Önsöz
İnsan zaaflarıyla aşağılardan aşağı, faziletleriyle de meleklerden üstün bir varlıktır. Onu bu zaaf ve faziletleriyle ele alıp değerlendirmeyen her türlü terbiye anlayışı ise, eksik ve yarımdır.
İslâm, insanı bir bütün olarak ele alır. Zaaflarına karşı zecrî ve korkutucu, faziletlerine karşı da teşvik edici bir metotla ona yaklaşır. Onun için Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde korku ile ümit, Cennet ile Cehennem, rahmet ile gazap hep ard arda ve dengeli olarak işlenmiştir. Korkunun bitirip tükettiği ve mefluç hâle getirdiği insanla, ümidin şımartıp firavunlaştırdığı insan, İslâm’ın aradığı insan tipi değildir.
Dinî hayatın temini ve devamı ancak müeyyidelerle sağlanır. İnsan, bir taraftan mânevî hayatını takviye edip metafizik gerilime geçerken, diğer taraftan da bazı cezâî müeyyidelerle kontrol altına alınmalıdır ki, istikametini devam ettirsin; sürçmekten, düşmekten ve yolda takılıp kalmaktan korunmuş olsun. Zâhiren bu cezâî müeyyidelerin yüzü ekşi gibi görünebilir. Ne var ki neticede bunlarla elde edilecek şeyler düşünüldüğünde, bu cezâî müeyyidelerin en az teşvik ve tergib müeyyideleri kadar insanın lehine olduğu ve o ekşi yüzün altında bir hûri güzelliği taşıdığı görülecektir.
İnsanı tek taraflı ele alan bütün sistemler iflas etmiştir. İflas etmeyen sistemler de bugün hızla o istikamete doğru kaymakta. Zira bu sistemler, realite ve buna göre yaşama âhenginden mahrumdurlar. Bu mahrumiyetin muhakkak ve mukadder olan neticesi ise, bitip tükenmektir.
Bu açıdan biz, İslâmî müeyyidelere, ilâhî ahlâk perspektifinden bakıp öyle değerlendirmek zorundayız. Zira o ahlâk ki, Kur’ân ahlâkıdır. Bizim asıl gayemiz de, insanlara Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâklanmış olduğu “en yüce ahlâk” ile ahlâklanma yolunu gösterme olmalıdır. Zaten insan olmanın gayesi de, bu yüce ahlâka ulaşmak değil midir?
İslâmî müeyyideleri, işin başında iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlara en kısa ve veciz bir ifade ile, “enfüsî ve âfâkî” diyebiliriz. Birincisinde ferdin kendi iç âlemi ve ruh yapısı; ikincisinde ise, dışa karşı yapması gerekenler söz konusudur.
Evvelâ her fert, kendi mânevî hayatını istikamet içinde sürdürmelidir. Zaten, imanın bütün rükünleri de ferde bunu kazandıracak niteliktedir. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere iman etmiş olan insanda, belli seviyede bu istikamet vardır. Ama bu istikamet, “salih amel” dediğimiz ibadetlerle takviye edilmeli ve her fertte tabiat hâline getirilmelidir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetlerin yanında, “nafile” adını verdiğimiz ibadetlerle de, ruhî hayatını geliştirip, iç dünyasını süsleyen bir insan, müeyyidelerin fert planında olan kısmını yerine getirmiş olur. Şu var ki, müeyyideler sadece yapılması gerekenler demek değil; yapılmaması gereken hususlarla da alâkalıdır. Yani bu müeyyidelerin bir ucunda Cennet, diğer ucunda Cehennem vardır. Tabir-i diğerle müeyyidelerin bir ucu mükâfatı, diğer ucu cezayı gösterir. İşte bu da dengenin ta kendisidir.
Ayrıca, meseleyi beşerî realiteler içinde ele almak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, bizi insan olarak yarattı. İnsan, birçok zaaflarının yanında birçok faziletleri de olan kompleks bir varlıktır. Oysaki diğer varlıklarda bu hususiyet, insanda olduğu ölçüde yoktur. Hayvanlar, kendileri için tayin edilen hududun dışına çıkamazlar. Kendilerine cüz’î irade verilmediği için de mesuliyetleri yoktur. Cinler, istidat açısından insandan çok geridirler. Zaten şeytanların yapısı kötülüklerle öyle bütünleşmiştir ki, onlar sadece kötülük yapan varlıklar durumundadırlar. Meleklerin istidatları da sınırlıdır. Sınırlı tabirini, onların insanî ölçüde tekâmüle kapalı olduklarını anlatmak için kullanıyoruz. Şeytan, itaat etmekten mahrum; melek, isyan etmekten masundur. İnsan ise, hem şer ve kötülüğe, hem de iyilik ve güzelliğe aynı ölçüde açık olarak yaratılmıştır. Yüceler yücesi makamın namzedi de, sefaletin en iğrencine yuvarlanma adayı da odur.
İslâm, getirdiği müeyyidelerle, kötülüğün bizzat kendisini yok edici bir aktivite içindedir. Bataklığı kurutmak, sivrisineklerden korunmanın en emin ve en kalıcı yoludur. Yılanı büyütüp kobra hâline getirdikten sonra, ondan şikâyet etmenin veya onu ortadan kaldırma çabalarına düşmenin yersizliği ve yetersizliği ortadadır. İslâmî müeyyideleri tetkik ederken, konuya bu zaviyeden yaklaşılması, meselelerin daha şümullü kavranmasına vesile olur inancını taşımaktayız.
Tergibin yanında terhib; iyiyi emretmenin yanında kötülüklerden sakındırma; güzel davranışlar karşısında okşama, iltifat etme, mükâfat verme; kötülük ve kötülüğe götürücü faktörler karşısında cezâî müeyyidelere başvurma; yani bataklığı kurutma ve kötülüğün bizzat kendisini ortadan kaldırma, İslâmî müeyyidelerde gaye ve hedefe ulaştırıcı belli başlı usûl ve metotlardandır.
Elinizde bulundurduğunuz bu kitapta, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” dediğimiz; iyiliği emredip kötülükten sakındırma mevzuunu çeşitli yönleriyle ele alıp takdim etmeye çalışacağız. Şu kadar var ki, çıkış noktamızı yani onun İslâmî müeyyidelerden biri olduğu hususunu daima göz önünde tutacak ve değerlendirmemizi bu gerçek etrafında örgülemeye çalışacağız. Böyle bir değerlendirmenin “İslâm’da Tebliğ Usûlü” anlayışımıza çok daha yeni buudlar kazandıracağı ümidindeyiz.