Önsöz Yerine
Işığı Sönmeyen Ev
Gün ikindiye kayarken bir hareketlilik başlar o diyarda. Komşu evlerde oturanlar ve aylarca bekledikten sonra bir iki günlüğüne izin alabilen üç beş tâli’li misafir özene bezene abdest alırlar. Bir tevbe kurnasına koşuyor gibi hızlı hızlı ama bütün hata ve günahlarının hicabıyla da mahcup, ağaçlar ortasındaki heybetli fakat sımsıcak eve yönelirler. Işığı daima yanan evlerden biridir o. Sığınanları bağrına basan, açları doyuran, yüreği acıyanları sarıp sarmalayan ve kutlu sakinlerinin en içli iniltilerine sır arkadaşlığı yapan sımsıcak bir yuva. Batının batısında, doğunun bütün motiflerinin mümessili bir Anadolu ocağı.
İşte o evdedir Asrın Garibi, o evin bir odasında. O ev okyanusun ötesinde ama onun odası vallahi Erzurum’da, billâhi Edirne’de, tallahi İzmir’de. O ev Amerika’da ama o oda Türkiye’de; o odanın sâkini kalben, hayalen ve ruhen dünyanın her bucağında, bütün kalbi kırıkların yanında. Çağın güç merkezleri, kendilerine göre bir “Yeni Dünya” hayatı tahayyül etseler de, o ilk kez “Vira bismillâh” dediği zamanki sadelik ve duruluğunda. Bazılarını buna inandırmak ve onların boğuldukları derin suları ayağı ıslanmadan geçenlerin de var olduğunu kendilerine anlatmak ne kadar da zor! Var mı ki, böyle bir vazifemiz?! Fakat gönül istiyor ki, suizanlara ve iftiralara girmesin hiçbir mü’min kardeşimiz…
İkindi namazını haber verir bir kutlu müezzin. Saf tutar gönüllerini cilalamaya gelenler. Kestanepazarı’ndaki tahta kulübenin ikiz kardeşi o şirin odanın kapısı açılır az sonra. Sanki ötelerin kapısı açılmış gibidir, meleklerle omuz omuza vermişçesine herkes birer ruhanî kesilir. Ve ağır ağır adımlarla o gelir, en öne serilmiş bahtiyar seccade onu beklemektedir.
O, her zaman milletin derdiyle iki büklümdür, ondandır yine yanaklarındaki gözyaşı izleri; o, insanlığın ızdıraplarıyla kıvrım kıvrımdır, bu sebepledir simasındaki elem çizgileri. Namaz onun için bütün mâsivâyı arkada bırakma değildir sadece, bütün kalble Allah’a yönelmedir aynı zamanda; tekbir getirip de el bağlayınca, bu dünyadan tamamen uzaklaşır, yalnızca mü’min Miracında tüllenmesi gerekenler kalır onun ufkunda.
Bütün kîl ü kâllere, gıybetlere, isnatlara, iftiralara, koca koca bühtanlara sırtını dönen, “Her şeyin hakikatini Sen biliyorsun Rabbim!” deyip yüzünü sadece Allah’a veren… İnsanlığın kurtuluşu için her gün biraz daha mum gibi yanıp eriyen… Barış türküleri yazarak, dostluk köprüleri kurarak herkese el uzatan ama haset ve düşmanlık oklarını neredeyse tek başına göğüsleyen… O engin gönülden yükselir en içli niyazlar. Kimi zaman önde başlayıp saf saf yayılan hıçkırıklara en arkadakiler de ses katarlar ve bin elem bin bir emelle namazı tamamlarlar.
Çoğu zaman سُبْحَانَكَ يَا اَللّٰهُ تَعَالَيْتَ يَا رَحْمٰنُ nakaratıyla bambaşka bir coşkuya ulaşan tesbihat da bitip Nebe sûresinin verdiği müthiş haberler korku ve ümit arası duygularla hatırlandıktan sonra herkes salondaki yerini alır. Şayet, muhterem Hocamız sağlık durumu el verir de bir yarım saat konuşmaya derman bulursa, işte o an sohbet zamanıdır.
Sohbet, onun için hayat tarzıdır. Cenâb-ı Hakk’a yönlendiren yararlı konuşmalarda bulunma, söz ve düşünce ile başkalarının ufkunu açma, kendisine karşı duyulan hüsnüzannı gönülleri sonsuza yönlendirmede bir kredi gibi kullanma ve hep hayırhahlık mülâhazasıyla oturup-kalkma onun ömrünün özetidir.
Zaten o ve arkadaşları için hakikate ulaştıran iki önemli yol vardır; bunlardan biri sohbet, diğeri de hizmettir. Hizmet, himmet bekleyen işlere omuz verme ve millet yolunda cehd ü gayret gösterme; sohbet de, zâhir ve bâtın duygularla hakikati duyma, hissetme ve yaşama hâlidir. Sohbet, gönül kapılarını ardına kadar açarak, kalbine ilâhî vâridat ve mevhibeler yağan Hak dostunun, Hak tecellîlerine açık o zengin atmosferini paylaşma ve onun “insibağ”ına erme, onun boyasıyla boyanma demektir.
Hüzün Vakti
Kaderin bir cilvesi midir bilinmez; Batı’nın batısındaki sohbet saati ikindiden sonraya denk düşmüştür; hafta sonu sabahı, cuma namazı öncesi ya da akşam namazı sonrası değil de ikindi vaktidir burada insibağ mevsimi.
İkindi, her zaman insan gönlüne gurbet duyguları salan hazin güz mevsiminin tedaileriyle gelir.
İkindi, hüşyar ruhlara iyice yaşlanan dünyanın elden ayaktan kesilmişliğini görmenin kederini içirir.
İkindi, fitnelerin yağmur gibi yağdığı ahir zamanın dehşetli günlerini ve sarp akabelerini akla getirir.
İkindi, ufûle meyleden güneşi göstererek insana bu dünyada misafir olduğunu, her şeyin burada muvakkaten bulunduğunu ve herkesin hayat güneşinin de bir gün varıp guruba dayanacağını haber verir.
İkindi, o solmaya yüz tutan yüzüyle “yolculuk var, ölüm var, hesap var!” der, ötelere hazırlık yapmak gerektiğini bildirir.
Her ikindi, bu hüzünlerin hepsiyle beraber gelir uzaktaki o eve. Sadece bunlar mı? Hayır… O an o kutlu meclisi paylaşanlar, mazhar oldukları sıhhat, selâmet ve hayırlı hizmetler gibi ilâhi nimetlere karşı gereken kulluğu ve şükrü ortaya koyamamanın hüznünü de yaşarlar. İkindi Peygamberi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) vakt-i nübüvvetinde gelmiş olma ama O’nun zamanında bulunamama elemini de tadarlar. O’na ümmet olup O’nun saadet asrından yansıyan güzellikleri görebilmenin sevinciyle dolsalar da, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu her istidatlı gönle duyuramamanın kederini de yudumlarlar.
Bir de gurbetin hüznü vardır onların içini delen… Vatandan ayrılığın elemi ve sevdiklerinden uzak olmanın burukluğu vardır. Hemen her ikindi bu hüzünlere de gebedir.
Neyse ki, o sohbet tutkunlarındaki hüzün dostsuzluktan, sahipsizlikten, kimsesizlikten kaynaklanan ve insanı karamsarlığa, bedbinliğe, gaflete salan kederden çok başkadır; iç içe karanlıklara açılan tasadan oldukça farklıdır. Onlardaki hüzün, dostların firakından, onlara kavuşma arzusundan ve vuslatın bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanmanın hâsıl ettiği iştiyakla beklemekten neş’et eden, ümitlerle bezeli bir hüzündür. Yeis yoktur o hüzünde, sevgisizlik yoktur, kimsesizlik yoktur. Sevgililer bir başka diyardadır; onlara karşı özlem vardır, hicran vardır ve daüssıla vardır.
Bu hüzün aynı zamanda vazife şuuru, dava düşüncesi ve mefkûre tutkusuyla dolu insanların mavera buudlu mukaddes hüznüdür. Bir ikindi vaktinde, uzaktaki o evde Mahzun İnsan’ı dinleyenlerin kimisi ara sıra da olsa tökezleme utancından ve ibadet ü taatteki eksiklik mülâhazasından kederlenir.. kimisi kalbin mâsivâya meyl ü muhabbetinden ve duyguların teveccühteki teklemelerinden dolayı dertlenir… Kimisi de onca nimet karşısında kulluk ritmini tutturamamış ve vazife-i ubudiyette kusur etmiş olma endişesinden hüzünlenir.
Fakat bütün bu hüzünleri unutturacak ve içlere inşirah salacak bir beklenti de mevcuttur onların gönüllerinde. Hadis-i şeriflerde anlatılır ki, melekler, sabah namazı vaktinde gökyüzüne çıkar, ikindi namazı vaktinde de yeryüzüne inerler. İnerler ve insanlar arasında dolaşıp mü’min kulların güzel hâllerine şahitlik ederler. Onların hüsn-ü şehadette bulunduğu sohbet ve zikir meclislerindeki herkes Allah’ın afv u mağfiretine uğrar. Melekler, mü’minler arasında yer alan ama başka maksatlar güden bir insan hakkında “Yâ Rab, falan insan onların arasına öylesine katılmıştı; onun derdi zikr ü fikir, sohbet ü muhabbet değildi!” derler. Cenâb-ı Gaffâr u Settâr, “Benim adım için bir araya gelenler öyle bahtiyarlardır ki, onlarla oturup kalkan hiç kimse tâli’siz olmaz.” buyurur ve o kulu da affeder. İşte, öyle mübarek bir topluluk içinde bulunuyor olma ümidi ve bağışlanma recası bütün hüzünlerin yüzünü ağartır. Artık o hüzünler, birer kapkaranlık ve yetimâne hüzün olmaktan çıkar, Kur’ân’ın nur-efşan ve hayra açık hüznüne dönüşür.
Bu duygularla başlayan sohbet her an daha da yoğunlaşan hislerle devam eder. Çok geçmeden de o meclisi ilâhî rahmet ve sekine çepeçevre kuşatır. Önce, Muhterem Hatib’in dudaklarından dökülen hemen her cümle gaybî bir rahmet hazinesinden gönderilen katreler gibi Rahmanî hediyeler hâlinde dinleyenlerin gönlüne akar. Sanki rahmet onlar için de tecessüm etmiştir; söz damlaları ve gönül nağmeleri hâlinde âb-ı hayat olup imdadına koşmaktadır muhtaç sinelerin. Herkes ihtiyacı olan ikazları, nasihatleri, tavsiye ve öğütleri dinliyor gibidir; oradaki her fert, içinden “Evet evet, içimi okuyor, tam bana göre konuşuyor!” demektedir. Belli ki, söylenen sözler tesadüfî değildir; belli ki dinleyenlerin kalblerini bilen Allah, denmesi gerekenleri söyletmektedir.
Aslında, ilâhî rahmetin mücessem hâline en güzel misal yağmurdur. Yağmursuzluk çekenler rahmeti celb etmek için dua ederler. Önce eski elbiseler giyer, başlarını öne eğerler. Yaya olarak ve mütevazi bir tavırla dua yapılacak yere giderler. Duadan önce sadakalar verir, fakirlere yardım eder, yaptıkları haksızlıklardan dolayı insanlardan helâllik diler ve Cenâb-ı Hakk’a istiğfar ederler. Evet, o sohbette bulunanların hâli aynı yağmur duasına çıkmış kimselere benzer. En az onlar kadar hazırlık yapmışlardır bağışlanmak için, en az onlar kadar ihtiyaç hissetmektedirler ilâhî rahmete ve en az onlar kadar yönelmişlerdir rahmet kapısına, gönülleri açık, boyunları bükük.
Derken, ilk rahmet katreleri meleklerin kanatlarında gelir ve ilham incileri, hakikat damlaları olarak akar dertli insanın gönlüne. Bir “yağmur musikisi” başlar o anda:
“Hep bir mûsıkî ritmiyle kulaklarda çağlar,
Sanırsın gökler coşmuş da çemenlere ağlar.
Siner her yana ruhları saran bin râyiha,
Toprak hayatla tüter, çiçekler kalkar şaha…”
Yağmurun, değişik mevsimlerde farklı yerlere çeşit çeşit şekillerde yağması; bazen ince ince çiselemesi, bazen de kar ve dolu hâlinde düşmesi, kimi zaman toprağı sulayıp bereket kaynağı olması, kimi zaman da sele dönüşüp her şeyi yıkıp geçmesi gibi, Hatib’in sözleri de konunun ve muhatapların durumuna göre, bazen bir meltem gibi ruhları okşamakta, bazen de yıldırım ve gök gürültüsü olup kalblere ürperti salmaktadır. Muhterem Hocamız, bazen değişik tembih ve ihtarlarla gönüllere havf ve haşyet duygusu aşılamakta; bazen de iltifat ve müjdelerle kalblere reca hissi üflemektedir. O, akla ve mantığa seslendiği aynı anda kalbe ve hissiyata da hitap etmektedir.
Özellikle muhasebe ağırlıklı sohbetlerin her cümlesi bir şimşek, bir yıldırım gibi inmektedir akıllara ve kalblere. O anlarda, onun dudaklarından etrafa yayılan her söz incisi, titretmektedir gönülleri ve yaşartmaktadır gözleri.. sanki her kelime mücessem birer rahmet katresi olup yağmur damlası gibi düşmektedir dinleyenlerin yanaklarından göğüslerine doğru. Zira, Muhasibî ile diz dize gelmişçesine hesap endişesiyle ağlayan bu insanlar, Necip Fazıl’ın,
“İçine nefis sızan ibadetlerin,
Birbiri ardınca kazasındalar.
Bir ân yabancıya kaysa gözleri,
Bir ömür gözyaşı cezasındalar.”
sözleriyle tavsif ettiği erler misali, kırk sene önce bir harama kaymışsa gözleri o nazardan dolayı da o gün bir kere daha “âh” edip inlemektedirler. Her an boyunlarını biraz daha bükmekte, mahcubiyetle bir kat daha bükülmekte ve Tahir-i Mevlevî’nin mezar taşına yazılmasını vasiyet ettiği dörtlüğün muhtevasıyla iç çekmektedirler:
“Eli boş varılmaz varılan yere,
Boş gelmedim yâ Rab, ben suç getirdim!
Dağlar çekemezken o ağır yükü,
İki kat sırtımda, pek güç getirdim…”
Kim bilir, bu nedamet duygusu, tevbe, inabe ve evbe gözyaşları bütün hata ve kusur izlerini de alıp götürmektedir. Nasıl ki, yağmur aynı zamanda Cenâb-ı Allah’ın “Kuddûs” ism-i şerifinin bir tecellisidir ve o değil yeryüzünü, gökleri bile kirlerinden arındıran en duru, en saf bir temizleyicidir; aynen öyle de, hata ve kusurlardan dolayı Hak rahmetinin insan gözünde damla damla olması da beşerî lekeleri söküp atmaktadır.
İkindi Yağmurları
İşte, hem ikindi hüzünlerine hem de yağmur misal sohbetlere ve o sohbetlerde dökülen rahmet katreleri kadar aziz gözyaşlarına telmihte bulunmak için bu kitabın adına “İkindi Yağmurları” dedik. Bu sohbetlerde muhterem Hocamız, tefsirden hadise, hadisten fıkha, fıkıhtan tarihe, ondan edebiyat, tasavvuf, felsefe, sosyoloji ve psikolojiye, hatta diğer pozitif ilimlere kadar pek çok konuda pırlanta mahiyetinde fikirler serdetti, ölçüler verdi. Kendisine sorduğumuz sorular münasebetiyle, engin ve hazmedilmiş bir Kur’ân ve Sünnet kültürüyle, dinî, sosyal ve kültürel meseleler üzerinde tahliller yaptı.
Aslında konu ne olursa olsun, hangi soru sorulursa sorulsun bu sohbetlerde en önemli gaye, imanın mârifet ufkuna ulaştırılması, mârifetin “yakîn”in değişik mertebelerine bağlanması, hakikat-i Ahmediye vesayetinde kalb ve ruhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu seyahatlerin de şuurlu temâşâ ile değerlendirilmesiydi. Böyle bir seyahat ve temâşâda gönül erlerine en çok tavsiye edilen en önemli sermaye ve azık da, zikr ü fikir gibi kalb ve lisan amelleriyle letâifi harekete geçirmek, şevk ü şükürle de ilâhî mevhibelere karşı liyakatı ortaya koymaktı.
Yağmursuz ve susuz yıllar, felâketidir her kavmin. Kurak sema, afettir; susuz toprak, çorak. Öyle bir kuraklıkla karşı karşıya idik ki, “İkindi Yağmurları” can oldu, kan oldu bütün dünyaya. Çünkü, “yağmur nesil” onu taşıdı bütün diyarlara… “Benim ümmetim, yağmur gibidir; başı mı, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez!” şeklindeki Peygamber beşaretiyle serfiraz kalb erenleri dirilttiler ve diriltmektedirler ahir zamanın çölleşmiş gönüllerini; Allah’ın inayetiyle gül bahçesine çevirmektedirler en verimsiz vadileri, aynı Asr-ı Saadette olduğu gibi..
Bu itibarla da, “İkindi Yağmurları” Allah’ın bambaşka bir lütfu ve ayrı bir rahmeti oldu. Hem bu lütuf ve rahmet, ne ilkbaharda görülen kırk günlük yağışlar gibi mevsimlikti ne de Necati Cumalı’nın “Kırk İkindi Yağmurları” misali yetimâne bir hüzün içermekteydi. Hayır, bu yağmur hem kalıcıydı, hem de onun damlaları rahmanî bir hüznün yanında çok farklı bir neş’e de vermekteydi.. dinleyenlere karamsarlık değil ümit ve şevk enjekte etmekteydi.. Bu yağmurlardan nasiplenen herkesin nefsi susuyor; ruhu, kalbi, aklı ve sırrı yüce hakikatlere yöneliyor; vicdanı asıl vatana, ebedî aleme ve uhrevî dostlara karşı iştiyakla doluyordu. Evet, bu mücessem rahmetin her katresi, insanı Cennet’e, sonsuz saadete ve Cuma yamaçlarında Cemal-i İlâhî’yi seyre sevkeden, onlara karşı şevke getiren bir neş’e taşıyordu.
Keşke o anki atmosferi, muhterem Hocamız’ın sesindeki uhrevî güzelliği ve anlatışındaki insicamı aynıyla aktarmak mümkün olsaydı. Heyhât.. onları tam intikal ettirmek mümkün olmadığı gibi, sohbetleri yazı üslûbuna taşırken, yeni nesillerin daha kolay anlamasını sağlamak için bazı kelimeleri bugün kullanılan sözcüklerle açmamız ya da değiştirmemiz icap etti. Kur’ân âyetlerinin, hadis-i şeriflerin, Osmanlıca, Arapça ve Farsça metinlerin sadece meallerini verip geçmemiz gerekti. Oysa, asılları o mübarek dudaklardan dökülürken ne kadar da kulağa hoş geliyor ve gönül çeliyordu. Dahası, sohbetleri yazıya geçirirken ve neşrederken sadece bizim anlayabildiğimiz kadarına yer verdiğimizi belirtmemiz icap etmektedir; zira inanıyoruz ki, şayet bu çalışma, ilim ve irfan bakımından engin ve ufuklu insanların ellerinden çıksaydı, o konuşmalarda daha pek çok hususa değinildiğini, satır aralarında daha ne nüktelerin bulunduğunu görmek mümkün olurdu. Bu itibarla, bu kitapta okuyacağınız her güzellik muhterem Hocamız’dan dinleyip kaydettiğimiz ifadeler olsa da, kusurlar, bizim nâkıs idrâkimize; hatalar, kavrama ve ifadedeki eksikliğimize aittir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Veda Hutbesi’nde “Bu söylediklerimi duyanlar, duymayanlara ulaştırsınlar. Bazen kendisine nakledilen insan, bizzat dinleyip nakledenden daha iyi anlayıp gereğini uygular.” buyurmuştur. Anlatılanlardan istifade etmek de, bir yönüyle Allah’ın lütfuna vâbestedir. İşte, hüşyar gönüllere mutlaka faydalı olacağı düşüncesiyle Mayıs 2005-Ocak 2006 arasındaki sohbetleri, Kırık Testi serisinin beşinci kitabı olarak, “İkindi Yağmurları” adı altında neşrediyoruz. Bu arada, internette www.herkul.org adresinden ulaşabileceğiniz elektronik dergimizin “Bamteli” sayfasında sesli, “Kırık Testi” bölümünde de yazılı metin olarak haftalık sohbetleri yayınlamaya devam ettiğimizi de bilgilerinize arz ederiz.
Bu vesileyle, aziz Hocamız’ın sağlık, sıhhat ve afiyet içinde imrâr-ı hayat etmesini ve düşünce dünyamızı, gönül âlemimizi hep aydınlatmasını Cenâb-ı Allah’tan dileniyor; takdir, tenkit ve teklifleriyle bize destek olanlara, hususiyle de kayıt, tebyiz ve tashih sırasında ihlâsla çalışan Abdurrahim Özcan ve Mustafa Yılmaz Bey’lere ve İkindi Yağmurları’nı binlerce okuyucu ile buluşturan Yayınevine sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Yüce Rabbimiz’in merhameti, Allah Resûlü’nün ve Kur’ân-ı Kerim’in şefaati ve mü’minlerin duaları ümidiyle…
Osman Şimşek
New Jersey, Şubat 2006