Ölüm ve Ölüm Ötesi Hayat
Sevgililer Diyarına Yolculuk
İnsan ölüme ve ahiret yolculuğuna her zaman hazır olmalı. Annesinin başörtüsü gibi içi dışı temiz bir şekilde öteden gelecek daveti beklemeli. Çünkü, ne zaman “Gel!” denileceği belli değil. Öyleyse her an temiz durmalı, saf kalmalı. Akıl, mantık, kalb, kafa, duygu ve düşünceleri daima berrak tutmalı ve gitmeye hazır durmalı.
Aynı otobanlar gibi, bu yolun da hususî bir çıkışı yok. Bu hayat yolunda da her yerde çıkış olabilir. Nasıl ki sağından solundan sağlam bariyerlerle çevrilmiş bir otobanda giderken bazen birden bariyerlerin açıldığını, dışarıya bir yol çıktığını ve bazılarının bu yolu takip ederek otobandan ayrıldığını görüyoruz; işte onun gibi hayat otobanında da yer yer çıkışlar vardır ve bizim çıkışımızın yolun her hangi bir bölümünde karşımıza çıkması muhtemeldir. O çıkışa hazır değilsek bir kazaya kurban gitmemiz de kaçınılmazdır.
Meselâ; birisinin içinden kendini beğenme hissi geçebilir. İşte tam o esnada “Gel!” derlerse, o zaman insan Allah’ın huzuruna bir firavun gibi düşer. Ömür boyu ibadet ü tâat içinde yaşamış; ama sonunda kaybetmiş Bel’am b. Bâurâ gibi birisi olarak düşer. Evet, hazır olmak lazım… Kendini rütbesiz bir nefer gibi görerek vazife yapma gayreti içinde hazır olmak lazım. İnsan, O’nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesi; O olmasa hiçbir şey ifade etmeyen bir varlık. Öyleyse iddia niye? Varlık O’ndan, her şey O’ndansa iddia niye?
Evet, bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, مَنْ كَرِهَ لِقَاءَ اللّٰهِ كَرِهَ اللّٰهُ لِقَاءَهُ “Allah’a kavuşmaktan hoşlanmayan kimseyle Allah da mülâkî olmayı istemez.” İşte, Allah’a kavuşmayı arzulama, ölüme hazır olma demektir; ahirete, haşre, yeniden dirilmeye kat’i inanma ve ebedî saadeti yakalama azm ü gayreti içinde bulunma demektir. Samimi bir kulun hâli de budur; o öteyi “sevgililer diyarı” ve “ebedî saadet yurdu” olarak bilir. Bilir de tertemiz olarak oraya gidip onlara kavuşmak için bu dünyada da hep saf ve duru bir hayat yaşayarak yolculuğa hazır, ötelere müştak bir tavır sergiler.
Bununla beraber, bazı büyük zatların zahiren bakıldığında ölümden korktukları zannını hâsıl edecek sözleri olabilir. Vazife ve misyon itibarıyla yapacakları şeylerle alâkalı olarak, onların hayatta kalmalarına bağlı bazı hususların ihmali ve sarsılması endişelerini, bir korku şeklinde algılama muhtemeldir. Meselâ, “Ben ölürsem beni örnek alanlar, nasihatlerimi dinleyenler dağılır; vahdetlerini koruyamazlar. Yapılması gerekli olan şeyler aksar, kulluk vazifelerinde gevşeklik gösterebilirler.” gibi mülâhazalar olabilir.
Çok nadir insanların, Bediüzzaman gibi kimselerin varlığı, başka insanların varlığını toparlayıcı olur. Sebepleri, izzet-i azametine perde yapan Cenâb-ı Allah, Bediüzzaman gibi insanlara da bir misyon yüklemiştir. Onların fikdanında (yokluğunda) iftirak ve tereddütler olabilir. Dolayısıyla, onun gibi bir insanın ahireti istemesi kendi nefsi adınadır. Burada kalması ise, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraçtan nüzulü, tekrar aramıza dönmesi gibi dini adına olur. Bundan dolayı hayatına, sağlığına dikkat eder; yaşamak için değil başkalarını yaşatmak için dikkat eder. Oksijen insandır o. Yoksa, Allah’a, Peygamber’e, haşr u neşre inanmış insan için ölüm rahmettir. İşte, bizim büyük zevatın ölümle alâkalı endişe ifade ediyor gibi görünen sözlerini vazife ve misyonlarıyla irtibatlandırarak böyle yorumlamamız icap eder.
Dosttan, ahbaptan ayrılma yer yer bir hicran şeklinde kendisini hissettirebilir. Zayıf bir rivayette, son günlerinde Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashab-ı kiram efendilerimize bakarak duygulandığı anlatılıyor. Dostlardan böylesi bir ayrılık askere gitme gibidir. Hani anne babalar evlatlarını askere gönderirken ağlarlar ya, işte bu da askere gitme gibi muvakkat (geçici) bir ayrılmadır. Sonradan dirilmeye inananlar, böyle inanır; hayatı bir askerlik, vefatı da bir terhis kabul ederler. Ayrılırken ağlayabilirler; fakat bu ağlama arz ettiğimiz mânâda olur.
Hastalık, Hastahane Mülâhazaları ve Ötelere Hazır Yaşama
Öteden beri kalb atışlarımda bir aritmi (düzensizlik) hissediyordum; ama bu son yaşadığım farklı bir şey. Son günlerde çok sıkılmıştım. Birkaç mesele oldu ki, âdeta belimi büktü. Her insanın bir duyarlılık ve hissetme seviyesi vardır. Her Müslüman, Allah’ın tanıtılması, Allah Resûlü’nün adının cihana duyurulması meselesinde dertlidir. Ben kendim için “dertli” diyemeyeceğim, şu arz ettiğim şeyleri bir fazilet olarak da söylemiyorum; fakat ümmet-i Muhammed’in çektikleri sineme bir hançer gibi saplanıyor.
Dünyanın dört bir tarafında ezilen, horlanan, mazlum ve mağdur durumdaki insanların hayali gözümün önünden bir türlü gitmiyor. Onların ızdıraplı hâli yanında yüce dinimizi tanımayan insanların vaziyeti de içime dert oluyor. Belki her vakit gönlümden şu duyguları geçiriyorum: Herkes İslâm’ın nuruyla aydınlansın; her gün birkaç ihtidâ olsun; ihtidâ etmeyenler de, hiç olmazsa hoşgörüye, diyaloğa açık yaşasınlar. Bunları arzu ediyorum ve bu işin kolay olmayacağını da biliyorum. İşin tabiatını bildiğim hâlde bu duygumun aksine cereyan eden hâdiseler beni hasta ediyor.
Hatta bazen, “Benim en başta vereceğim bir canım var. Cenâb-ı Hak insanları barış içinde, diyaloğa açık, kendisine ve kullara karşı saygılı yapacaksa; bunun karşılığında da canımı alacaksa hemen alsın da o neticeyi hâsıl etsin!” diyorum. Izdırap bu olunca kantar ne kadar şeyi tartar hesap etmek lazım. Zannediyorum, herkes benden çok inanmıştır. Herkes dinin i’lasını ister; herkes her yerde nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi duymak ister. Ama o güzel kullar “Dertliyim dersin, öyleyse belâ-yı dertten âh eyleme!” diyor ve dertlerini sinelerine gömüyorlardır. Benimkine gelince, o, sesli düşünce… Benliğimi saran ve beni hasta eden çığlık…
En kötüsü de, “iç sebb (kınama)” diyebileceğim bir hâle maruz kalıyorum ki, o da beni fevkalâde rahatsız ediyor. Başta kendim, daha sonra da çok sevip takdir ettiğim arkadaşlarım hakkında bazen “Biz bunca zamandır neden binlerce gönüle giremedik. Oysa, kalblere girerek Allah’ı kullarına sevdirmek yine Cenâb-ı Hakk’ın emri, O’nun muradı değil mi!…” Bu duygular benliğimi sarınca kendimi zorluyor ve “Biz ne yaparsak yapalım hidayet Allah’ın elindedir. Allah dilemeyince iman insanın kalbinde hâsıl olmaz. Bu işin tabiatı böyle.” diyorum. Fakat yine içimde sebb başlıyor ve “Yahu! İnsanların samimiyetinin, iradesinin hiç mi payı yok? Bu hususta sahabeyi muzaffer ve muvaffak kılan şey neydi? Hz. İsa’nın havarilerini muvaffak kılan neydi? Öyleyse durumumuzu gözden geçirmek lazım. Neden onlar çok dertli ve insanlara iman nurunu taşımada o kadar hızlıydı ve neden biz böyle âheste davranıyoruz?” demekten kendimi alamıyorum. İşte böyle kafamda alıp veriyorum. Hayır, bu hâl mü’minler hakkında suizan değil, onlara olan hüsnüzannın meydana getirdiği bir beklenti…
Bir mesele daha var ki, ben de o aziz sultan gibi diyeyim:
Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi
Hatta kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni
İttihad etmekken a’daya karşı çaremiz
İttihad etmezse millet, dağidâr eyler beni.
İnanan gönüller âşıkâne birbirine bağlı olmazsa; hasbî ve fedakâr olmazsa; işe yaramadığı ya da yaramıyor olduğunu zannettiği yerde kenara çekilmeyi bilmezse… Off!… Öyle bir dert ki…
İşte bu gibi şeyler bana çok ağır geliyor. Yatıyorum, uyuyamıyorum. O gece de böyle oldu. Gece boyunca kıvrandım. Sabah kalkınca birden şiddetli ter boşaldı. Eskiden “İzordil” alınca o sıkışıklık geçiyordu. Yine “İzordil” aldım; ama geçmek ya da azalmak yerine kalb atışlarındaki düzensizlik iyice arttı. Gitmek istemesem de, arkadaşlar ambulans çağırmış, sedyeye koyup acilen hastaneye götürdüler.
Allah (celle celâluhu) değişik hâdiselerle bize kendisini hatırlatıyor. Bizi ikaz ediyor. “Soğukta durmayın üşürsünüz.” diyor. O bizi zaten biliyor, hâdiselerle de bizi bize gösteriyor. Acı veriyor, canımızı yakıyor; ama neticede bizi kendisine celbediyor.
Kalbin ritmi çok bozulunca doktorlar elektroşok yapılması gerektiğini, elektroşokun tesirini azaltmak için de uyutmaları lazım geldiğini söylediler. O an “Tekrar uyanamama da var işin içinde…” diye aklımdan geçti. Son birkaç nefes kendisine bahşedilen bir insan ne demeliyse onu düşündüm. لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ dedim, uyumuşum. Hamdolsun, ölseydim de hiç olmazsa son sözüm yine “O” olacaktı.
Şu anda kendimi biraz daha iyi hissediyorum. Bir kere psikolojik olarak rahatladım; üzerimdeki kanı, alkollü ilaçları yıkadım. Teyemmüm yapıp öğle ve ikindi namazlarını cemederek kılmak zorunda kalmıştım. Şer’ân gerekli olmasa da, gönül huzuru için şimdi onları bir kere de kaza ettim. Diğer namazlarımı da kaza edeceğim.
Erzurumluların çok güzel bir duası vardır; “Az ağrı, âsan ölüm, tekmil iman-Kur’ân” ile dünyadan gitmeyi isterler. Ben bunun sonuna bir cümle daha ekliyorum: “İlâ yevmil kıyam, i’lâ-yı kelimetullah’a devam – Kıyamete kadar Allah’ın adını yüceltme vazifesine devam, diyorum. Başka bir isteğimiz yok bizim. Allah’tan istediğimiz bu. Ötelere yürüyeceğimiz âna kadar vifak ve ittifak içinde hizmete devam.
Bazen insan hayatı yaşar, bazen de onu sırtında taşır. Bazen hayatın sâlisesi, saniyesi, dakikası, Cennetleri alabilecek kadar pahalı şeylerle geçer. Bazen de insanın bütün bir hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu adına işe yarar ameller açısından ceviz kabuğunu doldurmayacak çer çöpten ibaret kalır. Sorsalar, “Sen Allah için ne yaptın? Bugün değil bütün ömrün boyunca ne yaptın?” Maalesef, bazılarının bu soruya verecek cevabı yoktur.
Onların yaşadığı; kin, nefret, iğbirar ve düşmanlıkla bulanmış acı bir vetire ve “Aman vermeyin, vurun, iflahlarını kesin!” çığırtkanlıklarıyla dolu, cismaniyet altında kalmış, ezilmiş, hayattan daha çok rezalet diyebileceğimiz kâbus gibi bir rüya. Uyandıkları zaman anlarlar. Görününce işin öbür ucu; tecellî edince hayata terettüp eden; hayatın gerçek burcu… Ne türlü bir bayrak dalgalandığını görürler; şeytanın bayrağı mı, Hazreti Rahman’ın bayrağı mı? İşte hepsi o kadar.
Biraz değiştirerek o kutlu gibi diyeyim: Eyvah aldandık, şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçer. Şu temelsiz ömür dahi bir çay gibi akar, bir rüzgâr gibi eser. Önüne katıp sürüklediği de sizin hayatınızın hazan yemiş yapraklarıdır.
Yakınlarımdan bir tanesini vefatından sonra rüyada görüyorlar. Yine abdest alma tavrı gibi hoş bir hâli var. Diyorlar ki; “Sen ölmedin mi? Nasılsın?” “Vallahi ahiret çok kötü değil, hatta dünyadan daha iyi.” diyor. “Peki sen Cennetlik misin, Cehennemlik mi? diye sorulunca, “İşte ona gelince, onu bilemiyorum.” diyor. Bu hususu biz de bilmiyoruz; bildiğimiz bir şey varsa o da, akıbetimizden endişe etmemiz gerektiği ve ona hazırlık yapmamızın lüzumu.
Aslında, Cennetlik mi Cehennemlik mi olduğumuzu merak etmek değil de, o mevzuyu çok iyi bilmiş olmanın gerekleri nelerse onları yerine getirmek önemlidir. Meselâ, bilseydin ki iki alternatif var. Hayattan sonra ölüm var; daha sonra hayatın hesabını vermek, ebedî saadeti kazanmak ya da kaybetmek var. İşte bir haşr u neşrin, Cennet ve Cehennem’in varlığını bildikten sonra ne yapmak lazımsa onu yapmak önemlidir.
Hz. Ali’nin “Dehriyyun”a dediği gibi, “Siz diyorsunuz ki Cennet yok, öbür âlem yok, ebedî saadet yok; ben de diyorum ki bu inkâr ettiklerinizin hepsi var. Şimdi iş benim dediğim gibi ise, siz ne kaybettiğinizin farkında mısınız? Farz edelim ki; sizin dediğiniz doğru olsun. Ben ne kaybederim ki. Sadece hayatımı disiplin içinde geçirmiş olurum.” İşte, basit bir ifade içinde yüksek bir mantığın seslendirilmesi.
Ölüm… Bir anlık bir mesele. Hiç gaflete tahammülü yok. Kalbde bir iğbirar, bir kendini beğenme, kibir, amelde başka mülâhazalara girme… Ya o gaflet anında bastırırsa ne yaparsın. O kopukluk içinde gelir çullanırsa ne edersin. Daha kötüsü de vardır; ama o buradaki arkadaşlardan fersah fersah uzaktır. İçki içip sarhoşken denize uçanlar; alkolden ölenler; birbirini bıçaklayanlar; fuhşiyât içinde gidenler… Bunlar meclisten dışarı şeyler. Hep dışarı kalsın, evlad u ıyalinizden de arz ve sema uzaklığında uzak kalsın.
Bir düzen kurulmuş; bu düzen tamamen ebedî âlem için işliyor, çarklar hep onun için dönüyor. O âleme ait ürünler hâsıl ediyor. Bu düzene uymayanlar düzensiz yaşıyorlar. Onlar da enerji sarf etseler bile anarşist enerji sarf ediyor, aritmik yaşıyorlar. Ahiret buutlu bir ömür sürmeyenlerin çok huzurlu oldukları da söylenemez. İyi inansa insanın hiç kaybı olmaz. Ve inancın gereğini yaşamak Üstad’ın namaz için dediği gibi çok ağır bir şey de değildir.
Büyük bir tâli’sizlik; Allah’ı tanımama, ahireti bilmeme. Ne liyakatimiz vardı ki? O bize lütfetmiş. Azıcığını bile olsa; numunesini vermiş; “Bakın, tadın” demiş.
Evet, akıbet ve encam çok önemlidir. İnsan, hayatın bir noktasında öyle köpürür ki magmalar gibi, fakat hafizanallah bir inkıtaya girer, bir insilah (A’râf sûresi 175. âyette zikredilen şahısta olduğu gibi inanç ve itikadından yavaş yavaş sıyrılıp kopma) baş gösterir. Hiç farkına varmadan uzaklaşır, uzaklaşır, hiç duymamış, tatmamış gibi olur. Kupkuru, kaskatı bir ceset gibi… Encam çok önemlidir. O da ısrara bağlıdır. Kat’iyen kendi ameline, kendi mârifetine güvenmemeye bağlıdır. O’nun emrettiği şeyi katlayarak yapma; fakat asla kendine güvenmemeye…
Her şey Senden Sen Ganî’sin
Rabbim Sana döndüm yüzüm.
Acz, fakr, ihtiyaç, şevk, şükür mesleğinin gereği budur. İnsanın, sürekli kendisinin bir sıfır olduğu mülâhazasıyla yaşaması… Onun için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: اَللّٰهُمَّ أَحْسِنْ عاَقِبَتَنَا فِي الْأُمُورِ كُلِّهَا وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الْأٰخِرَةِ “Allahım, yapıp edegeldiğimiz bütün işlerimizin neticesini hayırlı ve güzel eyle. Bizleri dünyada rezil rüsvay olmaktan ve ahiret azabından koru.”1 أَحْسِنْ عاَقِبَتَنَا “Sonumuzu hayır eyle, akıbetimizi ihsan televvünlü eyle.” diyor. Yani, en büyük lütufta o zaman bulun bize, gözümüzü aç… Bizleri Sana kulluk yapıyor olma zirvesine ulaştır. Varlığını benliğimize bütün enginliği ile duyur. Ve başka şeylere ihtiyaç bırakmayacak şekilde Kendinle bizi doyur. Âmin!…
Keşke Toprak Olsaydım!…
Bediüzzaman Hazretleri ikindi vakti için “O vakit hem güz mevsimi hazînânesini ve ihtiyarlık hâleti mahzunânesini ve âhir zaman mevsimi elîmânesini andırır ve hatırlattırır hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilan etmek zamanıdır.”2 der. İşte, sonbaharı, ihtiyarlığı, ölümü ve topyekün kâinatın ölümü olan kıyameti hatırlatan bu vakitte biz namazdan sonra Nebe sûresini okuruz.
Bu sûre, adını ikinci âyetinde geçen ve “Mühim Haber” mânâsına gelen “En-Nebeu’l-Azîm”den almıştır. Âyette meâlen, “Onlar birbirlerine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilafa düştükleri o ‘mühim haberi’ mi?”3 denmektedir. Bu haberden maksat, ölümden sonra diriliş ve ahiret hayatıdır. İnsanların merak ettiği, sorup durduğu başları döndürecek, insanın aklını başından alacak hâdise öyle müthiştir ki, iman kalbine oturmamış kimseler bu hâdise neticesinde Cehennem azabının dehşetini görüp tadınca şaşıracak, dengesini yitirecek ve bu azap şoku karşısında toprak olmak isteyecektir.
İnsana dünyada bir şans tanınmış; o, bir turnikeye bir kere itilmiş, yayına ok konmuş ve ona “Ancak bir ok atma hakkın var; hedefe isabet ettirirsen kurtulacaksın, yoksa mahvolacaksın!” denmiştir. İşte o gün pek çokları hedefi yakalayamamışlığın ve “Mahvolacaksın!” kaziyesine mahkûm olmuşluğun perişaniyet ve dehşeti içinde يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا “Ah ne olurdu, keşke toprak olsaydım!”4 diyecek; ayaklar altında, rüzgârla sağa sola savrulan toz toprak olmayı temenni edecektir.
Toprak, muhteva ve zenginliğine rağmen, hep tevâzu ve mahviyetin remzi olmuştur. Kalbi iman nuruyla aydınlatabilmek ve gönlü gül bahçesine çevirmek için toprak gibi olmak gerektiği; zira topraktan başkasının gül bitiremeyeceği hep söylenegelmiştir. Bundan dolayı bazı müfessirler “Keşke toprak olsaydım!” temennisini “Keşke dünyada gurur ve kibirden uzak yaşasaydım; alçakgönüllü olup Allah’a iman ve itaat etseydim.” mânâsında mecâzî olarak anlamışlardır.
Fakat âyette geçen “toprak” kelimesini hakikî mânâsında kullanılmış olarak kabul edenler daha çoktur. Şöyle ki; ahirette hayvanlar, nev’ hâlinde toprak olacaklarından dolayı dünyada insan olmanın hakkını veremeyenler, mesuliyetinin gereğini yerine getiremeyenler de o gün hayvanlar gibi toprak olmak isteyeceklerdir. Bir hadis-i şerife göre, Yüce Allah (celle celâluhu), o gün hayvanları da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek ve sonra onlara, “Toprak olun!” buyuracak, hepsi toprak olacaktır. İşte bunu gören kâfirler de onlar gibi toprak olmayı isteyecektir.
İnsanî mevhibelerle donatılmış olarak dünyaya gelen, fakat insanca tavır ve davranışları yakalayamayanlar orada tabiatlarını seslendirecekler. Zaten bir tabiat deformasyonuna maruz kaldıklarından dolayı, tekrar “Keşke hayvan olsaydım” demeyecekler de, belağatta مَا يَؤُولُ إِلَيْهِ şeklinde ifade edilen “doğrudan neticeyi söyleme” üslûbuyla hayvan olmanın hâsıl edeceği sonucu, yani toprak olmayı isteyecekler. Bu açıdan, onların bu temennisini dünya hayatı itibarıyla hayvan ya da toprak olmayı arzulama değil de, dünyadaki suistimalleri sebebiyle maruz kaldıkları cezadan kurtulma ve hiç olmazsa hayvanlara tatbik edilen muameleyi isteme şeklinde anlamak gerekir.
Ah zavallı insanlar!… Gözleri var; ama görmüyorlar, kulakları var; ama işitmiyorlar, sinelerinde “kalb” adını verdikleri bir et parçası taşıyor; ama onu işletmiyor, hissetmeleri lazım geleni hissetmiyor, duymaları gerekeni duymuyorlar. Yani, donanım olarak insana verilen her şey kendilerine verilmiş; fakat onlar, o potansiyel gücü pratiğe dökememiş, kullanamamış, inkişaf ettirememişler. Sanki insanca donanımları yok gibi. “Mâ kâne (hâl)” itibarıyla yok, “mâ yekûn (gelecek)” itibarıyla da acı bir temenni var: “Keşke toprak olsaydım!…”
Maalesef, çokları bu müthiş haberi duymamış gibi yaşıyor; istikbalde onları bekleyen ve karşılaşmaları muhakkak olan o korkunç güne karşı kayıtsız ve kaygısız bir hal sergiliyorlar. Bazen hayret ediyorum; öyle büyük hâdiseler silsilesine karşı böyle lâkayt kalınır mı? Bir insan eğer ahirete inanıyorsa kalbi durmalı, en azından biricik okunu hedefine isabet ettirememe endişesiyle ürpermeli ve kontrollü bir hayat yaşamalı değil mi?
Bir Trafik Kazası ve Ölümün Gerçek Mânâsı
Soru: Efendim, eğitim gönüllülerinden bir esnafın arabasıyla şarampole yuvarlandığını ve vefat ettiğini öğrenip çok üzülmüşsünüz. Bu ve benzeri ölümler bize neyi hatırlatmalıdır?
Cevap: Çok zikrettiğimiz ve aramızda maruf olduğu üzere ölüm, bizim için, kulluk vazifesinden terhis mânâsına gelir; Cenâb-ı Hakk’ın “Haydi şimdi bütünüyle bana gel!” demesinden başka bir şey değildir. Onu gönülden tanıyıp sevenler için bu “Gel!” deyişin üslûbunda öyle bir iltifat ve öyle baş döndürücü bir teveccüh vardır ki; “Ey gönlü itminana ve huzura ermiş ruh! Sen ondan, O da senden razı olarak dön Rabbine! Katıl has kullarıma ve gir Cennetime!”5 şeklindeki çağrıyı alan ruh, bir dakika bile burada kalmak istemez. Zira, bu çağrının mânâsı, “Dünyanın sıkıntı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl; yitirdiğin Cennet’e ve ruhun asıl yurduna dön!” demektir.
Ölümü, bu mânâda bir iltifat çağrısı kabul edenler, dünyaya gelişi bir memuriyet ve askerlik, ondan ayrılışı da bir terhis, bir ikinci doğum ve bir ebedî varoluşa uyanma şeklinde anlar ve merdane yürürler kabre doğru. Aslında mü’min, ölüp mezara gömülmeyi, bir tohum gibi, sümbül vermek için toprağın bağrına saçılma olarak görür.
Ne var ki, toprağın bağrında bir Cehennem zakkumu olmaktan kurtulup Cennet tûbası hâline geliverme, imanla ölmeye bağlanmıştır. Ölümün gülen yüzünü görebilmek için imanla ölmek şarttır.
Hadis diye rivayet edilen ve büyük bir gerçeği ifade eden bir sözde “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.”6 denmektedir. Bir insanın hayat tarzı, onun şuuraltını meydana getirir ve besler. İnsanın şuuraltı birikimi, hem onun bütün hayatında hem ölümü esnâsında hem de kabirde Münker ve Nekir’e cevap verirken tesirini gösterir.
İmanla ölmek, hakkımızdaki ilâhî takdirin nasıl tecellî edeceğini bilemediğimizden dolayı elimizde olmayabilir. Fakat Müslüman olarak ölme yolunda bulunmak elimizdedir. Aksi takdirde, Kur’ân-ı Kerim’in “Ancak Müslümanlar olarak ölünüz.”7 emri bir “teklif-i mâ lâ yutak”; yani, “yerine getirilmesi mümkün olmayan bir teklif” olurdu.
İnsan, Müslümanca ölme yolunda olmak için, gittiği her yerde dünyevî işlerinin yanında küçük dahi olsa mutlaka dine ve millete hizmetle de meşgul olmalı; hayatını başkalarına faydalı olma dantelası üzerinde örmeye çalışmalıdır. Böyle bir niyet ve gayret neticesinde, dünyevî işler bile ibadet sırasına gireceğinden, insan Rabbiyle sürekli irtibat hâlinde olacaktır. Ve o irtibat varken gelen ölüm, nerede ve nasıl gelirse gelsin, bir şehitlik mülâhazasını da beraberinde getirecektir. Meselâ, insanın kavî bir imanı varsa ve yolda fuzulî şeylerle değil de, meâlîye ait meselelerle meşgul oluyorsa, trafik kazasında da ölse o şehit mertebesindedir. Evet, o şekilde vefat eden insan şehadet şerbeti içer; biz de acımızı şehitlik mülâhazasına sarıp sarmalar, ısıtır ve yumuşatırız, onunla teselli oluruz.
Diğer taraftan, kevnî kanunlar sabittir ve ihmallere karşı insafsızdır. İnsan kevnî kurallara uymazsa, kurallar onu affetmez, affediciliği yoktur onların. Yani meselâ, “Ben kendimi şu çukura bir atayım, ne oluyor bakayım.” diyemez insan. “Şu uçakla yer çekimine bir gireyim” diyemez. Esbâb-ı âdiye açısından, Cenâb-ı Hak tekvînî emirleri izzet ve azametine perde yapmıştır ve onlar kimseye iltimas geçmeden vazifelerini eda ederler.
Bundan dolayı, meselâ, mevzu bir trafik kazası ise, trafik kurallarına mutlaka azamî ölçülerde uymak gerekir. O iş, kahramanlığa gelmez; Allah muhafaza, işin kaidesine, kuralına uymayan insan intihar etmiş gibi muamele görebilir ötede. Eğer uzmanlar, ben tam bilemiyorum, meselâ “Doksan kilometrenin üzerinde hız yapan şoför, direksiyon hâkimiyetini kaybeder.” diyorlarsa, yüz elli kilometre hız yapmak bir intihara teşebbüs; ondan dolayı meydana gelecek ölüm de, intihar ve cinayet olarak mahşer meydanında insanın karşısına çıkabilir. Öyleyse, her şeyin kuralına, kaidesine uygun hareket etmek lazımdır.
Müthiş Bir Gün Var İnsanoğlunun Önünde…
Göklerin yarılıp parçalanacağı, Cehennem’in köpürüp alevleneceği ve kıyametten sonra bir kere daha üfürülen sûrla beraber bütün ölülerin diriltilip hesaba çekilmek üzere toplanacağı bir gün…
Her ferdin, yalın ayak, başı çıplak bir vaziyette kendi sırasının gelmesini dehşet ve korkuyla bekleyeceği; kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacağı, kendi başının çaresine düşeceği; peygamberlerin dahi “Nefsî, nefsî!” diyeceği bir gün…
Kâfirler için hazırlanan zincirler, bukağılar ve çılgın alevlerin herkesi dehşete düşüreceği; pek çoklarının kapkara, ekşi ve asık bir suratla beklerken, âdeta bel kemiklerinin kırılacağı; burada kulluk vazifesini yerine getirmeyenlere “Haydi yalanladığınız şeye doğru yürüyün! Yürüyün, gölgesi olmayan ve alevden korumayan üç buudlu (katmerli) Cehennem karanlığına!”8 denileceği ve müflislerin yüzükoyun sürüm sürüm ateşe sürükleneceği bir gün…
İşte, güneşin yaklaştırılıp her yanı kavuracağı, beyinlerin kaynayıp terin gırtlağa ulaşacağı ve sebeplerin bütün bütün iflas edip her şeyin insanın aleyhine döneceği o gün, insanlar altına girip gizlenmek, güneşin yakıcılığından azıcık korunmak için küçücük, ufacık da olsa bir gölge arayacaklar. Arayacaklar; ama o gün Hakk’ın himaye ve inayetinden başka gölge de olmayacak.
Seslerin kesileceği, canların gelip gırtlaklara dayanacağı, başların dönüp bakışların bulanacağı o gün, tek bir sığınak olacak; o da Allah’ın himayesinin gölgesi…
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah yedi kimseyi, kendi zıllinden başka sığınak olmayan (kıyamet) gününde, zılli altında himaye buyuracaktır.”9 diyor ve hem bu tâli’li insanların kimler olacağını haber veriyor hem onlardan biri olmamız için bizi ikaz ve teşvik ediyor hem de sağlıklı bir toplumun ancak o insanların sıfatlarını üzerinde bulunduran kimselerle meydana geleceğini bildiriyor.
Bu yedi grup insan şunlardır: Hak, adalet ve istikâmeti temsil eden idareci; ömrünü ibadet neşvesi içinde geçiren genç; mescidlere dil beste olan kimse; birbirlerini Allah için seven, bir araya geldiklerinde Allah için bir araya gelen, ayrılırken de Allah için ayrılan, Hak rızasını, Hak sevgisini mihrâb edinmiş muhabbet fedâileri; güzel ve zengin bir kadının talep ağında (nefsine başkaldırıp) “Ben Allah’tan korkarım.” diyen adam; solundakine infak ettiği şeyden, sağındaki bir şey hissetmeyecek şekilde sadakasını gizli eda eden kahraman ve yapayalnızken Allah’ı (celle celâluhu) anıp da gözleri yaşlarla dolan, yalnızlık anlarını tefekkür ve murâkabe ile buudlaştıran, yer yer gönlünde bestelediği duygularını yanaklarından süzülen yaşlarla seslendiren, gözyaşı kelimeleriyle “Dost”a içini dökebilen duygu ve gönül insanı.
Soru: Hadis-i şerifte “vicdan toplumu”ndan kesitler gösteriliyor gibi…
Cevap: Evet, yedi grup insandan oluşan bu tablo, hem ödleri koparacak olan mahşer gününde arşın gölgesine davet edilecek tâli’lilerin resmi hem de ideal bir toplumu, mükemmel bir milleti meydana getirebilecek insanların fotoğrafıdır.
İdeal neslin fotoğrafıyla alâkalı çok şey söyleyebilirsiniz. Bazen onları, beklenen bir mefkûre topluluğu olarak resmedersiniz. Bazen vicdan toplumu olarak dile getirir ve şöyle olması lazımdır, dersiniz. Bazen “Geleceğin mimarları ancak bu evsafta olan insanlardır.” düşüncesini seslendirirsiniz. Aslında, hepsinde de, değişik versiyonlarıyla aynı mülâhazayı işlemiş olursunuz; o da, Allah’ın marziyâtını hedeflemiş ve bu hedefe ulaşmayı da Cenâb-ı Hakk’ın mübarek nâm-ı celîlini bütün dünyaya duyurmaya bağlamış topluluk mülâhazasıdır.
Kabir Ziyareti
Kabirleri ziyaret etmek, genel olarak müstehabtır. Sâlih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi ise, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve oralarda değişik bid’atlara girme gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman câizdir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), henüz kader inancının kökleşmediği ve câhiliye alışkanlıklarının devam ettiği bir dönemde kabir ziyaretini muvakkaten yasaklamış; fakat daha sonra serbest bırakmıştır.10
Kur’ân-ı Kerim’e saygıdan dolayı, oraların nezih yerler olmaması yönüyle “Kabirlerde Kur’ân okunmaz.” diyenler olmuştur. Fakat günümüzde türbeler ve mezarlıklar temiz, bakımlı ve görümlü yerlerdir; hatta bazılarında yerlere sergi bile serilmiştir. Oralarda tazimle Kur’ân okumanın -Allahu a’lem– mahzuru yoktur.
Aslında mezarlarda Kur’ân okunacağına dair kesin bir dinî hüküm yoktur. Selef-i sâlihînden bazılarının kabir ziyareti sırasında Yasin ve Mülk sûrelerini okudukları rivayet edilir. On bir defa ihlâs okunabileceğini de Hedyu’n-Nebî gibi bazı kitaplarda görmüştüm. Oralarda insanları tembihe matuf genel manzara ve atmosferi değerlendirerek bir iki söz söyleme matlup olsa da, kabristanda konuşulacağına ve nutuk atılacağına dair bir şey de yoktur dinimizde. Günümüzde olduğu gibi nutuk atmalar, saygısızca bağırıp çağırmalar, çığlıklar, dua yapıyorum diye millete Peygamber’in ağuşunda yer ayırmalar ve insanın en ciddî olması gerektiği yerde küstahlıktan başka bir şey ifade etmeyen çirkin davranışlar yoktur.
Peygamber Efendimiz’in zaman zaman kabir ziyaretinde bulunduğunu ve oradaki davranışını hadis kitaplarında görüyoruz. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, kabristana uğradığında mezarlara dönerek “Esselâmu aleyküm (selâm üzerinize olsun) ey kabir halkı! Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun. Sizler bizim seleflerimizsiniz. Biz de arkanızdan geleceğiz.”11 buyuruyor.
Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biz bir cenaze vesilesiyle Bakîu’l-Ğarkad’da idik. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çıkageldi ve yanımıza oturdu. Biz de etrafında (halka olup) oturduk. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğuyla yere bir şeyler çizmeye başladı. Sonra “Sizden kimse yok ki, şu anda Cennet veya Cehennem’deki yeri yazılmamış olsun!” buyurdular. Cemaat “Ey Allah’ın Resûlü!” dedi. “Öyleyse hakkımızda yazılana itimat edip ona dayanmayalım mı?” “Çalışın” buyurdular. “Herkes kendisi için yaratılmış olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadete götüren amelde muvaffak olacaktır. Şekâvet ehli olanlar da şekâvete götüren amelde muvaffak olacaktır!”12
Sonra şu meâldeki âyeti tilavet buyurdular: “Malını Allah yolunda harcayıp O’na saygı duyarak haramdan sakınan; o en güzel kelimeyi, kelime-i tevhîdi tasdik eden kimseyi, Biz de en kolay yola muvaffak ederiz.”13
Bir başka defa da, Efendimiz kabristana gidiyor. Mübarek simasında elem izleri beliriyor. Sebebi sorulunca kabirdeki iki kişinin azap görüyor olduklarını; bu azabın büyük bir şeyden değil de, birinin bevl ihtiyacını giderirken temizliğine dikkat etmemesinden, diğerinin de nemîmede (koğuculukta, söz taşımada) bulunmasından dolayı olduğunu söylüyor. Sonra yaş bir odun parçası alıyor, ikiye ayırıyor. Her kabrin başına birer tane dikiyor. Niye öyle yaptığının sorulması üzerine de “o ağaç parçaları kuruyana kadar kabirdeki o iki kişinin azaplarının hafifletileceğini ümit ettiğini”14 ifade buyuruyorlar.
Bir başka kabir ziyaretini İbn Mes’ud (radıyallâhu anh) şöyle anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yere çubukla, kare biçiminde bir şekil çizdi. Sonra, bunun ortasına bir hat çekti, onun dışında da bir hat çizdi. Sonra bu hattın ortasından itibaren bu ortadaki hatta istinad eden bir kısım küçük çizgiler attı. Resûlullah bu çizdiklerini şöyle açıkladı: “Şu çizgi insandır. Şu onu saran kare de eceldir. Şu dışarı uzanan çizgi de onun emelidir. (Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de musibetlerdir. Bu musibet oku, yolunu şaşırarak insana değemese bile, diğer biri değer. Bu da değmezse ecel oku değer.”15
Efendimiz’in ölümü ve eceli hatırlatışı sahabenin gözlerini yaşartmış, Hz. Osman gibi bazıları ağlamışlardı. Evet, orası ağlanacak bir yerdir. Kabir, insanın bir gün kendisinin de içine gireceğini düşünmesi gereken bir yerdir. Orası “Ya kurtulurum ya kurtulamam…” mülâhazasına bağlı olarak geçilmesi gereken bir mekândır.
İbn Mes’ud (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım; fakat artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kabir ziyareti, dünya bağını kırar, ahireti hatırlatır.”16 Hadis-i şerifte de görüleceği üzere burada hükmün menâtı (sebep ve hikmeti) dünyanın fâni olduğunun düşünülmesi ve ahiretin hatırlanmasıdır.
Maalesef, şimdilerde mezarlar pek çoklarına bir şey ifade etmiyor. Eğer hükmün menâtı ahireti hatırlamaya matuf ise, şimdi mezarlar ziyaret edilmese de olur. Gerçi, Üstad Hazretleri, “Ve o gençliğin suistimaliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin suistimalinden ve taşkınlıklarından ve gayrimeşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin” diyor ve nimetlerin kadrini bilmek, kıymetini anlamak için kabirleri ziyaret etmek gerektiğini de zikrediyor.17 Fakat neylersiniz ki, bugün insanların kalbleri ölmüş. Çok az kimse etrafına ibretle bakıp, muhasebe ve murakabede bulunuyor.
Berzah İçin Zaman Kavramı Var mıdır?
Berzah, kelime itibarıyla, “iki şey arasındaki perde, set ve engel” demektir. Istılahî olarak ise; “ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âlem, kabir âlemi, dünya ve ahiret arasındaki koridor, bir bekleme salonu” mânâlarına kullanılmaktadır. Berzah, dünyayla âhiret arasında bir köprüdür.
Zaman kavramının söz konusu olmaması sadece Zât-ı Ulûhiyet içindir. Zât-ı Ulûhiyet için zamanın söz konusu olmaması, Ezel ve Ebed şeklinde ifade ettiğimiz gibi evveli ve âhiri olmaması mânâsına gelir. Bu meselenin keyfiyetine aklımız ermez bizim; ihata edemeyiz, kavrayamayız onu.
Berzah için de bir zaman söz konusudur. Fakat dünyevî kıstaslar yönüyle buradaki zaman değil de, oraya ve ahiret ölçülerine göre bir zaman vardır. Mahşerde de zaman vardır. Ahiret için bazen “zaman üstü” denmesi, insanın büyük ölçüde başına gelecek şeyleri orada görmesi açısındandır.
Ayrıca, hasta bir insanın geceyi kıvrana kıvrana, her dakikayı bir saatmiş gibi duya duya geçirmesiyle, çok yorgun yatan ve ne zaman sabah olduğunun farkına varamayacak kadar kesintisiz uyuyan bir insanın zamanı algılamaları da farklı farklıdır. Aynen öyle de, berzahta mü’minler namazlarını, Kur’ân’larını, Allah yolundaki hizmetlerini, gönüllerine inşirah ve sürur verici birer enîs, birer dost olarak bulurlar. Cennet’e ait pencereler açılır; nazarlarına en latîf sermedî manzaralar, güzel tablolar arz edilir ve Cennet’lerini seyredip dururlar. Dünyada çirkin yaşayanlara gelince, onlar için temessüller de çirkin olur ve onlara Cehennem gösterilir. Biri, kıyâmetin bir an önce kopmasını arzularken, diğeri hiç kopmamasını ister. Berzah âleminde kıyâmet koptuktan sonra ne kadar kalınacağını ise ancak Allah (celle celâluhu) bilir.
Ahiret Talipleri ve Dünya Düşkünleri
Soru: Kur’ân-ı Kerim, sadece dünya nimetlerini isteyen insanların ahirette nasipleri olmayacağını anlatıyor. Bu hususu nasıl anlamalıyız?
Cevap: Kur’ân-ı Kerim, pek çok âyetinde dünyaya talip olanları, ahiret nimetlerini isteyenleri ve hem dünya hem de ahiretteki hayır ve bereketten istifade yolları arayanları anlatıyor. Bu üç grup için de birer misal verebiliriz:
“Kim ahiret mahsulü isterse, onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz; ama ahirette onun hiç nasibi olmaz.”18
“Kim dünya hayatını ve dünyanın ziynet ve şatafatını isterse, Biz orada onların işlerinin karşılığını kendilerine tam tamına öderiz ve onlara dünyada asla haksızlık yapılmaz. Fakat onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur. Onların dünyada yaptıkları bütün işler hatta iyilikler bile, heder olmuştur; bütün yaptıkları boşa gitmiştir.”19
“Bazı kimseler ‘Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!’ derler. Bunların ahirette nasipleri yoktur. Bazıları da, ‘Ey bizim Kerim Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellikler ver ve bizi Cehennem ateşinden koru!’ derler. İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketini fazlasıyla bulurlar. Allah, hesabı çok çabuk görür.”20
Aslında, istenmesi ve arkasına düşülmesi gereken şey bellidir. Altmış yetmiş senelik bir ömür boyunca elde edilecek iyilik ve güzellikle, sonsuz bir hayattaki nimet ve ihsanlardan hangisinin daha çok arzu edileceği açıktır. Tabiî ki, akıl ve şuuru yerinde olan bir insan, “dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in daire-i rahmeti ve mertebe-i huzuru”ndaki nimet ve ihsanlara iştiyak duyacak, ahiretteki iyilik ve güzellikleri arzulayacaktır.21
Ne var ki, insan acelecidir. Peşin ücrete meyillidir. Bu meyil, bir de imansızlıkla kuvvet kazanırsa, âdemoğlu dünyanın geçici lezzetlerini hedef edinecek, onların arkasında gafilane bir yol takip edecektir. Bir insan sadece dünyayı isteyince, Cenâb-ı Hak o kulun istediklerini bütünüyle verebilir. Fakat o insan, yalnızca dünyayı talep etmiş, ahirete ait bir arzu ve istek ortaya koymamışsa kendi fıtratına ters hareket ediyor demektir. Çünkü, insanın tabiatı ahireti istemeye açıktır; bunu görmezlikten gelip bir tek dünya için dua eden kendi tabiatına ihanet etmiş olur. “İnsan ebed için yaratılmıştır, ebede mebustur ve ebedden başka hiçbir şeyle tatmin olamaz.” şeklindeki vicdanî sesi duymuyor ve bu ses çizgisinde istekler ortaya koymuyorsa tabiatını seslendirmemiş, özüne yabancı düşmüş olur. Bu yanlışının bedeli de ahiretteki nasipsizliğidir.
Diğer taraftan, ahiret ve ahiret ötesi şeyler, biraz insanın kabullenmesine vâbeste hususlardır. Hani şimdilerde üç boyutlu resimler var. Onlara ilk kez bakan insan sadece düz bir satıhla karşılaşıyor, anlamsız bazı şekiller görüyor. Eğer, daha başka şeyler görebileceğine inanırsa, bakışını o satıh üzerinde yoğunlaştırıyor, belli bir açı yakalıyor ve üçüncü boyuttaki şekilleri görebiliyor. Fakat sadece o sathı görme niyetiyle baksa, nazarını yalnızca düz zemine hasretse, o zemin haricinde herhangi bir şey göremiyor. Aslında, o düz satıhta bir üçüncü, bir dördüncü buudu görmek mümkün olsa da, o insan bir şey göreceğine inanmadığından dolayı, onun için üçüncü buud, dördüncü buud söz konusu olmuyor ve düz sathın ötesi hep perdeli kalıyor.
Burada istidrâdî bir şey arz edeyim: Meselâ, şu mekânda iyi baktığınız zaman dört buudlu görebileceğiniz şeyler vardır. Çok defa o buudları ayırt etmeye çalıştım ve o nazarla baktım; bir noktadan sonra onlarda dördüncü buudu müşâhede ettim. Birinci kıt’ada görülen şeyler, daha arkada daha genişçe görülen şeyler, bir sonraki perdede de ziyadesiyle derin görülen şeyler… İşte bu görme, im’an-ı nazara ve biraz da kabule bağlıdır.
Evet, ahiret ve ahiret ötesi perdeler de bir kabul ve im’an-ı nazarla bilinir ve aşılır. Ahirete, öldükten sonra dirilmeye, mahşere, Cennet ve Cehennem’e inanmayan insan, öbür tarafta işin hakikatini göreceği âna kadar sürekli bir berzah yaşayacaktır. Bin sene kabirde kalsa da berzahta gibi olacaktır. Ahirete inanmadığı için sürekli bir yok olma korkusu yaşayacak; orada, yok olmanın ızdırabını dünyada duyduğundan daha fazla duyacaktır. Dünyada değişik şeylerle teselli olsa da, orada sadece ebedî yokluğu duyacak ve herhangi bir teselli kaynağı da bulamayacaktır. Daimî yok olmanın demir parmaklıkları arasında kalacaktır. O insanın itikadı ötede yokluk olarak inkişaf edecektir. Çünkü, orada itikadın, kabul ve iz’anın inkişafı mahiyetinde bir yaratma olacaktır. O insanın dünyadaki itikadı yokluk yörüngeli olduğundan dolayı, ötede de yokluk olarak inkişaf edecek ve o derin bir yokluk duyacaktır.
İşte, “İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”22 sözünü sadece dünyada imanın insana verdiği huzûzât-ı nâmütenâhîye (bitip tükenmez lezzet ve hazlar) ve küfrün insanın içinde hâsıl ettiği ızdırap şeklinde anlamamak lazım. İmandaki Cennet çekirdeği de, küfürdeki zakkum tohumu da bir gün inkişaf edecektir. İman bir Cennet bahçesi gibi inkişaf ederken, o zakkum çekirdeği de bir gayya meydana getirecek ve sahibini yutacaktır.
Ahirete inanmayan ve ahiret nimetlerini, iyilik ve güzelliklerini istemeyen insan bir yokluk tohumu taşıyordur ve ötede bu tohum inkişaf edecek, sahibine de yokluk hicranı yaşatacaktır. Bundan dolayı, ahirete inanıp onun arkasına düşmeyen insan bu yanlış itikadının adem olarak inkişaf etmesiyle nasipsizlerden olacaktır.
1 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/181; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/33.
2 Bediüzzaman, Sözler s.46 (Dokuzuncu Söz).
3 Nebe sûresi, 78/12.
4 Nebe sûresi, 78/40.
5 Fecr sûresi, 89/27-30.
6 Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431.
7 Bakara sûresi, 2/132.
8 Mürselât sûresi, 77/29-31.
9 Buhârî, ezân 36, zekât 16, rikak 24, hudûd 19; Müslim, zekât 91.
10 Bkz.: Müslim, cenâiz 106, edâhî 37; Tirmizî, cenâiz 60; Ebû Dâvûd, cenâiz 75.
11 Tirmizî, cenâiz 59; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/107.
12 Buhârî, cenâiz 83, tefsîru sûre (92) 6; Müslim, kader 6.
13 Leyl sûresi, 92/5-7.
14 Buhârî, vudû 56, cenâiz 82, 89; Müslim, tahâret 111.
15 Buhârî, rikak 4; Tirmizî, kıyamet 22; İbn Mâce, zühd 27.
16 İbn Mâce, cenâiz 47; Abdurrezzak, el-Musannef 3/573; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/531.
17 Bediüzzaman, Sözler s.156 (On Üçüncü Söz, İkinci Makam).
18 Şûrâ sûresi, 42/20.
19 Hûd sûresi, 11/15-16.
20 Bakara sûresi, 2/200-202.
21 Bediüzzaman, Sözler s.709 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, İkinci Mebhas).
22 Bediüzzaman, Sözler s.16 (İkinci Söz).