RABBÂNÎLER

Soru: Kur’ân’da geçen “rabbânî” kelimesi ne anlama gelir, rabbânîler kimlerdir, rabbânîlerin vasıfları nelerdir?

Cevap: Sözlükte; âlim, Rabbe kulluk eden din adamı mânâsına gelen rabbânî kelimesi; tefsirlerde ârif-i billah, hikmet ve ilimle donatılmış hak erleri olarak tarif edilmiştir.96 Biraz daha açarak rabbânî ifadesini, Allah rızasını hedefleyen, metafizik mülâhazalara ve maneviyata açık yaşayan, hayvaniyet ve cismaniyeti bırakarak kalb ve ruhun derece-i hayatında seyr ü seyahatte bulunan hak eri şeklinde de tarif edebiliriz. Tasavvufta yer alan seyr ilallah, seyr fillah, seyr maallah ve seyr anillah gibi kavramlar da bir yönüyle bunu ifade eder. Farklı bir yaklaşımla rabbânî; inandığı dava uğruna kendi arzu ve isteklerinden vazgeçmiş, her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın hesap ve plânlarına bağlamış, emre itaatteki inceliği kavramış ve hayatını bu istikamette sürdürmeye azm ü cehdetmiş mü’mine denir.

Evet, rabbânî, bu mânâda, “Rabb”e bağlılığı şahsında yaşayan olgun bir mü’min olmasının yanı sıra, o ufka ulaşma yolunda başkalarına da rehberlik eden kâmil mürşittir. O, Cenâb-ı Hakk’ın rububiyet dairesini nazar-ı itibara alarak, insan olarak yaratılan “potansiyel insanları” hakiki insan hâline getirmeye gayret eden bir rehberdir. Bu sebeple ehlullaha, hakiki terbiyecilere, mürşitlere rabbânî denmiştir. İmam Rabbânî’ye ‘rabbânî’ denmesinin sebebi de budur. Rabbânîler öyle bir eğitim kadrosudur ki kâinatta cârî kanunlara uygun hareket eder, insanlara yaşamasını öğretir, bu meşheri temaşa etmelerini, bu kitabı okumalarını ve onunla hedeflenen ufka ulaşmalarını sağlar.

Rabbânî kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’in üç âyetinde geçer. Mâide sûresi 44 ve 63. âyetlerde, Ehl-i Kitap’ın rabbânîlerinden bahsedilir. Âl-i İmrân sûresindeki diğer âyet ise bütün peygamberlerin, muhataplarını rabbânî olmaya çağırdığını ifade eder:

مَا كَانَ لِـبَشَرٍ اَنْ يُـؤْتِـيَهُ اللهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّـبُوَّةَ ثُمَّ يَـقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِـبَاداً ل۪ى مِنْ دُونِ اللهِ وَلٰـكِنْ كُونُوا رَبَّانِـيّ۪ـنَ بِمَا كُـنْـتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُـنْـتُمْ تَـدْرُسُونَۙ

“Allah’ın kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiği hiçbir insanın kalkıp da halka, ‘Allah’la beraber bana da kul olun!’ demesi düşünülemez. Bilakis o, ’Okuyup başkalarına da okuttuğunuz, öğrettiğiniz kitaba uyun da rabbânî olun!’ der.”97

Herkes kendi kabiliyetinin müsaade ettiği ölçüde rabbânî olabilir, kendi arş-ı kemalâtına yükselebilir. Fakat bunun için bir kısım manevî sistemlerini harekete geçirmesi, his ve heyecanlarını tetiklemesi, cismaniyetten uzaklaşması, Hakk’ın rıza ve hoşnutluğunu kendi isteklerinin önüne geçirmesi, şahsî hesaplarından vazgeçerek bütün hayatını Allah’ın hesaplarına göre plânlaması gerekir.

Nefis taşıyan, hırs ve tutkuları olan, şeytan gibi ebedî bir düşmanı bulunan insanın rabbânî olabilmesi kolay değildir; ciddi bir mücadele ve mücahede gerektirir. Böyle bir yola giren kimse, Allah’la münasebetlerini çok güçlü tutmak zorundadır. Kendi mülâhazaları ve kendi hesapları işin içine karıştığı anda, onları yere çalarak paramparça etmesini bilmelidir. Diyelim ki nafile bir namaz kılıyor. Eğer içine Allah mülâhazası dışında başka bir mülâhaza karışıyorsa, namazı bırakmalı, odasına çekilmeli, tam konsantre olduktan sonra yeniden namaza başlamalıdır. Farzlar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Çünkü bu takdirde onun altından kalkılamaz. Fakat rabbânî olmak isteyen bir insan, kendini Allah’a yaklaştıracak bütün amellerinde ihlâsı yakalamaya, gönlünü Allah’a vermeye mecburdur.

Kur’ân-ı Kerim’de geçen, rabbânî kelimesine benzeyen bir başka sözcük de “ribbî”dir: كَاَيِّنْ مِنْ نَبِـىٍّ قَاتَلَۙ مَعَهُ رِبِّـيُّونَ كَـث۪ـيرٌۚ فَمَا وَهَنُوا لِمَآ اَصَابَهُمْ ف۪ى سَب۪يلِ اللهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَـكَانُواۜ وَاللهُ يُحِبُّ الصَّابِـر۪ينََ “Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber birçok ribbî mücadele verdi, savaştı. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla yılmadılar, zayıflık göstermediler, düşmanlarına boyun da eğmediler. Allah böyle sabırlı insanları sever.”98

Tefsirlere bakıldığında, ağırlıklı olarak “ribbî” kelimesine kökeninden hareketle iki farklı mânânın verildiği görülür. Birincisi, büyük topluluklar; ikincisi ise kendini “Rabb”e adamış kimseler. İkinci mânâda ribbî kelimesi, rabbânî kelimesine benzer. Bazı müfessirler, ikisinin arasında şöyle bir farktan bahsederler: Ribbî, kendini Allah yoluna adamış herkese denirken rabbânî, aynı zamanda mürşitlik vasfına da sahip kimselere denir.

Demek ribbî de; i’lâ-yı kelimetullah davasına kendini adayan, Allah’ın adının dünyanın dört bir yanında şehbal açması için hiç duraksamadan koşturan, dinin güzelliklerini herkese duyurmaya çalışan ve bu yolda karşılaştığı her tür sıkıntıyı sabırla karşılayan er oğlu erlere denir.

Âyette, i’lâ-yı kelimetullah davasına adanmış kimselerin; yürüdükleri yolda karşılaşacakları zorluk ve sıkıntılardan ötürü yılgınlığa düşmeyecekleri, zayıflık göstermeyecekleri, düşmanlarına boyun eğmeyecekleri ifade ediliyor. Çünkü onlar, yürüdükleri yolun zorluklarının farkındadır ve bu zorluklara göğüs germeye baştan söz vermiş, ahdetmişlerdir. Onlar, hayatları boyunca hep bu sözlerine bağlı yaşarlar. Temsil ettikleri dava uğruna başlarına gelen her musibeti gülerek karşılarlar. Zorluklar karşısında dimdik durur, sarsıntı yaşamaz ve paniklemezler. Asla, “Ne zaman bu işten sıyrılacağız?” düşüncesine kapılmazlar. Yaşadıkları sıkıntılar karşısında onların ağızlarından en fazla şu cümleler dökülür: اِنَّـمَآ اَشْكُوا بَـثّ۪ى وَحُزْن۪ٓى اِلَى اللهِ “Sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum.”99

Evet, Allah’a inanan bir insan sadece O’nun karşısında secde ve rükûa gider, sadece O’nun huzurunda yüzünü yerlere sürer. Bu payeyi elde etmiş bir mü’minin başkalarına kul köle olması, başkaları karşısında bel bükmesi, boyun eğmesi, vesayet altında yaşamaya razı olması düşünülemez. O, Bediüzzaman Hazretleri gibi, “Ben, ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” der.100 Hiçbir şey karşılığında bağımsızlığını feda etmez, Allah’tan başka hiç kimseden medet ummaz, yardım dilenmez.

Ribbîlerin anlatıldığı âyet-i kerimenin sonunda, Cenab-ı Hakk’ın sabredenlerle beraber olduğu ifade buyruluyor. Eğer Allah sizinle beraberse şunu çok iyi bilmelisiniz ki; O asla sizi zayi etmez. Burada, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine yapılan eziyetler karşısında çok üzülen ve ağlayan muhterem kızını teselli etmek için söylediği şu sözü hatırlayabilirsiniz: “Ağlama ciğerparem! Allah senin babanı zayi etmeyecektir.”101

Bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ اِلَّآ اَنْ قَالُوا رَبَّـنَا اغْفِرْ لَـنَا ذُنُوبَـنَا وَاِسْرَافَـنَا ف۪ٓى اَمْرِنَا وَثَـبِّـتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ “Evet, bu durumda (düşmanla yaka paça oldukları, kolları kanatları kırıldığı, kan revan içinde kaldıkları zaman) onların dudaklarından dökülen, yalnızca şu kelimeler oldu: Ey Rabb-i Kerimimiz! Günahlarımızı ve içine düştüğümüz aşırılıklarımızı affeyle; bizleri doğru yolda sabitkadem kıl ve (fıtratlarındaki inanma istidadını kendi iradeleriyle köreltmiş, neticesinde gözleri görmez, kulakları duymaz ve kalbleri işlemez hâle gelmiş) küfr ü küfran içindekilere karşı bize yardımcı ol.”102

Bu iki âyet-i kerimede, kendini Allah’a adamış insan portresi çiziliyor. Böylece onların ne düşündüklerini ne dediklerini, kendileriyle nasıl yüzleştiklerini, Cenâb-ı Hakk’a nasıl teveccüh ettiklerini, zorluk ve sıkıntılar karşısında nasıl bir duruş sergilediklerini görmüş oluyoruz. Ortaya konan bu portreden hareketle konumumuzu belirleyebilir, kendimizi ölçüp tartabilir, durduğumuz yer ile durmamız gereken yer arasındaki farkı görebilir, Allah yolunun adanmışları olup olmadığımızı anlayabiliriz.

Rabbânîlik ile adanmışlık bir vahidin iki yüzü gibidir, bunların birbiriyle çok sıkı irtibatı vardır. Rabbânîlik, içte derinleşmeyi, Allah’la kalbî irtibatı ifade ederken; ribbîlik daha ziyade dışa açılımı, Allah’ın adını dünyaya duyurma azmini ortaya koyan bir kelimedir. Rabbânî olmadan, tam mânâsıyla adanmış da olamazsınız. Adanmışlıkta etemmiyet ve ekmeliyeti elde edememişseniz bu sefer de rabbânîlik yolunda gerekli performans ve mukavemeti gösteremezsiniz. Bunların birindeki kusur diğerini de etkiler. Kendinizi bir yönüyle Allah yoluna vermiş, belli ölçüde terakki etmiş olabilirsiniz. Ama rızaya tam kilitlenememişseniz i’lâ-yı kelimetullah davasında da eksikleriniz olur.

Hâsılıkelâm, mü’mine düşen vazife, bir taraftan kalbî ve ruhî hayata tam kilitlenmesi, havâss-ı zahire ve bâtınesi ile (iç ve dış duygularıyla) hep Allah yolunda olması, diğer yandan da dini adına taşıdığı onurunu hiçbir şeye feda etmemesi, bu konuda hep adanmışlık ruhuyla hareket etmesidir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın rızasını elde etme ve Rabbimizin cemal-i bâkemalini müşahede etme, ona giden yolun gereklerinin bütünüyle yerine getirilmesine bağlıdır.


96 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab 1/403; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 3/327.

97 Âl-i İmrân sûresi, 3/79.

98 Âl-i İmrân sûresi, 3/146.

99 Yûsuf sûresi, 12/86.

100 Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, s.15 (Yirmi Yedinci Mektup’tan).

101 el-Hâkim, elMüstedrek 3/169.

102 Âl-i İmrân sûresi, 3/147.

-+=
Scroll to Top