’min olmakla problemlerin hallolmayacağını söylüyor ve mânevî dinamiklerimizi bütün bütün gözardı ediyor.
Oysa, iyi mü’min olmak çok önemli bir şeydir ve kâinat kitabını doğruca okumak ve tekvînî emirleri gözetmek de iyi mü’min olmanın bir gereğidir. Siz tekvînî emirleri okumayı, ilmî ve teknolojik gelişmeleri ele alırken, o mevzudaki ihmali giderme iddiasına girerken, beri tarafın ne kusuru var da kendi değerlerimizi tamamıyla bir kenara atıyorsunuz? Zannediyorum, karşı tarafın hokkabazlığı ve illüzyonu bizim insanımızı da tuhaf tuhaf konuşmaya sevk ediyor, çok farklı düşündürüyor.
İnanan insanlar söz ve ifadelerine dikkat etmeli. Meselâ, bir onkoloğun bir hastası kansere yakalanmış, metastas olmayan yeri kalmamış. O doktora düşen, yine de kestirip atmamak, tedbirli konuşmaktır. Demelidir ki, “Esbab açısından şöyle görünüyor. Ama eskiden beri en kötü durumlarda bile söyleyegeldiğimiz üzere, Allah’tan ümit kesilmez.” Evet, öyle bir durum olur ki, her şeyin bittiğini zannetiğimiz bir anda adam döner, elini kolunu sallaya sallaya geriye gelir. Temkinli, dikkatli konuşmak lazım. Yoksa hiç farkına varmadan sebeplere tesir-i hakikî vermiş oluruz. Müsebbibü’l-Esbab’ın güç ve kudretini her yerde ve her vesileyle hatırda tutmamız lazım geldiği gibi, orada da hatırlamalı ve zikretmeliyiz.
Bu konuda, Cenâb-ı Hak için “müdahale” sözünü kullanmak yanlıştır; “müdahale” demek beni çok rahatsız ediyor. Çünkü, müdahale, ara sıra bir şeye el uzatma, parmak sokma demektir. Oysa, biz her zaman her şeyimizle Cenâb-ı Hakk’ın kudret elindeyiz. Hatta bu hususa iyi uyanmış bir şuur, “Biz var mıyız, yok muyuz?” meselesinin münakaşasını yapar. Mustafa Sabri Efendi, cebr-i mutavassıta dönmeden önce bile bir kitabında, Haşim Nahit’in Musa Bigiyef’i göklere çıkardığı Türkiye’deki İ’tila Yolları adlı kitabına verdiği cevapta diyor ki; “Bir mübtedînin Kaderî, Mutezilî olmaması ve bir müntehînin de Cebrî olmaması mümkün değildir.”
Evet, eğer kalbinizin atışlarında bile Cenâb-ı Hakk’ın elini görüyorsanız nasıl “Ben” diyebilirsiniz ki? O kalb atışını, damarlara, adelelere nasıl bağlarsınız ki? Şimdilerde, maalesef, natüralizm ve rasyonalizm öylesine öne çıktı ki; pek çokları bir mânâda, bir ölçüde tam bir determinist gibi düşünüyor ve konuşuyor.
Az önce de ifade ettiğim gibi, tekvînî emirlerin iyi okunmaması, yani takvanın o yanının ihmal edilmesi, Müslümanların zillete maruz kalmasını netice veriyor. Bu defa da, bir taraftan Müslümanlar aşağılık duygusu içine giriyor ve başkalarını taklide başlıyorlar. Bir fasit daire oluşuyor. Bir diğer taraftan da, başkalarına söz dinletmek zor oluyor. Batılı, bize tepeden bakıyor. Sanki ilmî ve teknolojik başarı, konuşmanın minberi, mihrabıymış gibi davranıyor. O minberde değilsen kimseye bir şey anlatamazsın. Aşağıdan bağırdığın sürece, söylediğin sözler Hz. Mesih’in solukları bile olsa yukarıda kimseye tesir etmez. Bu açıdan tekvînî emirlerin iyi okunmasının zaruret ve lüzumuna inananlardanım. Bu meselede ısrar ediyorum ve Üstad’ın işaretine de fevkalâde itimadım var.
Ancak unutulan bir şey daha var ki, her şey bu dünya demek değildir. Yenik olsanız ne olur? Ömrünüz zindanda geçse ne olur? Hiç başarılı olmasanız ne olur? Hz. Zekeriyya (aleyhisselâm) başarılı mı olmuş! Hz. Yahya (aleyhisselâm) başarılı mı olmuş! Meseleyi sadece dünyevî başarı ve muvaffakiyete bağlamak doğru değildir. O, Allah’ın bileceği bir husustur. Biz bir imtihan dünyasındayız. Burada seni ezer, öbür tarafta Cennet’ine kor. Ölçü, şu kısacık dünya hayatındaki üstünlük, başarı ve rahat bir hayat değildir; burayı bir tarla gibi değerlendirip ahirette Cennet meyveleri dermektir.
Bu mevzuyu da, daha önce arz ettiğim bir latîfeyle bitireyim. Yahya Efendi, Niyazî-i Mısrî’yi devrin padişahına şikayet edince, Niyazî-i Mısrî bir adaya sürgüne gönderilir. Belli bir süre sonra Yahya Efendi de aynı adaya sürgün edilir ve üstelik, altlı üstlü aynı binaya düşerler. Şu kadar ki, Yahya Efendi üstte, Niyazî-i Mısrî alttadır. Niyazî-i Mısrî, Yahya Efendi’ye, “Ne haber, sen de sürgüne geldin?” deyince, beriki, “Öyle; ama ben üst kattayım!” der. Bunun üzerine, Niyazî-i Mısrî de şu cevabı verir: “Ne fark eder? Tebbet de İhlâs’ın üstünde!”
Şükür-Kulluk Münasebeti ve Hz. Davud (a.s.)
Soru: Efendim, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Davud’un ailesi şükre çağrılırken اِعْمَلُۤوا أٰلَ دَاوُۧدَ شُكْرًا9 denmesindeki hikmet nedir?
Cevap: Evet, söylediğiniz âyet-i kerime meâlen, “Ey Davud hanedanı, şükür gayreti içinde olun. Kullarımdan gereği gibi şükredenler çok azdır.”10 şeklindedir.
Âyet-i kerimede, pek çok nimete mazhariyeti itibarıyla, başta Hz. Davud olmak üzere, onun soyundan gelen insanlar şükretmeye çağrılıyor. İsrailoğulları, Hz. Davud zamanında en parlak dönemlerini yaşamışlardı. Davud (aleyhisselâm) Kudüs’ü fethetmiş, onu kendisine başkent yapmıştı. O, hem hükümdar hem peygamberdi. İsrailoğullarını kırk yıl idare etmişti. Hz. Davud’un yerine oğlu Hz. Süleyman (aleyhisselâm) geçmiş ve o da peygamberlikle yüceltilmişti. Hz. İbrahim’le işaret edilen, Hz. İshak’la üzerinde durulan, Hz. Yakub’la rüya hâline gelen ve sonra ta Hz. Davud ve Hz. Süleyman (aleyhimüsselâm) döneminde bir devlet hâline gelen bir ideal gerçekleşmişti.
Peygamberler, özel donanımlı, hususî insanlar olduğundan ve vazifeleri nazara alındığından, onlara dâhi denemeyeceği gibi; peygamberlerin yaptıkları işlere de dâhiyâne ve hedefledikleri şeylere mefkûre denemez. Ziya Gökalp, idealin yerine mefkûreyi kullanmıştı. Çünkü, yaptıkları şeyler kendi düşünceleri değildir. Bu yönüyle, onların hedeflerine bir gâye-i hayal demek daha uygundur ki, Üstad Hazretleri de o tabiri kullanmıştır. Gâye-i hayal; yani, inanmış bir insanın gönlünde kurgulayabileceği, tasarlayabileceği, tasavvur edebileceği, Allah’ın rızası gibi, i’lâ-yı kelimetullah gibi, iyi insan olma gibi mefkûreler, düşünceler, beklentiler ve hedefler halitasından meydana gelen bir yüksek hedef…
İşte, çok güzel bir sesi olduğu, kendisine verilen Zebur’u okumaya başlayınca, dağların ve kuşların onu dinlemek üzere etrafında toplandıkları, bir gün oruç tutup diğer gün iftar ettiği bildirilen Hz. Davud döneminde o gâye-i hayale ulaşılmıştı. Sadece “emri bi’l-maruf nehyi ani’l-münker” vazifesini yapma değil, arzu ettikleri “Arz-ı Mev’ud”da oturma da değil, aynı zamanda “Arz-ı Mev’ud”da devam ve sebatı sağlayabilecek bir güç de lütfedilmişti. Hem öyle bir güç ki, Hz. Süleyman (aleyhisselâm) Sebe’den gelen elçiye “Sen dön ve onlara de ki; biz onların üzerine, karşı koyamayacakları ordularla yürüyeceğiz. Onları yurtlarından mağlup ve zelil olarak çıkaracağız.”11 diyebiliyordu.
Kur’ân’da, Hz. Süleyman’ın asla kâfir olmadığı vurgulanmakta ve Allah’ın (celle celâluhu) ona vahyettiği açıklanmaktadır. Hidayet ve nübüvvete kavuşturulduğu; adaleti tatbik konusunda babasını dahi geçtiği; kendisine ilim verildiği; kuşların dilini anladığı; cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığı bildirilmektedir. Hz. Süleyman’ın en önemli hizmetlerinden biri, “Sebe Melikesi”nin onun maiyyetinde Müslüman oluşudur. Rüzgârın Hz. Süleyman’ın emrine verildiği; erimiş bakır madenlerinin onun için sel gibi akıtıldığı; cinlerden bir kısmının onun emrinde çalıştığı gibi hususlar Kur’ân’dan öğrendiğimiz hususlardır. Hz. Süleyman’ın daima Allah’a yöneldiğini; imtihan edilmesi üzerine, Rabbinden bağışlanma dileğinde bulunduğunu ve kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlığı Rabbinden istediğini de yine Kur’ân’dan öğrenmekteyiz.
Evet, ister mefkûre, ister gâye-i hayal deyin; isterseniz de “Allah’ın, vaadettiği şeyi o insanlara verdiği imkânlarla tahakkuk ettirmesi” deyin, onlara pek çok şey lütfedilmiştir. Bundan dolayı, sadece Hz. Davud değil, onun diğer çocukları ve hususiyle de onun yerine geçen Hz. Süleyman (aleyhisselâm), hem peygamberlikle şerefyâb kılınmışlar hem peygamberlerin hayalindeki bir hülyayı, bir rüyayı gerçekleştirmiş, Rabblerinin adını her tarafta duyurmuşlar ve hem de o işi teminat altına almış, sarsılmaz bir güce sahip olmuşlardır. Ayrıca, milletleri de onlardan memnun kalmış; şuradaki buradaki hırgür, güftugû kesilmiştir. İşte, bütün bu nimetlere mazhar olan, Cenâb-ı Hakk’ın apaçık mevhibeleriyle nimetlendirilen insanlara hitap edilirken deniliyor ki; “Ey Davud hanedanı, şükür gayreti içinde olun.”12 Yani, sizin sürekli yaptığınız bir ameliniz, bir işiniz de şükür olsun.
Aslında şükür kelimesinin, namaza, oruca, zekâta ve hacca da taalluku vardır. Çünkü, fikrî, zikrî ve amelî şeklinde gruplandırabileceğimiz şekilde fikirle, zikirle ve amelle yapılan şükürler vardır. İnsan düşünerek de şükredebilir; nimetleri derince duyar, onlar karşısında bazen ezilir bazen iki büklüm olur, bazen hicap içinde buruklaşır, bazen اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ , اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ sözleriyle coşar, bir başka zaman da nasıl şükredeceğini bilememenin aczini yaşar ve “Sana hakkıyla şükredemedik ey her türlü şükürle, hamd ü senâyla anılması gereken Meşkûr!” der ve kendini ibadet ü tâate verir, başını yere kor, O’na karşı içinde beslediği minnet duygusuyla inler. Fakat âyette sadece “şükür” kelimesinin kullanılması, umumî ubûdiyete çağrıyı hâsıl edeceğinden, daha yerinde ve daha mâkuldür. Yani, Allah’tan (celle celâluhu) gelmiş ve onlara ulaşmış nimetlere karşı kavlen, hâlen ve fiilen mukabelede bulunma mânâsına gelen şükür sözü, tâlî olarak başka mânâları çağrıştırsa da, o andaki mazhariyetler itibarıyla bu kelimenin seçilmesi en mâkul ve münasip ifade tarzıdır. (Allahu a’lem)
Hakikî Şükür ve Süleyman’ın (aleyhisselâm) Şükür Talebi
Soru: Efendim, Süleyman’ın (aleyhisselâm), şükre muvaffak kılması için Cenâb-ı Allah’tan yardım istemesini kendi adımıza nasıl değerlendirmeliyiz?
Cevap: Neml sûresi, Süleyman’ın (aleyhisselâm) şükredebilmek için yardım istemesini ve o duasına vesile olan hâdiseyi meâlen şöyle anlatır: “Günün birinde, Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplanmış, hepsi birlikte, düzenli olarak kendisi tarafından sevk ediliyordu. Derken Karınca Vadisi’ne geldiklerinde, onları gören bir karınca ‘Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin! Süleyman ve orduları, sizi fark etmeyerek ezip çiğnemesinler!’ diye seslendi. Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek ‘Yâ Rabbi!’ dedi, ‘Beni nefsime öyle hâkim kıl ki, gerek bana gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim, seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim. Bir de lütfedip beni salih kulların arasına dahil eyle!”13
Hz. Süleyman aleyhisselâm, babası Davud (aleyhisselâm) aracılığıyla kendilerine şükür emredildiğini; verilen onca nimete aynı ölçüde mukabelede bulunmanın da sadece Allah’ın yardımıyla mümkün olacağını biliyor ve “Sen bizi tutar, destekler, teyit buyurur ve kalbimizi, ruhumuzu, hissimizi açar, bir lisanla bin türlü şükretme imkânını bahşedersen Sana ancak o şekilde lâyıkıyla şükredebiliriz.” mânâsına gelen bir talepte bulunuyor.
Hani insan ister ki, evliyâullaha müyesser olduğu gibi öyle bir tesbih çeksin, bir tesbihe binlerce “Sübhanallah”ı sığdırsın; bir defa desin, ama binlerce tesbihi birden demiş gibi kalbi açılsın. Bu hâl mümkündür ve o çok büyük, engin bir kalbe vâbestedir. İşte Süleyman Nebi gibi peygamber efendilerimiz ve ehlullahtan bazı Hak erleri zerrât-ı kâinatı âdeta tesbih tanesi gibi kullanır; bir tesbihle binlerce “Sübhanallah”ı seslendirirler. Allah’a karşı şükürde bulunacaklarsa, bir kapıdan “Şükür!” der; ama şükür sesini, hamd sadâsını yüz kapıdan birden yükseltir; fakat yine bunu da az görürler. Çünkü onlar, nimetlerin farkındadırlar. Farkında olmak, o nimette bir enginlik hâsıl eder onların gönlünde. Yapıp ettikleri fiilî, kavlî ve fikrî hiçbir şükrü yeterli görmezler ve “Ben bu nimetlerin şükrünü eda edemem.” der şükrü daha iyi eda edebilme yolları ararlar.
Onlardaki bu hâli şöyle düşünebilirsiniz: Biz, bir sofrada yemek yer, ellerimizi kaldırır, dua ve şükrederiz. Dua ve şükrümüz, bir yönüyle sadece yediğimiz yemek etrafında döner. Oysaki, kalbimiz engin olursa, biz yediğimiz o yemeği, dün yediğimiz, ömrümüz olursa yarın yiyeceğimiz yemekle ve aynı zamanda sevdiğimiz insanlara lütfedilen rızıklarla, bütün mü’minlerin yemekleriyle beraber duyar, Rezzâk-ı Kerim’in topyekün varlığı rızka boğmasını hisseder ve kendimizi çok azim bir nimet sofrası önünde buluruz. Buluruz da, sadece o an soframıza konan nimetleri değil; bütün varlığa bahşedilen lütufları tahayyül eder, ağzımız kuvve-i zâikasıyla o nimeti tattığı, gözlerimiz onlardan ayrı bir zevk aldığı, kulaklarımız bambaşka bir haz zemzemesi duyduğu ve letâifimiz apayrı bir lezzete açıldığı gibi herkese verilen bütün rızıkları nazara alarak bütün zerrelerimizle şükrederiz. İşte, sadece mevcut nimetlere “Elhamdülillâh” deme başkadır; engin gönüllü insanların geniş bir kapı aralayıp bin dille şükretmeleri başkadır. Birisi kalıplar arasında sıkışmış, çok dar bir teşekkür; öbürüyse binlerce dille seslendirilen geniş bir şükürdür.
Evet, şükre esas teşkil edecek, ister doğrudan doğruya, isterse de şöyle böyle şahsımızı, insanî hislerimizi alâkadar eden, bizde bir ilgi uyaran başka varlıklara ait ne kadar nimet varsa onların hepsini birden nazar-ı itibara alarak Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunup اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ demek, o lisanlar sayısınca birbirini çağrıştıran ve nâmütenâhî keyfiyete bürünen bir şükür olur. Fakat böyle bir şükür dahi, Zât-ı Ulûhiyet’in büyüklüğüne uygun değildir. İşte Süleyman (aleyhisselâm) bunun idrakıyla “Yâ Rabbi!” diyor, “Beni nefsime öyle hâkim kıl ki, gerek bana gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim.”14 Cenâb-ı Hak’tan kendisini teyit etmesini, ona zahir olmasını istiyor. Ayrıca, salih amel hususunda da Allah Teâlâ’nın inayetine sığınıyor. Ve dahası, salih amel isterken de Rahmân u Rahîm’in rızası hangi amel ve hangi yönde ise ona muvaffak kılınmayı, O’nun rızasına ermeyi talep ediyor.
Soru: Efendim, Süleyman (aleyhisselâm) “Sebe Melikesi”nin tahtını bir anda kendi yanında bulunca hemen onun da Allah’ın bir ihsanı olduğunu söylüyor zannediyorum.
Cevap: Evet, Neml sûresinin kırkıncı âyetinde bu şükran hissi ifade ediliyor. Âyet-i kerime meâlen şöyledir: “Ama nezdinde kitaptan ilim olan bir zât da ‘Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu (tahtı) getirebilirim.’ der demez, Süleyman, kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görünce ‘Bu, Rabbimin lütuflarındandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım diye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehine olarak şükreder, nankörlük eden ise bilmelidir ki Rabbim onun şükründen müstağnidir, onun şükrüne ihtiyacı yoktur, O’nun ihsan ve keremi boldur.’ dedi.”15
Hz. Süleyman’ın oturduğu Filistin ile Sebe arasındaki mesafe iki bin kilometreden fazlaydı. Cenâb-ı Hak ona, bir mucize olarak, o mesafeden kraliçenin tahtını getirme imkânı vermişti. Bir kuvve-i kudsiye ile onun yetiştirdiği, ledünniyâta vâkıf bir zât, eşyanın naklindeki sırrı çözmüş, bugünün ses ve görüntü naklinin çok ötesinde –tabir caizse– bir teknolojiyle, bir mucize olarak eşyayı aynen nakletmiş, göz açıp kapayıncaya kadar kilometrelerce ötedeki taht onun yanına gelivermişti. Hz. Süleyman tahtı yanında görür görmez هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي “Bu da Rabbimin lütuflarından biridir.”16 demişti. Bu söz, kendini bilme ve Rabbini tanımanın ifadesiydi; “Bu mucize iş benden değil, vesile olan o şahıstan da değil, bu da Allah’ın bir lütfudur, bu nimet de Rabb-i Kerimimdendir.” demekti. Kutlu nebi bu sözüyle Cenâb-ı Hakk’a karşı minnetini ifade ediyordu. Yanındaki insanlar, bu seviyede bir ruh hâletini paylaşmıyorlarsa onları da ikaz ediyor ve ins ü cinne de ders veriyordu.
Evet, hayatın merkezine rızık konmuş ve o da şükre bağlanmıştır. Açıktan açığa değişik nimetlere mazhariyetleri itibarıyla Hz. Davud ve Hz. Süleyman’la (aleyhimesselâm) alâkalı konularda şükür kelimesine çok rastlamak mümkündür. Onlar hem pek çok nimete mazhar olmuş hem de şükür üzerinde derince düşünmüş, her nimetin çehresinde Cenâb-ı Hakk’ı görmüş ve sürekli şükür atmosferinde yaşamışlardır.
Başarı ve Mağlubiyet Karşısında “İnanmış İnsanın Nitelikleri”
Soru: Hocam, “İnanmış İnsanın Nitelikleri” başlıklı yazınızdan iki cümle okumama müsaade eder misiniz? Şöyle buyuruyorsunuz: “Kazandıkları ve başarıdan başarıya koştukları zaman, bir taraftan imtihan geçiriyor olma endişesiyle tir tir titrer; diğer taraftan da şükran hisleriyle iki büklüm olur ve sevinç gözyaşlarıyla boşalırlar. Kaybettikleri zaman sabretmesini bilir, azimle gerilir ve bilenmiş bir irade ile ‘Yeni baştan…’ der yola koyulurlar. Ne nimetler karşısında küstahlaşır ve nankörlük ederler ne de mahrumiyetlere dûçâr olduklarında yeise düşerler.”
Cevap: Cenâb-ı Hak, aklımıza getirmiş ve söyletmiş; hamd O’na, minnet O’na. Evet, esas olan da odur; ne Rabbimizin lütuflarını hafife almalı, hiç olmamış gibi görmeli ne de onlara sahip çıkıp nefse mâl etmeli. Üstad Hazretleri ne güzel ifade ediyor; “Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, ‘Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.’ Eğer sen tevazukârâne desen, ‘Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?’ O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur.”17
Gördüğünüz gibi, dinimizin ölçüleri çok sağlam; ne var ki, anlayışlar sağlam olmayınca bazen çarpık anlamalar, yanlış yorumlar duyuluyor.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي Ama israf yapıyorsak ve hakkını vermiyorsak!… Fakat zannediyorum hepsinden böyle birer parça tadıp, o nimette, öbüründe, bir başkasında, yani teker teker her nimetin çehresinde Cenâb-ı Hakk’ın mührünü görmek; ihsanlarının nümâyân olduğunu müşâhede etmek; neticede şükür hissini coşturmak ve O’nu senâ etmek için tatmaya izinliyiz. Ama tıka basa yeyip o nimeti israf etmeye izinli değiliz.
Nimetin kadrinin daima bilinmesi, onun nimet olduğunun sürekli hatırda tutulması, ona karşı göz yumulmaması için tıka basa olmamak lazım. Varlık içindeyken ölçüyü korumak lazım. İnsanın elinde yoksa, fakirse zaten ancak yaşayacak kadar yer. Fakat asıl takdire şâyân olan, elde imkân varken, zenginken iktisatlı olmak ve israfa kaçmamaktır. Bu, tıpkı güçlü iken affetmeye benzer. Gerçek af, cezalandırmaya muktedir birinin affıdır. İnsanın zaten gücü yetmiyorsa ve muhatabına karşı mukabelede bulunmak elinden gelmiyorsa, “Haydi git, seni affettim.” demesi abes bir söz olur. İşte, önemli olan nimetin içindeyken onun kadr-i kıymetini bilmek, şükretmek ve israfa girmemektir.
Nimet içinde nimeti bilmemek ne fena şey. Nikmet içindeyken de onun bir nikmet olduğunu bilememe, onu nimet sayma ondan da fena ve ne kadar büyük bir felâket! Küfür, dalâlet ve onlardan rahatsız olmama, ne bitirici ve ne helâk edici bir nikmet!…
“Kişisel gelişim” Adlı Programlar ve Kitaplar Üzerine
Soru: Günümüzde kişisel gelişim programları adı altında öz güven, başarıdan başarıya koşma, “Ben yaptım” deme, kendine güveni artırma gibi tabirler çokça kullanılıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Benlik ve enaniyetlerin dizginlenemez olduğu bir dönemde öz güven ve “Ben yaptım” deme gibi değişik tabirlerin gölgesinde nefislerin ukalâlaştığını ve küstahlaştığını düşünüyorum. İnsan karakteri, kabiliyet ve istidatları ortaya çıkarılmalı, onların gelişmesine tabiî ki gayret gösterilmelidir. Fakat böyle bir neticeyi elde etmek için kullanılacak üslûp, ferdi şımartacak ve onu bencillik girdabına düşürecekse, ondan uzak kalınmalıdır. Çünkü, meseleyi şahsın dar imkânlarına, sınırlı iktidarına ve güçsüz iradesine bina etmek her şeyi daraltma ve zayıf bırakma olur. Her meselede “Ben” diyen insan, artık nefsini merkeze koyar, onu esas kabul eder, yaptığı her iş ve elde ettiği her başarıyla enaniyetini biraz daha besler. Nefis merkezli ve kendine çok güvenen öyle bir insan, azıcık sürçüp düştüğü bir yerde ise bütün bütün ümitsiz kalır; tutunacak yer bulamaz ve bir daha da doğrulamaz.
Aslında, insan böyle bir vartaya düşmeden de öz güven sahibi bir kimseden beklenen şeyleri ortaya koyabilir. Her şeyden önce Allah Teâlâ’ya güvenip O’na sığınarak Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği kabiliyetleri kullanır, fakat başarıları kendi nefsine değil de “Yüce Yaratıcı”nın inayetine bağlar, onların Allah’tan (celle celâluhu) geldiğini bilip daha sonraki muvaffakiyetlerin de yine O’nun kudret elinde olduğuna can-u gönülden inanır. İnanır ve bu iman gücünü de yanına alır, onunla hedefe yürür ve Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği her nimete karşı mutlaka şükür mukabelesinde bulunur ve bu şekilde yeni nimetlere de davetiye çıkarır. Kendi nefsinden ziyade Allah’a güvenir ve öz güvenle hareket edenlerin çok ötesinde bir moralle çok büyük başarılara imza atar. Böyle bir insan da güçlüdür; ama güç kaynağının “Kudret-i İlâhî” olduğunun farkındadır. O da zengindir; ama rahmet hazineleriyle beslendiğinin şuuru içindedir. Dünyalara meydan okuyacak cesarettedir; ama “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.”18 cümlesinin mâsadakıdır; لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ silahıyla savaşmaktadır.
Evet, insan Cenâb-ı Hakk’a güvenir, sa’ye sarılır, hikmete râm olur, kendi vazifesini eda ederse ve elde ettiği başarıları bir şükür vesilesi olarak değerlendirirse kendine güvenenlerin çok ötesinde bir performans gösterir; çok büyük başarılara ulaşabilir. Fakat her başarı, onu bir kere daha yeni bir şükür koridoruna sürükler; enaniyet ve bencillik bataklığına düşmekten muhafaza eder. Diğerlerinin geçtiği yollardan geçer; ama düşmeden, yarı yolda pes etmeden, nefsin hevâ ve heveslerine takılmadan…
Bencillik Girdabı
Soru: Efendim, “bencillik girdabı” tabirini kullandınız…
Cevap: Evet, bencillik tam bir girdaba, anafora ve ters akıntıya benziyor. Allah muhafaza, insan böyle bir girdaba bir defa yakalandı mı, ondan kaçıp kurtulması çok zor oluyor.
Şimdiye kadar pek çok usta yüzücü bile bir girdaba kurban gitmiştir. Orta Asya’da, oraya Türkiye’den giden fedakâr bir öğretmen kardeşimiz de talebesini kurtarmak için kendini denize atmış, öyle bir girdaba tutulmuş ve boğulmuştu. O, inşaallah, girdabı bir Cennet koridoru gibi değerlendirmişti; ama neticede girdap onu da alıvermişti.
Nefis, enaniyet ve bencillik bazen bir girdap, bazen de bir hortum gibi olur. Hani, güneyden gelen rüzgârların Atlas Okyanusu’nda hususî ad ve unvanlarla değişik hortumlar meydana getirdiği oluyor. Geçen sene, bir tane geliyor, dediler, Atlanta gibi şehirleri boşaltmayı düşündüler. İşte bencillik de bazen bir hortum keyfiyetine bürünüyor ve insanın gönlünde ne kadar iyi duygu varsa hepsini önüne katıp sürüklüyor. Bir hortum gibi bütün güzel hasletlerin altından vurup üstünden çıkıyor, sel olup onları saman çöpü gibi oraya buraya savuruyor.
İnsanın Kendini Övmesi ve Nazar
Soru: Hocam, insanın kendisini övmesi, kabiliyet ve başarılarını herkese anlatması da nazar değmesine sebep olabilir mi?
Cevap: Malûmunuz olduğu üzere, “nazar” Arapça asıllı bir kelimedir; “bakma, bakış, göz, fikir, düşünme, mülâhaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh” gibi mânâlara gelmektedir. Araplar, göz değmesini “isabetü’l-ayn” olarak isimlendirmişlerdir. Nazar kelimesi Türkçede “kem göz” mânâsına kullanılmakta ve “nazara gelme”, “nazara uğrama” ve “nazar değme” gibi ifadelerle göz değmesi kastedilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim nazardan söz ederken açık ve kesin bir hüküm bildirmemekte, buna karşı hadisler, açık bir ifadeyle nazarın gerçek olduğunu haber vermektedir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Nazardan Allah’a sığınınız. Göz değmesi gerçektir.”19 buyurmuşlardır. Esma Bint-i Umeys’den rivayet edildiğine göre, kendisi “Yâ Resûlallah! Cafer’in oğullarına cidden nazar değiyor, ben onlar için şifa dileğiyle okutturayım mı?” demiş. Resûl-i Ekrem de “Evet, lâkin kader ile yarışan bir şey olsaydı, nazar onu geçerdi.”20 diye cevap vermişlerdi.
Tefsircilerin çoğu, “Rabbi onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu inkâr edenler, zikri (Kur’ân’ı) işittikleri vakit neredeyse gözleri ile seni yıkıp devireceklerdi. Bir de durmuşlar, ‘O herhalde bir delidir.’ diyorlardı.”21 meâlindeki âyette geçen “Gözleriyle seni yıkıp devireceklerdi.” sözünü “nazar” ile tefsir etmişlerdir.
Nazar ile kıskançlık arasında yakın bir münasebet vardır. Elmalılı Hamdi Yazır, bu münasebetle alâkalı şöyle der: “Kıskançlıklarından az daha Hz. Peygamber’i nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse O’nu helâk edeceklerdi. Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü bulunduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder. Kimi de aldığı teessürle, hasedinden bir gayza düşer, türlü türlü suikaste ve hilelere kalkışır ki, maddî veya mânevî hangisi olursa olsun hedefine vardığı zaman, isabet-i ayn veya nazar tabir olunur. Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler, ispat edenler olmuştur. Keyfiyeti ne olursa olsun isabet-i ayn vardır.”22
“Nazarın hak olduğunu kabul ettiğimize göre ondan nasıl korunabiliriz?” denirse “Efendimiz’in yaptığı duaları yapmak suretiyle…” diye cevap verebiliriz. Ebû Said el-Hudrî’den (radıyallâhu anh) rivayet olunduğuna göre; Resûlullah, “Cinlerin ve insanların nazarından Allah’a sığınırım.” gibi dualarla cinlerin ve insanların nazarından Allah’a (celle celâluhu) sığınırdı. Sonra Muavvezatân nazil olunca bu sûreleri okumaya başladı.23
Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Evinden çıkarken şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir; o adam muhafaza altına alınır, şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir: بِسْمِ اللّٰهِ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ “Allah’ın adıyla evimden çıkıyorum. Ben Allah’a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet sadece Allah’ın lütuf ve ihsânıyladır.”24
Ümmü Seleme’nin rivayetine göre ise Efendimiz evinden çıkarken şöyle derdi: “Allah’ın ismini zikrederek çıkıyorum. Ben Allah’a tevekkül ettim. Allahım hata yapmaktan, yolumu şaşırmaktan, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillikle başkasına bela olmaktan ve başkasının cahilce davranışıyla karşılaşmaktan Sana sığınırım.”25
Osman b. Affan (radıyallâhu anh) da Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Bir kul her günün sabahında, her gecenin akşamında üç defa şu şekilde duâ ederse, o kişiye hiçbir şey zarar veremez: بِسْمِ اللّٰهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِه۪ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ “O’nun adıyla hareket edip O’na sığındıktan sonra yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın ismiyle (sabahladım, akşamladım). O her şeyi işiten ve bilendir.”26
Ayrıca, Hz. Âişe Validemiz de Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatağına girdiğinde İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuduğunu, iki eline üfleyip vücudunu sıvazladığını rivayet etmiştir.27
Bu genel malûmattan sonra sizin sorunuzdaki hususa gelecek olursak; eğer Rabbimizle irtibatımız sağlam değilse, tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde bulunmuyorsak, bu durum bizim için bir boşluk ve zırh aralığı demektir. Öyle anlarda, mânevî kalkanımızda delikler açılmıştır ve bir hain okun isabet etmesine karşı korunmasız kalmışızdır.
İnsanın kendini övmesi, yapılan işleri kendi nefsine mâletmesi ve bunu orada burada, kötü ruhlu insanların yanında anlatması, sır bilmemesi, konuştuğu şeylerin neler olması gerektiğini düşünmemesi onu çepeçevre saran mânevî kalkanda delikler açar. Böyle bir suistimal karşısında Cenâb-ı Hak, onu ya cezalandırır ve hizaya getirir ya da kadrini bilmediği ve abarttığı o nimetleri elinden alır. Böyle bir akıbete düşmemenin çare-i yegânesi, Allah’a sığınmak, yeniden dönüp tecdid-i biat etmek, tevbede, inabede bulunmaktır.
Allah’ın âdât-ı Sübhâniyesi, vaz’ettiği kanunları kimseye iltimas geçmez. Cenâb-ı Hak, Peygamberi’ne büyü yapılmasına bile müsaade etmiştir. Allah Teâlâ dileseydi, Peygamberimiz’e büyü yapan adam daha tarağın dişlerini işleyeceği an eli kururdu da Efendimiz’e sihir yapamazdı. Parmağının işaretiyle kameri parçalayan zâta sihir yapılıyor ve bize şu mesaj veriliyor: Bu hususta kendinize güvenmeyin. Gücünüz size kat’iyen yetmez. Devrilmemek için sürekli Allah’a (celle celâluhu) dayanın, O’na sığının. Çocukların annelerine sımsıkı sarıldığı gibi, O’na sarılma keyfiyeti nasılsa işte o şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sımsıkı sarılın. “Aman beni Kendinden uzaklaştırma! Sensiz edemem ben, ayakta duramam Sensiz!” deyin.
Zikrin Hakikî Mânâsı ve Zikirde Ölçü
Soru: Allah’ı ne kadar zikretmeliyiz ya da zikir ne ölçüde olursa yeterli denebilir?
Cevap: Zikir; anma, hatırlama, belli duaları belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah’ı dil ve kalb ile yâd etme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esmâ-i Hüsnâ’dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve latîfe-i rabbâniye’nin bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.
Dille yapılan zikirde özellikle Cenâb-ı Hakk’ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin irşadı ve gözetiminde, o “En Güzel İsimler”den bazıları belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap ve Sünnet’te kat’î bir şey yoktur. Fakat selef-i salihînden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göre çekmişlerdir. Meselâ, Allah lâfz-ı celâlinin ebced karşılığı 66’dır. Zikir sırasında bu lâfz-ı celâli bazıları 66 kez, bazıları da 66’nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber, Esmâ-i İlâhî’den hangisinin sizin üzerinizde galip ve hâkim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiye etmişlerdir. Meselâ “Latîf” ismine mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced hesabından birine göre Latîf ismi 129’a denk düşmektedir.
Zikir adına bazıları لَا مَوْجُودَ إِلَّا اللّٰهُ bazıları لَا مَشْهُودَ إِلَّا اللّٰهُ ya da لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ ve bazıları da لَا ’dan sonra bütün esmâ-i ilâhiyeyi birden mülâhaza ederek إِلَّا اللّٰهُ demişler ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhîd”e devam etmişlerdir. Tekyelerde zikir dendiğinde çoğunlukla لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ çekme anlaşılmıştır. Bu zikir “O’ndan başka Mâbudu bi’l-Hak, Maksûdu bi’l-istihkak yok; sadece O var.” mânâsını ifade etmesi açısından kâmil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf yolları veya tarikat versiyonları لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ ’ta birleşir, onu çeker, sonra da مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ ’la zikri bağlarlar.
Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma, unutan bir insanın hatırlaması olarak değil de hatırlamanın sürekli olması, her fırsatta O’nu bir kere daha yâd etme ve bunun insan tabiatının bir yanı hâline gelmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Bu zaviyeden namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür de bir zikirdir.
Meselâ, namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur’ân-ı Kerim, “Beni hatırlamak için namaz kıl!”28 âyetiyle bu hakikati nazara verir. “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır.”29 âyeti de bu hususu ifade eder. Bu âyetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenât teşkil etmesi ve bu hasenâtın seyyiâtı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca, âyet-i kerimenin sonunda, “İşte bu, Allah’ı ananlar için bir hatırlatmadır.” denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.
İşte zikri, Esmâ-i Hüsnâ’dan bazı isimleri çokça tekrarlama, Cenâb-ı Hakk’ı anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi ibadetlerimizle sürekli hâle getirme ve bu yâd etmeyi tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize mâl etme çerçevesinde anlamak lazımdır.
Zikirde zirve nokta başta “latîfe-i rabbâniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâd etmek, yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her zaman bir nabız gibi atan varlığın O’na şahitlik edişine dair mülâhazalarla oturup kalkmak şeklindeki kalbî zikirdir.
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. “Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yanları üzerinde yatarken de anarlar.”30 fehvâsınca ne zaman ne de hâl itibarıyla zikrullaha tahdit konmuştur.
Ayrıca, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, sık sık anın. O’nu sabah akşam takdis ve tenzih edin.”31 buyurmaktadır. Bu, bize gösterilen bir hedef, yakalamamız gereken bir ufuktur. Cenâb-ı Hakk’ı bize bahşettiği nimetler ölçüsünde anmaya çalışmamız gerekir. Ne var ki, hiçbir zaman Rezzâk-ı Kerim’in nimetlerine gereğince karşılık veremeyiz. Veremeyiz, zira her gün binlerce defa O’nu ansak, nimetlerine şükretsek de bu Cenâb-ı Allah’ın üzerimizdeki nimetlerine karşı çok az bir şükür sayılır. Çünkü “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız!”32 fehvâsınca O’nun sayılamayacak kadar çok nimeti vardır üzerimizde.
İlim-Bencillik ve İrfan
Bilen insan çok; fakat bildiğini temsil eden insan çok az. Bilginin irfana dönüşüp onun da davranışlarımıza aksetmemesi bizim eksikliğimiz.
“Menkıbelerde asla değil de fasla bakılır.” prensibinden yola çıkarak ifade etmek istiyorum: Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’ya “Bana mahlûkatın en hakîrini bul, getir.” diyor. O da çirkince bir kelp bulup tasmayı kafasına geçiriyor ve yola revân oluyor. Yolda nebî firasetiyle birden irkiliyor; tasmayı köpekten çıkarıp kendine takıyor ve öylece huzura varıyor. Cenâb-ı Allah, “Ya Musa! Önceki hâlde gelseydin seni helâk ederdim.” buyuruyor.
İmam A’zam’ın meclisinde bazılarının ifadesine göre elli bin müçtehit vardı. Hadi o kadar olmasın, biz beş bin diyelim. Düşünün, hepsi müçtehit bu insanların. İşte, İmam A’zam bunlarla her meseleyi müzakere ederdi. Koca İmam’ın önce “Şöyledir” deyip sabaha kadar düşündükten sonra ertesi gün “Sizin görüşünüz doğruymuş, ben görüşümden vazgeçtim.” dediği zaman pek çoktu. Diyebilirim ki, konuştukları meselelerin yüzde altmışında bu durum cereyan etmiştir.
Bir insan dâhi olabilir, ancak normal zekâya sahip olsa da danışarak iş yapan ondan daha başarılı olur. Bazıları öyle bencil ve egoisttir ki, kesinlikle danışmazlar. Kendi sığlıkları belli olmasın diye de çevrelerinde hep çukur insanları bulundurur; etrafında kabiliyetli insanlara hakkı hayat tanımazlar.
Birkaç İnci
Bazen, sırf mütevazi görünme niyetiyle yapılan tevazu, kibirden daha tehlikeli ve daha öldürücü olabilir.
***
Sosyal ve başarılı olmayı takdir ederim. Fakat mahcup ve edepli olmak daha çok hoşuma gider.
***
“Ateş düştüğü yeri yakar” sözünden iğreniyorum. Eğer mü’minsem, niçin her yere düşen ateş beni de yakmıyor! Muzdarip insan ne kadar da az!… Dünya yansa dertsizin bir tutam otu yanmıyor.
***
Her bir günah, kendinden önceki bir günahın çocuğu, kendinden sonraki birisinin de annesidir.
***
Öyle bir “Sultan”a kul olacaksın ki, Fatih Sultan Mehmet ile bir farkın kalmayacak, Yavuz Sultan Selim ile aynı çeşmeden testini dolduracaksın.
***
Edebin asıl menşei sünnet-i seniyyeye ittiba etmektir; vicdan değildir, kalb değildir.
***
Ağlamak da, tebessüm de kalbin çehreye yansıyan rengi olmalıdır.
***
Dine hizmet etmiş insanlara saygı, dine saygının gereğidir.
***
O koca koca deryalar da, engin çağlayanlar da göklerden gelen mini mini damlalardan oluşur. Daha rüyanın başında deryayı görmek isteyenler, ömür boyu hep rüya görür dururlar.
***
Kolektif şuura bağlanarak da olsa, bir heyetin her şeyi yapacağına inanma Allah’a karşı saygısızlıktır ve küllî bir enaniyettir. Bu şekildeki “ene” (benlik), “nahnu” (biz duygusu) içinde beslenir ve büyür. Diğer insanlara ve topluluklara tepeden bakma olur. “Bir cemaate giren kurtulur” inancı ise çok tehlikelidir. Cemaate güven değil, Allah’ın rahmetine recâ beslemek esastır. Kinleri, nefretleri ve hasetleri olan bir cemaati Allah (celle celâluhu) muvaffak kılsa, onların dünyaya bırakacağı miras kin, nefret ve hasettir. Allah dünyayı böyle Müslümanlarla niye kirletsin ki!
***
Hırs hiçbir durumda tecviz edilemez. Ancak, Allah’ın rızasını kazanmada, hayır ve hasenât yolunda, O’nun adını dünyanın dört bir tarafına ulaştırma gayreti hususunda hırs caiz, hatta matluptur.
***
Namazda iki şahıs arasında boşluk kalmamalı. Bu konu büyük bir hassasiyetle ele alınmış ve sahabe efendilerimiz onu titizlikle uygulamış. Omuzlarını, topuklarını birbirlerine yapıştırmışlar. Topuklar birleştirilirken insanın kendi ayakları arasında bir boşluk oluşsa da bu önemli değildir. İster namazda, ister namaz dışında kişinin kendi boşluğundan daha önemli olan şey, kardeşleri ile arasındaki boşluktur. Çünkü o “fürucat li’ş-şeytan”33 dır.
***
Merhum Bekir Berk’den bir hatıra: Hür Adam gazetesinde bir yazı çıkıyor. Bu yazıda herkesin yeis içinde olduğu, hatta Üstad’ın bile ümitsizliğe kapıldığı anlatılıyor. Bekir Berk hemen bir yazı yazıyor ve gazeteye gönderiyor. Yayınlanan yazıda Üstad’ın hiçbir zaman yeise düşmediğini ifade ediyor. O gece bir rüya görüyor. Rüyada, kendisi bir yolun kenarında bekliyor. Uzaktan bir fayton geliyor ve yanında duruyor. Faytondan Üstad uzanıyor, onun omuzlarını kavrıyor ve alnından öpüyor. Tam bu sırada telefon çalıyor ve uyanıyor. Rüyası kesildiği için kızgın kızgın telefonu kaldırıyor. Telefonun öbür ucunda Sungur Abi diyor ki; “Bekir Bey, Üstadımız yanımda. Seni alnından öpüyor!”34
***
Ramazanın son on gününde itikaf yapmalı, elden geldiğince geceleri yatmamalı ve teravihleri uzun uzun kılmalı. Üstadımız da Ramazan-ı şerifin son on gecesinde talebelerini uyarır, o mübarek zaman dilimini en iyi şekilde değerlendirmelerini istermiş.35
1 Furkan sûresi, 25/43.
2 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/103.
3 Mutaffifîn sûresi, 83/14.
4 Tirmizî, tefsîru sûre (83) 1; İbn Mâce, zühd 29.
5 Bediüzzaman, Sözler s.508 (Yirmi Altıncı Söz, İkinci Mebhas, Altıncısı).
6 Necm sûresi, 53/39-44.
7 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 22/258; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 9/329.
8 Bediüzzaman, Lem’alar s.152 (On Yedinci Lem’a, Yedinci Nota).
9 Sebe sûresi, 34/13.
10 Sebe sûresi, 34/13.
11 Neml sûresi, 27/37.
12 Sebe sûresi, 34/13.
13 Neml sûresi, 27/17-19.
14 Neml sûresi, 27/19.
15 Neml sûresi, 27/40.
16 Neml sûresi, 27/40.
17 Bediüzzaman, Mektubat s.416 (Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Risale Olan Yedinci Mesele, Dördüncü Sebep).
18 Bediüzzaman, Sözler s.334 (Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Üçüncü Nokta).
19 İbn Mâce, tıp 32; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/239.
20 en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 4/365, 9/348; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 24/142.
21 Kalem sûresi, 68/50-51.
22 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili 8/5305.
23 Nesâî, istiâze 37; İbn Mâce, tıp 33.
24 Tirmizî, daavât 34; İbn Hibbân, es-Sahîh 3/104.
25 Ebû Dâvûd, edeb 102; Nesâî, istiâze 30, 65; İbn Mâce, dua 18.
26 Tirmizî, daavât 13; Ebû Dâvûd, edeb 100; İbn Mâce, dua 14.
27 Bkz.: Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 15, tıp 39; Tirmizî, daavât 22; Ebû Dâvûd, edeb 108.
28 Tâhâ sûresi, 20/14.
29 Hûd sûresi, 11/114.
30 Âl-i İmrân sûresi, 3/191.
31 Ahzâb sûresi, 33/41-42.
32 İbrahim sûresi, 14/34.
33 Ebû Davûd, salât 93; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/97.
34 Necmeddin Şahiner, Hakkın Yılmaz ve Sarsılmaz Müdafii Bekir Berk s.107-110.
35 Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 3/93 (Bayram Yüksel).