Övgüde Mübalâğa ve Zararları
Soru: Bir insan, takdir ve tebcil edilecek güzel bir işe vesile olduğunda, o insanın alkışlanıp takdir edilmesinin teşvik adına fayda getireceğini umuyoruz. Fakat bu tür takdir ve tebciller gurur ve fahre de sebebiyet verebiliyor. Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Cevap: Hakikaten bazen, başarı ve muvaffakiyetler karşısında yapılan takdir, tebcil ve senalarda denge korunamayıp mübalâğalara giriliyor. Hâlbuki ilâhî âdettir; birisini kâmet-i kıymetinin üstünde takdir ve tebcil ettiğinizde maksadınızın aksiyle tokat yersiniz. Hatta sevmenin sizin için bir vazife, sevilmenin de belli bir ölçüde onun hakkı olduğu bir insan hakkında bile methetmede mübalâğaya kaçarsanız kader-i ilâhî tarafından tokatlanabilirsiniz. Çünkü bu, Allah’ın sevmediği bir davranıştır.
Bu itibarla sevdiğiniz insanlara karşı muhabbet ve hayranlığınızı dile getirirken, onlara değişik kıymetler atfederken öyle dengeli hareket etmelisiniz ki, nezd-i ulûhiyette ifratlara girilmemiş olsun. Zira siz havada uçurma, batmadan suda yürütme veya tayy-ı mekân yaptırma gibi bir insan hakkında türlü türlü aşırılıklara girdiğinizde, Cenâb-ı Hak da, “Bu insan, dediğiniz gibi değildi. Onu çok fazla büyüttünüz.” diyerek sizi maksadınızın aksiyle cezalandırabilir.
Hâsidlerin Hedefi Hâline Getirilen Şahıslar
Öte yandan sizin böyle bir tutumunuzun diğer insanlara bakan yanıyla da şöyle yanlış bir tarafı vardır: Siz bir insanı göklere çıkarır gibi konuşup anlattığınızda, sizin bu tavrınız başkalarının damarına dokunur ve onlar da aynı şahsı yerin dibine batırmak ister. Böylece siz o zat hakkında farklı bir kısım cephelerin oluşmasına bizzat kendiniz sebebiyet vermiş olursunuz. Bu açıdan bir taraftan sevdiğiniz bir insan hakkında ifrata girmemeye çalışmalı, diğer yandan da onun hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi başkalarının yanında ifade etmek suretiyle onlarda rekabet ve haset hislerini tetiklememeye dikkat etmelisiniz.
Mesela, iman ve İslâm hakikatlerine Hazreti Pîr-i Mugân’ın vesilesiyle ulaşmış bir insan onu çok sevebilir. Öyle ki onu andığı zaman burnunun kemikleri sızlayabilir. “Sen bize çok şey kazandırdın, ufkumuzu açtın, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğru tanımamıza vesile oldun.” diyerek tepeden tırnağa ona karşı minnet hisleriyle dolu olabilir. Fakat o insanın bu hisleri, hiçbir zaman onu, “nebi, resûl” deme gibi dalâlet ve küfre; o büyük zatın kendisi için asla düşünmediği, hayalinden bile geçirmediği makam ve payelerle onu serfiraz kılma gibi hatalara düşürmemelidir. Ayrıca o büyük zat hakkındaki ulvî mülâhaza ve kanaatler, başka büyük bir zatın etrafında kümelenmiş insanların yanında dile getirilirse, hiç farkına varmaksızın o insana karşı başkalarının rekabet ve kıskançlık hisleri tetiklenmiş ve reaksiyona sebebiyet verilmiş olur.
Dahası bir insan, canların kendisi için feda olacağı İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında konuşurken bile dikkatli olmak zorundadır. O ki, bizim dünya ve ahiret kurtuluşumuz, iki cihan saadetimizin vesilesidir. Zira, varlığın çehresindeki perdeyi kaldıran; eşyanın ruhunda saklı bulunan sırları gün yüzüne çıkaran, kaos ve keşmekeş içinde gibi görünen şu dünyayı cennetlerin koridoru hâline getiren O’dur. Eğer bugün, inancın büyülü ikliminde, imanımızın derinliği ölçüsünde, şöyle-böyle, itminan ve huzur soluklayabiliyorsak bunlar hep O’nun sayesindedir. Fakat bütün bunlara rağmen siz –haşa ve kella– ulûhiyet isnadı olarak anlaşılabilecek bir vasfı asla O’na isnat edemezsiniz.
Bütün Hamd u Senalar O’na Aittir
Zât-ı Ulûhiyet’i takdir u tebcil etmeye gelince, o mevzuda istediğinizi diyebilirsiniz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zıddı ve niddi olmadığı gibi, O’nun rakibi de olamaz. Kimse, “Niye O’nu methediyorlar da benim efendimi methetmiyorlar?” diyemez. Çünkü O, senin de benim de Efendim olduğu gibi, senin efendinin de benim efendimin de Efendisi’dir. Evet, O, Efendiler Efendisi’nin de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendisi’dir. Peygamberimizin de ifade buyurduğu gibi, “Asıl seyyid Allah’tır.”56 O, herkesin Seyyidi’dir. Bu açıdan takdir ve tebcil adına O’nun hakkında diyebileceğiniz her şeyi deyin. Hatta o Şemsu’ş-Şumus (Güneşler Güneşi) karşısında ziyası kaybolmuş bir ateş böceği gibi sönün gidin. Zaten öyle olmayınca O’nu tam duymanız mümkün değildir. O’nun görülüp bilinmesi, azamet ü ihtişamıyla kendini göstermesi, insanın yok olmasına bağlıdır. Şair ne güzel söylemiştir:
“Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken,
Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…”
Bir perdede iki şey birden olmayacağına göre, ma’dum olmak lazım ki, mevcut duyulabilsin, mütalâa ve müşâhede edilebilsin. İnsanın, vücudunun zılliyetini kabul etmesi gerekir ki, aslı görebilsin. Enbiya-i izâm, asfiya-i fihâm, evliya-i kirâm gibi gölge olmaya koşan o kadar çok kul var ki, bize çok beride, berinin de berisinde, onun da berisinde… bir gölgelik düşer. Kim bilir, belki de ahirette zıllullahla müşerref olacaklar da, burada gölge gibi yaşayanlar olacaktır. Allah onlara diyecektir ki, “Madem siz dünyada hep gölge gibi yaşadınız. Şimdi gelin hiçbir gölgenin olmadığı günde Benim gölgeme sığının.” Evet, Hazreti Allah hakkında böyle düşünsek de, O’nun berisindeki varlıklar hakkında temkin, dikkat ve teyakkuzu hiçbir zaman elden bırakmamalıyız.
Aslında sizin başkaları için döktüreceğiniz medh u senaların hepsi O’nun hakkıdır. Zira kimden kime, ne zaman, nasıl ve hangi şartlar altında olursa olsun, dil dudak arasında şekillenen ve dışarıya dökülen bütün hamd u senalar O’na mahsustur. Zaten günde kırk defa okuduğumuz اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَۙ57 âyet-i kerimesinde de bu hususu dile getirmiyor muyuz? اَلْحَمْدُ kelimesindeki “elif lam” istiğrak ifade ettiği için, “hamd” hangi hâmidden hangi mahmuda yönelirse yönelsin bunların hepsi O’na mahsustur. Bu açıdan bizi de sevdiğimiz insanları da yaratan O olduğu için, onlara yaptığımız senalar bile esasında O’na gider.
Mazluma Benzeyen Büyük Bir Zalim
Hâsılı, övülme, takdir ve tebcil edilme hakları olan büyük zatlar hakkında konuşurken dahi temkin ve tedbir esaslı hareket etmemiz gerektiği gibi, onlar hakkındaki ulvî mülâhaza ve kanaatlerimizi reaksiyon gösterebilecek insanların yanında dile getirmekten de uzak durmalıyız. Çünkü başka insanların içinde, haset ve rekabet hislerini tetiklediğinizde, hem kendinize karşı husumet cephelerinin sayısını çoğaltmış hem de o masum insanları günaha sevk etmiş olursunuz. Çünkü haset eden bir insan günaha girer ve böylece amellerini yok eder. Hasan Basrî Hazretleri, “Haset eden bir insan kadar, mazluma benzeyen daha büyük bir zalim görmedim.”58 demiştir. Yani haset eden bir insan öyle bir zalim ki, bulunduğu hâl itibarıyla o, acınacak duruma düşüyor. Bizim hiçbir kimseyi böyle bir hâle düşürmeye hakkımız yoktur. Herkesin, böyle nazik bir konuda dikkatli hareket etmesi beklenmese de, hususiyle belli bir konumda bulunan insanların bu mevzuda daha bir hassas ve duyarlı olması gerekir.
56 Ebû Dâvûd, edeb 9; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/24, 25.
57 Fâtiha sûresi, 1/2.
58 İbn Abdi Rabbih, el-Ikdü’l-ferîd 2/158; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 5/251.