Önsöz Yerine
Vuslat Muştusu
Tesbih etmeyen var mı Zât’ını bu cihanda?
Bütün eşya Senin şem’ine pervane döner;
Vuslat duygusu her sinede bir kara sevda,
Kara sevdalı olmak bile pâyeymiş meğer.
***
Yâ esefâ alâ Yusuf!
Ah Yusuf’um ah!..
Yazık oldu sana!..
Hasretinden ak düştü saçlarıma!..
Yetti artık!..
Neredesin?..
Gayri gelip hicranımı dindirmeyecek misin?..
Bu söz, Yusuf’un üzüntüsünden başka kendisine dost olacak bir arkadaş ve hatta sözlerine inanacak bir yoldaş bulamayan bir şefkatli babanın, oğluna seslenir gibi bir iştiyakla onun ayrılık acısına ve “esef”ine nida edişiydi.
Diğer oğulları kınıyorlardı onu; “Ömrün geçti gitti, hâla Yusuf’u dilinden düşürmüyorsun. Vallahi ‘Yusuf!’ diye diye kederden eriyeceksin veya büsbütün ölüp gideceksin!..” diyorlardı.
O ise, “Ben, sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum.” cevabını veriyor; sabr-ı cemil içinde Cenâb-ı Hakk’ın merhametine sığınıyordu. Ne ki, o hem müşfik bir nebi hem de yüreği evladının sevgisiyle dolu bir babaydı. Mum tahtaya dayandığı anlarda, hâlini anlamayanlardan yüz çeviriyor ve Yusuf’unun hüznüyle dertleşiyordu:
Ey esefim, ey bana başka elem ve keder duyurmayacak kadar şiddetli olan acım, ey Yusuf’un yadigârı hüznüm!.. Ayrılma benden, uzaklaşma semtimden ki, şimdi sana muhtacım; imdadıma yetişmenin tam zamanıdır, son haddine ulaştı hicranım!..
Yine bir gün, Yakup Nebi (aleyhisselâm) böyle hasbihâl ederken Cân’ının sızısıyla,
Mısır’dan Kenan iline (Filistin’e) doğru bir kervan çıkmıştı yola…
Henüz ayrılmıştı ki şehri kuşatan surların kapısından,
Uzaklarda çok uzaklarda, senelerin firkatini en güzel bir sabırla aşmış baba,
Vicdanının kıpırdadığını hissetmişti acaib bir duygu rüzgârıyla;
Adeta mest olmuştu Yusuf’unun ötelerden gelen râyihasıyla.
Senelerdir “Yusuf, Yusuf!..” diyerek ağladığından gözlerine ak düşmüştü ama,
Ciğerparesinin yaşadığına dair herhangi bir emare mevcut olmasa da,
Vuslat ümidi capcanlıydı gönlünde hâlâ…
Yoksa, bu vuslat muştusu muydu Hazreti Yakub’a;
“Yusuf’umun kokusunu alıyorum” deyivermişti heyecanla.
Hazreti Yakub’un burnunda tüten ve ruhanî bir zevkle bütün vicdanını saran bu koku, bu ledünnî esinti, bu Yusuf râyihası, gelmekte olan müjdenin habercisi bir rahmânî nefes idi. Kutlu Nebi, bununla hem birkaç gün sonra kavuşacağı göz nuru gömleğin gelişini, hem senelerdir gönlünü dağlayan firakın bitişini ve hem de az ötede ikbal yıldızının doğuşunu hissetmiş oluyordu.
Komplolara maruz kaldıktan, kuyuya atıldıktan, bir köle gibi çarşıda satıldıktan, iftiraya uğrayıp zindana konulduktan ve yıllarca türlü türlü çilelere maruz bırakıldıktan sonra, gün gelmiş, Hazreti Yusuf Mısır hazinelerinin başına getirilmişti. Kıtlık sebebiyle erzak yardımı talep etmek üzere huzuruna çıkanlar arasında kendi kardeşleri de vardı. Müteselsil hâdiselerin akabinde nihayet birbirlerini tanıdıktan sonra kardeşlerinin mahcubiyetle suçlarını itiraf edişi karşısında, Yusuf (aleyhisselâm), onlara kınama ve serzenişle mukabelede bulunmamış, hepsine hakkını helâl ettiğini söylemiş ve şöyle demişti: “Şu gömleğimi alın babamın yanına varıp onun yüzüne sürüverin, o zaman gözü açılacaktır.”
İşte, Kenan ilinden yola çıkan kervan, Yusuf’un gömleğini, yani visâlin müjdesini taşıyordu. Onu sahibine teslim edecek olan emanetçi, ayrılığın bitmek üzere olduğunu, kavuşmaya çok az kaldığını ve artık hicranın sona ereceğini haber vermek için can atıyordu. Sahiden, müjdeci gelip de gömleği yüzüne sürünce gözleri açılıvermişti Hazreti Yakub’un.
Bir mânâda, vuslatın muştusu bile yırtmıştı karanlıkları, kaldırmıştı aradan zulmet perdelerini ve fer olmuştu gözlerine Yüce Nebi’nin.
Müjdesi böyle hayatbahş ise, kim bilir, kendisi ne kadar nurlu, ne kadar tatlı ve ne kadar inşirah vericiydi vuslatın…
Can Dostlar,
Bu kitap için isim istediğimizde muhterem Hocamızın dudaklarından dökülen “Vuslat Muştusu” terkibini duyunca, Yakup Nebi’nin hicranı ve Hazreti Yusuf’un gömleği geldi hemen aklıma.
Çünkü, bizim iklimin ikindi sohbetlerinde de Yusuf’un bişâret kokulu gömleğinden akıp geliyormuş gibi bir râyiha yayılır etrafa… Heyecana kapılır Muzdarip Hatibi dinleyenler, sanki bir müjde ulaşmış gibi ukbâdan ruhlara… Samimî gönülden kopup gelen cümleler vesilesiyle meclisi saran meltem, visâlin saadet televvünlü haberlerini taşır; sabır taşını çatlatan yıllanmış intizarlardan artık yorulmuş ve ışığı sönmeye yüz tutmuş gönül gözlerine ziya akıtır. Vuslat esintileri her yanı kuşatır.
Vuslat; erişmek, varmak, ulaşmak ve sevgiliye kavuşmak demektir.
Vuslat; hicran, firkat, firak, fasl, infisal ve inkıta perdelerini yırtıp Dost ile halvete ermek mânâsına gelir.
Kavuşulacak kişinin ya da nesnenin kimliğine veya keyfiyetine göre farklı farklı visâller vardır. Hatta Mahbûb-u Hakikî’nin maiyyetine mazhariyette de pek çok mertebe ve duyup hissetme seviyesi mevzubahistir.
Mecnun ile Leylâ, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Kamber ile Arzu ve Vâmık ile Azrâ gibi nice âşıkların buluşmaları mecazî muhabbetin misalleri sayılsa da; hoca-talebe, baba-oğul, anne-kız, ağabey/abla-kardeş ve uzak yakın akrabanın birbirine kavuşması Cenâb-ı Hakk’ın merhametini celbeden bir sıladır.
İki müstait ve donanımlı ruhun bir araya gelişini, iki deryanın el ele verişini; ferden ferdâ zor ulaşılabilecek zirvelere beraberce birdenbire yükselişlerini; mârifet, muhabbet ve aşk u şevk şâhikalarına otağlarını kuruşlarını ve böylece kendi çağlarını aydınlattıkları gibi sonraki asırlara da feyizler yağdırışlarını temsil eden Hazreti Mevlâna ile Şems-i Tebrizî’nin visâli gibi buluşmalar ise müjdesinin yalanına dahi servet ü sâmân, hakikati uğruna ise ruh u can feda edilebilecek birer vuslattır.
Mazisini, kimliğini, inancını ve hemen her şeyini kaybeden bir neslin, buhranlar anaforundan kurtulup yitirdiği Cennet’e kavuş-ması.. âdeta bir mâhiyet deformasyonu geçiren günümüzün derbeder insanının içinde bulunduğu girdaptan sıyrılıp karanlıklardan ay-dınlığa, yerin derinliklerinden göklerin enginliğine ve kölelikten hürriyete ulaşması.. topyekün bir milletin dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada değerlendirip, asırların birikimi olan kültür menşuruyla ayıklanacakları çıkarıp atmak ve geride kalanlara da sımsıkı sarılmak suretiyle özüne dönmesi.. ve nihayet, bütün cihanın Muhammedî ruhla tanışması, O’nun nuruyla aydınlanması… evet, bütün bunlar da farklı derinlikleriyle vuslatın mefkûre yörüngeli buudlarıdır.
İmanla ötelere gidenler için, ahiret, dünya menzillerini de içeren uzun bir yolculuğun ebedî istirahatgâhıdır; ölüm, bir vuslat vesilesi ve vefat gecesi de “şeb-i arûs”tur. Çünkü, İki Cihanın Güneşi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, kabir kapısıyla girilen ukbâ sarayında ümmetini beklemektedir; İmam Ebû Hanife, İmam Şâfiî, Hasan Basrî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmam Şâzilî, İmam Gazzâlî, İmam-ı Rabbânî ve Hazreti Bediüzzaman gibi milyonlarca münevver zatla muhat olarak Cennet gülşeninde sâkindir. Dolayısıyla, vuslatın daha derincesi, o kutlular meclisine girip, o güzîde Hak erleriyle diz dize, omuz omuza verebilmektir.
Visâle ermenin zirve noktası ise, Mevlâ-yı Müteâl’in huzuruyla şereflenmektir. Zira, meftun ve müştak olunan bütün mecazî mahbupların ve topyekün varlıkların güzellikleri, O’nun cemâlinin bir tecellîsi ve hüsnüesmâsının bir nevi gölgesidir; Cennet, bütün letâfetiyle, O’nun rahmetinin bir cilvesidir; bütün muhabbetler, iştiyaklar, incizaplar ve câzibeler, O’nun münezzeh muhabbetinin bir lem’asıdır. Bundan dolayıdır ki, kara sevdayı dahi en yüce bir pâye kılan vuslat da O’na vâsıl olmaktır.
Rivayete göre; bir gün, Râbia Adeviye evinde ibadet ü taatiyle meşgulken sokaktan gelen bir davul zurna sesiyle irkilir ve artarak devam eden büyük coşkunun sebebini öğrenmek ister. Komşuları, askerlik vazifesini tamamlayan bir gencin evine dönmekte olduğunu söylerler. Kadınlık aleminin iftihar âbidelerinden olan bu mualla annemiz, bir müddet kalabalığı seyreder, gencin davul zurna eşliğinde anne-babasına kavuştuğu sahneyi görünce artık gözyaşlarını tutamaz hâle gelir ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Herkes gülüp eğleniyorken, o gözlerinden sicim gibi yaş döker; “Acaba, ötede ben de şu gencin karşılandığı gibi sevinç içinde karşılanacak mıyım?” der, âkıbet endişesini seslendirir. Sonra, “Dost, Dost!..” diye inler; O’na vâsıl olacağı anın hayaliyle kendinden geçer.
Evet, o gencin ailesiyle yeniden buluşması da, aslında daha bu dünyadayken visâl ufkuna ermiş o merhume kadının iştiyakla beklediği kavuşma da bir vuslattır; lâkin, kıymet bakımından bu iki vuslat arasında dağlar kadar fark vardır. Râbia Hatun, gayrı benlik sahillerinden uzaklaşmıştır, gözleri ufuklarda Sultan’a kurbet yolları aramaktadır. Kırık Mızrap’ta şiirleştirildiği üzere, beşerden beklenen de bu çizgide yaşamaktır:
“Aşk ve vuslat ihtiyacıyla var olan insan,
Ömür boyu hep bu hislerle yoğrulur durur..
Gönlünde buğu buğu billûrlaşan mânâdan,
Öteleri duyar ki, bence murat da budur.”
Aslında, Mahbûb-u Hakikî nazar-ı itibara alınmadan şuna-buna, şu nesneye-bu objeye duyulan alâka darmadağınık, gelecek vaadetmeyen, kararsız ve neticesizdir. Hâlis bir mü’min herkesten ve her şeyden evvel O’nu sevmeli, diğer bütün sevimli şeylere de O’nun isim ve sıfatlarının değişik renk, desen ve edada birer tecellîsi olarak alâka duymalı ve temâşâ ettiği her şey vesilesiyle “Bu da Senden!..” deyip âdeta bir vuslat faslı daha yaşamalıdır.
Evet, göğsü her zaman aşk u iştiyakla inip kalkan, nabzı da sürekli vuslat arzusuyla atan müştak bir sine, yürüdüğü yolun her menzilinde Sevgili’den değişik işaretlerle karşılaşır. O, doğan aydan, batan güneşten, göz kırpan yıldızlardan, esen yelden, yağan kardan, başımızdan aşağı dökülen yağmurdan, melekler gibi süzülüp göklere yürüyen buhardan, rengârenk çiçeklerden ve kuşlardan-kuşçuklardan aldığı mesajlarla, hemen her adımda vuslat koyuna biraz daha yaklaşmış olmanın hazzını tadar. Artık böyle biri bîkarardır, gezer çölden çöle ve “Leylâ” der ağlar. Mecnun’un iz sürdüğü gibi, gözlerini gönlünün emrine âmâde kılar ve mesafelerin amansızlığına rağmen, en aşkın düşüncelerle ruh atlasındaki visâle koşar.
Haddizatında, bu iştiyak istidadı ve vuslat ihtiyacı hemen her insanda vardır. Zira, önceleri Mutlak Sevgili’ye kurbiyeti bulunan ademoğlu tekrar kavuşma sözünü alarak geçici bir gurbete düçar olmuş ve yeniden kurbete liyakat kesbetmek üzere dünya çilehanesine gönderilmiştir. Mahbûb’dan ayrılığa dayanamayıp da âh u efgân içinde hep “Yâr!” deyip dolaşanların yanık ağlamaları işte bu gurbetin ve dâussılanın iniltileridir. Mevlâna Celâleddin Rumî Hazretleri de, ney’in dertli nağmelerinin bu hasretin terennümü olduğuna dikkat çekmektedir: Evet, insan kamıştan koparılmış bir ney gibidir. Gerçek sahibinden uzaklaştığından dolayı da hep inlemektedir. Onun bu iniltisi bütün hayat boyu devam eder, Sevgili’ye vuslat vaktine kadar sürüp gider.
Bu açıdan vuslat, Cennet bahçesinden yeryüzü çölüne inen insanın asıl vatanına yeniden yükselmesi, nüzulden sonra urûca mazhar kılınması ve cüdâ düştüğü Cennet otağına rücû edip oraya ebedî tahtını kurması demektir. Bu geriye dönüş, urûc ya da vuslat, çoğunlukla mevt ile, her insanın beden elbisesinden sıyrılmasıyla gerçekleşecektir; ölüm sayesinde, iman ehli ahirete yürüyüp dostların visâline erecek; ehl-i nar ise firkat ateşine mahkûm edilecektir.
Bununla beraber, “Ölmeden önce ölünüz!..” tavsiyesi gereği, insanın daha yaşarken beden ve cismaniyetle alâkalı hicaplardan bir bir arınıp kendine ait uzaklıkları aşarak, herkese ve her şeye yakınlardan daha yakın bulunan Cenâb-ı Hakk’ın maiyyetini zevken ve keşfen duyması şeklinde bir vuslat daha vardır. Cenâb-ı Hak, kimi makbul ibâdını bazen fevkalâde bir himmet, bazen Zât’ından özel bir teveccüh, bazen hususî bir mârifet, bazen seyr u sülûk-i ruhânî yolunda usulünce ve ciddî bir mücahede, bazen acz u fakr, şevk u şükür tarîki, bazen de esbâb üstü harikulâdeden bir cezb u incizap vesilesiyle cismanî engelleri aşma ve gidip o maiyyet ufkuna ulaşma mazhariyetiyle şereflendirir.
Sevgili’nin visâline erip O’nu müşâhedeye kilitlenmiş ruhlar, cismaniyete ait küçüklüklerden ve dünyevî darlıklardan sıyrılarak hayatlarını hep iman ve mârifetin engin atlasında, O’nun teveccühleriyle beslene beslene sürdürürler. Her ulaştıkları menzilde o Güzeller Güzeli’ni daha değişik tecellîleriyle duyar, bir kere daha aşk u şevkle gürler ve daha ötelerdeki ayrı bir menzile yürürler. İlerledikleri yolda güzellikleri güzellikler takip eder; ama, ne O’nun cemâlinin cilveleri ne de ruhlarda onları temâşâ zevki biter.. vuslatın şahlandıran heyecanıyla bir hamlede geçilir aşılmaz gibi görünen engebeler ve duyulmaz yol yorgunluğundan, yürüme meşakkatinden hiçbir eser.
İşte, Kırık Testi serisinin sekizinci halkasını teşkil eden, elinizdeki bu kitap, hem küllî olarak hem de her bir bölümüyle bütün makbul vuslatların gerçekleşeceğini müjdelemekte ve visâl ile noktalanacak yolu sağ sâlim aşabilmek için gerekli olan zâd ü zahîreyi tarif etmektedir. Baştan beri imâ ve işarette bulunmaya çalıştığımız bütün hasret, hicran, kurbet ve likâ duygularına bir vesileyle değinmekte, vuslat yolunun âdâbından söz etmekte ve Hak rızasına bağlı ayrılıkların mutlu encamını haber vermektedir; bu mülâhazalardan dolayıdır ki, “Vuslat Muştusu” adını almıştır.
Bu silsilenin diğer kitapları için yazılan önsözlerde de ısrarla vurgulanan bir hususu bir kere daha hatırlatarak sözlerime devam etmek istiyorum: Bu eserdeki makalelerin tamamının muhterem Hocamızın kendi kaleminden ve o enfes üslûbundan çıkmasını çok isterdik. Maalesef, hem sağlık problemleri hem de değişik meşguliyetleri Hüzünlü Gurbetin Muğteribi’ne bize böyle bir lütufta bulunma imkânı vermedi. Hâl böyle olunca, sohbetleri yazıya dökmek, okumayı ve anlamayı kolaylaştıracak haşiyecikler düşmek, nihayet Zât-ı alilerine şifâhî olarak tashih ettirmek ve “hiç yoktan iyidir” diyerek bu kadarla yetinmek zorunda kaldık.
Binaenaleyh, Muhterem Fethullah Gülen Hocamızın Kasım 2007-Nisan 2008 tarihleri arasındaki sohbetlerinden derlediğimiz bu kitabı, yazı üslûbuna taşırken, yeni nesillerin daha kolay anlamasını sağlamak için bazı kelimeleri bugün kullanılan sözcüklerle açmamız ya da değiştirmemiz icap etti. Kur’ân âyetlerinin, hadis-i şeriflerin, Osmanlıca, Arapça ve Farsça metinlerin sadece meallerini verip geçmemiz gerekti. Oysa, asılları o mübarek dudaklardan dökülürken ne kadar müessir ve ne denli inşirah vericiydi.
Ayrıca, sohbetleri yazıya geçirirken, idrakimiz ölçüsünde sadece anlayabildiğimiz ve en önemli gördüğümüz konuları seçtik. Dolayısıyla, şayet bu çalışma, ilim ve irfan bakımından engin ve ufuklu insanların ellerinden çıksaydı, mutlaka o konuşmalarda daha pek çok hususa değinildiği ve satır aralarına nice nüktelerin sığdırıldığı görülecekti. Eğer, işinin uzmanı bir fıkıhçı, bir hadisçi, bir kelâmcı ya da bir tefsirci kendi sahası zaviyesinden Aziz Hocamızı dinleseydi, o zaman belki hiçbir cümle dışarıda kalmayacaktı ve Allah’ın inayetiyle, her biri diğerinden güzel birkaç kitapla birden tanışma imkânı hâsıl olacaktı. –Cenâb-ı Hak’tan niyazımız, muhterem Hocamızın bütün sohbetlerinin ileride ehil bir heyet tarafından yeniden değerlendirilmesi ve hayatın hemen her alanına ışık tutacak eserlere dönüştürülmesidir.– Bu itibarla, bu kitapta okuyacağınız her güzel ve isabetli beyan muhterem Hocamızdan dinleyip kaydettiğimiz ifadeler olsa da, kusurlar, bizim nâkıs idrâkimize aittir; hatalar, kavrama ve ifadedeki eksikliğimizdendir.
Dileğimiz odur ki; bu kitap, Yusuf Nebi’nin gömleği misillü vuslat muştusu olsun Hakk’a adanmış ruhlara.. çok yakın bir istikbalde, Çağın Yusuf Yüzlüsü’nün döneceği ve âşıkların Maşuk ile buluşacakları müjdesini taşısın sılaya.
Şimdilik gönül gözlerine ışık saçsın bu bişâret.. ve suyun ötesinden bir râyiha varıp ulaşsın Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmeyen muhabbet erlerinin vicdanlarına…
Evet, Mısır ile Kenan arasındaki mesafelere rahmet okutacak ırak mı ırak bu diyardan bir kervan çıkmış sayılsın yola.. artık, Mahzun Muğterib’in gurbetine visâl mührü vurulmuş ola!..
Bu duygularla, Aziz Hocamıza sağlık, sıhhat ve afiyet diliyor; dua, takdir, tenkit ve teklifleriyle bize güç veren dostlarımıza, hususiyle başta Sinan Genç olmak üzere kayıt, tebyiz ve tashih sırasında hâlisane yardım eden arkadaşlarımıza ve “Vuslat Muştusu”nu onbinlerce okuyucu ile buluşturan Yayınevine sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Mevlâ-yı Müteâl’in merhameti, Resûl-i Ekrem’in şefaati ve sevgi erlerinin duaları recâsıyla…
Osman Şimşek
Pennsylvania, 1 Mayıs 2008
sizdenherkule@gmail.com