Övülme Tutkusu ve Karakteristik Narsistler
Soru: Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ve selef-i salihînin takdir edilme ve övülme ile alâkalı mülâhazaları, tutum ve davranışları nasıldı? Bu konudaki mü’mince düşüncenin ve istikamet çizgisinin esasları nelerdir?
Cevap: İnsanın gönül dünyasını yavaş yavaş harap eden, mânevî melekelerini birer birer öldüren hastalıklardan biri de övülmeyi sevmek ve her fırsatta methedilmeyi istemektir. Hep üstün sıfatlarla anılmak, medh ü senâlarla yâd edilmek ve sürekli iyilikler, meziyetler ve başarılarla nazara verilmek arzusu tedavisi zor bir kalb marazıdır. Mü’minler arasında da hakkında methiyeler yazılmasını ve övgüler sıralanmasını dileyen insanlar olabilir; fakat, kibir, gurur ve bencillikten kaynaklanan methedilme isteği daha çok müşriklerde ve münafıklarda görülen bir ruh hastalığıdır.
Bir Nifak Sıfatı
İmanın tadını alamamış kimseler, sadece yaptıklarıyla ve sahip oldukları bir kısım vasıflarla değil, yapmadıkları işlerle ve hiçbir katkıda bulunmadıkları başarılarla da övülmeyi, hiç lâyık olmadıkları güzel sıfatlarla da vasfedilmeyi arzularlar. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim böylelerini bekleyen acı sonu hatırlatma sadedinde –meâlen– şöyle buyurmuştur: “Zannetme ki, yaptıklarından ötürü sevinip şımaran, yapmadıkları işlerden dolayı da övülmek isteyen kimseler –evet, sanma ki onlar– azaptan yakayı kurtaracaklar! Onlara hem de can yakıcı bir azap vardır.”1
Tefsircilere göre, bu âyet-i kerimeyle o zamanki Ehl-i kitap bilginleri ve münafıklar kastedilmektedir. Zira, bu âyetin sebeb-i nüzulüyle alâkalı olarak şu iki hâdise rivayet edilmektedir:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir defasında Ehl-i Kitab’ın önde gelenlerine kendi dinleriyle alâkalı bir hususu sormuştu. Onlar, hakikatin bilinmesini kendi aleyhlerinde saydıklarından gerçeği gizleyip yalan yanlış bazı şeyler söylemişlerdi. Yaptıkları bu iş çok hoşlarına gitmişti; üstelik verdikleri bu yanlış bilgiden ötürü bir de teşekkür beklemişlerdi. Söz konusu beyan-ı ilâhî işte o sözde âlimlerin içyüzlerini ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) cihada çıktığında bazı münafıklar değişik bahanelerle Müslümanlardan ayrılır ve geride kalırlardı. Şayet Müslümanlar yenilecek olurlarsa, onlar savaşa katılmadıkları için çok sevinir, insanlar arasında kibirle, gururla dolaşır ve akıllılık, ileri görüşlülük taslarlardı. Eğer, mü’minler galip gelip ganimetler elde ederek dönerlerse, o zaman da geride durarak orada yapılması gereken işleri deruhte ettiklerini, ayrı kalmış olsalar bile kalblerinin hep cihad meydanında, arkadaşlarının yanında bulunduğunu ve dualarıyla onları desteklediklerini iddia edip zaferden kendilerine de pay çıkarır ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi, takdir edilmeyi, mükâfat görmeyi beklerlerdi. İşte, âyet-i kerime yaptıklarından ötürü sevinip şımaran ve yapmadıkları işlerden dolayı bile övülmekten hoşlanan bu münafıkları açığa vurmaktadır.2
Sen de Muhatapsın!..
Evet, bu âyetin iniş sebebi olarak başka bazı olaylar da rivayet edilmektedir ama müfessirler en çok bu iki hâdise üzerinde durmuşlardır. Bununla beraber, unutulmamalıdır ki, bir âyetin herhangi bir mesele üzerine inmiş olması, o ilâhî beyanın sadece o meseleyle alâkalı olduğu anlamına gelmez. Cenâb-ı Hakk’ın her sözü binlerce hikmetle doludur ve pek çok hâdiseye ışık tutucudur. Her âyet, esbab-ı nüzul olarak zikredilen hâdiselerle beraber, onlara benzeyen diğer olaylar için de bir aynadır. Dolayısıyla, bir âyetin birden fazla hâdise ile irtibatlandırılması ve o olayların her birinin âyetin iniş sebebi olarak gösterilmesi normaldir. Bu itibarla, esbab-ı nüzule “iktiran” nazarıyla bakarak, “Allah Teâlâ, bu âyeti belli bir hikmete mebni olarak şu hâdiselerle de irtibatlandırmış olabilir” demek ve iniş sebeplerinden ziyade âyetin muhtevası üzerinde durmak gerekmektedir.
Aslında, sahabe ve selef-i salihînden çokları bu tür âyetlere muhatapları açısından değil de zemmettiği ya da övdüğü sıfatlar zaviyesinden bakıp meseleyi öyle değerlendirmişlerdir. Meselâ, bir âyette inançsızların ya da münafıkların yalancılıkları nazara veriliyorsa, “Nasıl olsa onlara söyleniyor!” deyip geçiştirmemiş; “Acaba bizde de yalancılıktan bir kırıntı var mı?” diyerek hemen nefis muhasebesine girişmiş ve temkinli olmayı yeğlemişlerdir. “Şayet yalancılık Cenâb-ı Hak indinde mezmumsa ve Allah yermesini de methetmesini de sıfatlara göre yapıyorsa, yalan söyleyen kim olursa olsun o yerilmeye müstehaktır.” düşüncesini benimsemiş ve bütün kötü sıfatları da bu mülâhazaya göre ele almayı esas edinmişlerdir. Mevlâ-yı Müteâl’in hoşnut olmayacağı bir işe yanaşmamak ve su-i akibete uğramamak için hep teyakkuzda yaşamış, kendilerini asla emniyette görmemiş; Kur’ân’ın zemmettiği her hal, hareket ve sıfatın kendilerinde de olmasından endişe duymuş ve onlardan uzak durmaya gayret göstermişlerdir.
Bu teyakkuz ve temkinden dolayıdır ki, selef-i salihîn efendilerimiz ehl-i küfürle alâkalı âyetleri okurken bile hıçkıra hıçkıra ağlar ve onların akıbetine düşmekten çok korkarlardı. Meselâ; Ömer İbn Abdülaziz, “Boyunlarında demir halkalar, ayaklarında zincirler olarak önce kaynar suya sürüklenecek, sonra da ateşte cayır cayır yakılacaklardır.”3 mealindeki âyeti tekrar ede ede sabaha kadar ağlar ve çok defa secdede yığılıp kalırdı. “Gün gelecek, kâfirler Cehennem ateşinin karşısına tutulurken onlara şöyle denilecek: “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz!”4 mealindeki âyet-i kerimeyi okuyunca yemeden içmeden kesilir; ahiret meyvelerini daha dünyadayken yiyip bitirmekten ve öteye müflis olarak gitmekten korktuğu için bir bardak soğuk su içmeye, birkaç lokma yemek yemeye bile cesaret edemezdi. Doğrusu, özellikle ilk asırlardaki mü’minlerin genel hâlleri Ömer İbn Abdülaziz’in hâlinden pek de farklı değildi. Onlar, her âyet karşısında herkesten önce kendilerini muhatap kabul ediyor ve beyan-ı ilâhînin muhtevasına göre bir tavır belirliyorlardı.
En Tipik Narsistler
Bu açıdan denebilir ki; üzerinde durduğumuz âyet-i kerime, hem insanlara emrettiklerini kendisi uygulamadığı ve dine-diyanete özde bağlı olmadığı hâlde çok dindar, çok hâlis ve çok müttaki görünen, bu görüntüsünden ve yalan yanlış bilgilerinden dolayı da takdir edilip övülmeyi bekleyen Ehl-i kitap bilginlerini, hem akide ve düşüncelerinde münkir olmasına rağmen farklı bir tavır ve kanaat sergileyen, her zaman duruma göre hareket edip sürekli iki yüzlü davranan ve her zeminde ayrı bir hâl ortaya koyarak hüsnükabul ve kâr payı arayan mürâî ve münafıkları, hem de iman kalbinde oturaklaşmadığından Cenâb-ı Allah’ın takdirini ve ahiret semerelerini yeterli bulmayan, insanların övgülerini ve dünyevî lezzetleri de arzulayan bazı Müslümanları tehdit etmektedir. Evet, bu âyet, müşrikler ve münafıklar sebebiyle inmiş olsa da, başkaları tarafından methedilmeyi bir fazilet sayan, bu küfür ve nifak sıfatından uzak duramayan ve gurur, kibir, ucub gibi öldürücü virüslerden kurtulamayan Müslümanlarla da alâkalıdır.
Haddizatında, yapıp ettikleriyle gururlanıp şımaran, yapmadıklarını bile yapmış gibi gösterip övünen ve onlarla övülmekten hoşlanan kimselerdeki ruh sefaletinin sebepleri hep aynı hususlardır. Onlar, dinin esaslarından habersiz, mütemerrid nefs-i emmârenin güdümünde, şöhretperestliğe müptelâ ve bohemce yaşamaya meyilli kimselerdir. Bu zelil insanların çoğu, üstün sıfatlarla yaratılmış olduklarına inanır, kendilerini farklı görüp gösterir ve çevrelerine birer misyon adamı olduklarını empoze etmeye çalışırlar. Pöhpöhe açık ve alkışa teşne bu tiplerin sapık hislerine, aldanmış yandaşlarının iddiaları da inzimam edince ortaya en tipik narsistler çıkar.
Öyle ki, bunlar arasında işi mânâ âleminin devasa kâmetlerinin dahi telâffuz etmediği “Ben kutb-u irşadım”, “Ben gavsım”… türünden iddialara kadar vardıranlar; yanında başka büyüklerden bahsedilmesinden dahi rahatsızlık duyanlar ve Peygamber’in ya da falan velinin temsilcisi ve izdüşümü olduğunu söylemek gibi hezeyanlarla bir kısım muğlak ve müphem şeylere çevresini inandırmaya çalışanlar da vardır. Bu tür insanlar, gerçekte bu karakterlerin hiçbirine sahip olmadıkları hâlde, başkalarının kendilerini “müttakî, dindar ve Allah’tan korkan bir mü’min” diyerek övmelerinden hoşlanırlar veya gerçekte tam tersi olmasına rağmen başkalarının onları “samimî, fedakâr, şerefli, başkaları için kendisini feda eden” bir insan olarak propaganda etmelerini isterler. Bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içinde bulunur ve damlalarının derya, zerrelerinin güneş gösterilmesini arzu ederler.
Peygamberâne Tevazu ve Mahviyet
Oysa, hakikî mü’minin şe’ni tevazu ve mahviyettir. İnanan bir insan Hak karşısında gerçek yerinin şuurundadır ve kendisini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul eder. O, kendinde zâtî hiçbir kıymet görmez; hatta ilâhî inayetle fevkalâde bir muameleye tâbi tutulmazsa halkın en şerlisi derekesine düşeceğinden korkar. Dolayısıyla da, methedilmekten hiç hoşlanmaz, övülmekten memnun olmaz. Birisi ona ithafen Firdevsî’nin destanı gibi bir destan yazsa ya da okusa, onu bile duymazlıktan gelir veya hiç üzerine almaz. Benlik hesabına içinde beliren büyük-küçük her çeşit dahilî kıpırdanışa karşı hemen harekete geçip onu olduğu yerde boğma cehdi gösterir. Hele lehte de olsa mübalağalı sözleri hiç sevmez; onları büyük birer iddia ve zımnî yalan kabul eder.
İnsanlığın Iftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) o eşsiz hayatını tevazu ve mahviyetle örgülemiş ve bize de bu yolu işaret etmiştir. Meselâ; kendisini Hazreti Musa ile karşılaştırıp yüce kâmetini ve üstünlüğünü dile getirenleri ikaz sadedinde “Beni, Musa’ya tafdil etmeyin.”5 buyurmuştur. Yine “Balığın yoldaşı olan zât (Hazreti Yunus) gibi olma!”6 âyeti nazil olunca, ihtimal bazı sahabiler, “Acaba Hazreti Yunus ne kusur işledi?” diye düşünürler mülâhazasıyla, Resûl-i Ekrem hemen “Beni, Yunus İbn Metta’ya tercih etmeyin…”7 demiştir.
O tevazu âbidesi, kendisine “Seyyidimiz, efendimiz sensin!” diyenlere karşı hep reaksiyon göstermiş ve “Hayır, efendimiz Allah’tır.”8 mukabelesinde bulunmuştur. Bir gün يَا خَيْرَ الْبَرِيَّةِ “Ey yeryüzünün en hayırlısı!” diye seslenen birine, “O dediğin İbrahim’dir.”9 sözüyle karşılık vermiştir. Gayb âlemine ait perdeler, çok defa O’nun gözünün önünden kalkmış ve Allah’ın izniyle O verâların verâsını müşâhede etmiştir; ancak bir gün Hazreti Âişe (radıyallâhu anha) annemizin odasında ilâhi söyleyen kadınların, “Bizim aramızda öyle bir Nebi var ki, yarın ne olacağını bilir!” dediklerini duyunca, onları derhal susturmuş ve “İlle de bir şey söyleyecekseniz, doğruyu söyleyin; ben yarın meydana gelecek her şeyi bilemem, Allah ne bildirirse onu bilebilirim!”10 buyurmuştur.
Ey Riyakâr Nefsim!
İnsan-ı Kâmil Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslîmât) halka-yı tedrisinden dersini alan ve her hâliyle O’na benzemeye çalışan Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) da peygamberâne tevazu ve mahviyetin en güzel mümessillerinden biri olarak yaşamıştır. Öyle ki, hayatı boyunca methedilmeyi hiç sevmemiş ve övülmekten hep rahatsızlık duymuştur. Hatta rızası olmadığı hâlde övüldüğü zamanlarda utancından kıpkırmızı kesilmiş ve Allah korkusundan dolayı hemen el açıp şöyle dua etmiştir: “Rabbim! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi başkalarından daha iyi bilirim. Ey Âlemlerin Rabbi! Halkın bende zannettiği iyilik ve faziletleri bana nasip et; insanların bilmedikleri günahlarımı da bağışla! Söyledikleri güzel sıfatlardan dolayı kendini beğenmişlik ve gurur gibi tehlikelere düşmekten beni koru!”11
Demek ki, takdir, tebcil ve övgüler karşısında mü’mince tavır mahviyettir; “Allahım hakkımda söylenen bu sözleri dua olarak kabul buyur; bunları benim için gurur ve kibir sebebi kılma ve beni nefsimle baş başa bırakıp ayağımı kaydırma!” diyerek hemen bütün medh ü senâların asıl sahibi Mevlâ-yı Müteâl’e sığınmaktır. Evet, takdir beklememek ve övülmeyi hiç istememek bir seviye meselesidir; bazı mü’minler de yer yer ve zaman zaman yaptıkları ameller ile başkalarının takdirlerini bekleyebilirler. Ne var ki, medh ü senâlar karşısında kalb balansını ayarlayabilme gayretinde olmak bütün inananlar için bir vazifedir. Aksi hâlde, insan nefsine uyar ve kendini şımarıklığa, gaflete salarsa, tebrik ve takdirler onun ayağını kaydırabilir. Nitekim, Vehb İbn Münebbih Hazretleri buyurur ki, “Bir insanın dinî hayat adına en güzel ahlâkı, dünyaya rağbet etmemesidir; en şerli huyu da, nefsinin arzu ve isteklerine uymasıdır. Nefse uymanın alâmeti ise; malı, makamı ve insanlar arasında methedilmeyi sevmektir.”12
Ayrıca, Nur Müellifi, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da teyit ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bize mü’mince düşüncenin bir başka yanını hatırlatmıştır.13 Bu mülâhazaya bağlı kalan bir insanın, teveccüh-ü nâs beklemesi, hüsnüzannın layık gördüğü makamlara dilbeste olması, methedilmeyi arzulaması ve riyaya, süm’aya girmesi düşünülemez. Çünkü, o hizmetlerini, kendisine verilmiş nimetlerin şükrü ve kulluk vazifesi olarak görür; bu düşünceyle ucub ve riyadan da kurtulur.
Koynunda Akrep Var!
Hakikî bir mü’min, hakkında methiyeler dizildiği zaman sevinmediği gibi yerildiği zaman da üzülmemelidir. Aslında, insanın kendi kendisini sorgulayıp küçük göstermesi bir açıdan kolaydır; fakat, kusurlarının başkası tarafından sayılıp dökülmesi şeklindeki bir zemm fırtınası karşısında “Koynumdaki akrebi haber verene rahmet!..”14 diyebilmesi çok zordur. Belki insan o fırtına geçtikten belli bir süre sonra kendi kendine “İyi ki kusurlarımı söyledi; beni bitirmek üzere olan hatalarımı haber verdi” diyerek memnuniyetini ifade edebilir; fakat, yerildiği o ilk anda hazm-ı nefiste bulunarak, “Allah senden razı olsun; hatamı söylemekle bana yardımcı oldun.” diyebilmesi babayiğitçe bir tavırdır.
Bize bu konuda da hüsnümisal olan Hazreti Üstad, gıyabında tezyifkârâne sözler söyleyen ve kendisine hakaret eden biriyle alâkalı şöyle düşündüğünü ifade ediyor: “Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardım etmiş olur. Eğer yalan söylemişse, bu da beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. (…) boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ona darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.”15
Evet, o büyük insan da hiçbir zaman takdir beklememiştir. Hatta kendisine takdir hissiyle bakan talebelerini hemen tekdir etmiş; “Niçin yüzüme öyle bakıyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Bana haddimden fazla makam vereni de sevmiyorum!” demiştir. Bir gün, bir talebesi “Bu muhteşem eserlerin müellifi olan zât elbette büyük bir zâttır.” diye içinden geçirip hayranlıkla kendisini süzünce “Bana makam vermeyin!” diyerek onu ikaz etmiş ve nazarları şahsına değil Kur’ân hakikatlerine çevirmeye çalışmıştır. Şu sözlerle kendi nefsine seslenirken aslında bize –baştan beri anlatmaya çalıştığım– mü’mince düşünce tarzını bir kere daha hatırlatmıştır: “Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil, istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlikte değil, hüdâbinliktedir.”16
Hâsılı; yaptıklarından ötürü sevinip şımarmak ve hiçbir katkıda bulunmadığı başarıların, hiç üzerinde taşımadığı güzel sıfatların bile kendisine atfedilmesini ve onlardan dolayı övülmeyi istemek bir küfür ve nifak sıfatıdır. Ne var ki, takdir ü tebcil beklentisi kalbi öldüren bir virüs olarak bazı mü’minlerde de bulunabilmektedir. İmanda olgunluğa adım atmış bir insanın nazarında yergi ile övgü eşittir; o zemmedilme ile methedilmeyi bir bilir. Medihten hoşlanmadığı gibi, methedene karşı da içinde bir burukluk hisseden, bir mânâda yergiden memnun olan ve kendisini yeren kimseye hiddet etmek şöyle dursun, onu yardıma koşmuş bir dost olarak gören insan ise, kemal ehli hakikî bir mü’mindir. Zira, böyle biri, övülmenin gönül dünyası için zararlı bir fitne olduğunu bildiğinden dolayı methedenden hiç hazzetmez; gıybet, iftira ve bühtana girmeden, “müspet tenkit” diyebileceğimiz bir üslûpla kendisini zemmedeni ise, kusurlarını hatırlatıp onlardan kurtuluş yolu gösterdiği ya da sabredip sevap kazanmasına vesile olduğu için memnuniyetle karşılar.
1 Âl-i İmrân sûresi, 3/188.
2 et-Taberî, Câmiu’l-beyân 4/205-208; es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 3/229.
3 Mü’min sûresi, 40/71-72.
4 Ahkaf sûresi, 46/20.
5 Buhârî, husûmât 1, enbiyâ 31, rikak 43, tevhîd 31; Müslim, fezâil 157.
6 Kalem sûresi, 68/48.
7 Buhârî, enbiyâ 35; Müslim, fezâil 166-167.
8 Ebû Dâvûd, edeb 9; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/70.
9 Müslim, fezâil 150; Tirmizî, tefsîru sûre (98) 1; Ebû Dâvûd, sünnet 13.
10 Buhârî, meğâzî 12; Tirmizî, nikâh 6; Ebû Dâvûd, edeb 51.
11 İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 30/332; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 3/332.
12 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/184; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 4/41.
13 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.515 (Yirmi Altıncı Söz, Hâtime).
14 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.66 (On Altıncı Mektup, Üçüncü Nokta).
15 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.66 (On Altıncı Mektup, Üçüncü Nokta).
16 Bediüzzaman, Sözler s.243 (On Sekizinci Söz, Birinci Makam, Birinci Nokta).