Rakipsiz Yarış
Soru: Kur’ân’ın has talebelerinin, hem gıpta etmekten hem de insanları gıptaya sevk etmekten uzak kalmaları gerektiği vurgulanıyor. Bu zaviyeden, hayır yarışında önde koşanların, diğer insanların iyilik duygularını coşturmak için zekât ve sadakalarını açıktan vermelerini ve onların cömertlikleri karşısında imrenmekten kendilerini alamayanların hâlini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Gıpta; bir insanın, başkasının mazhar olduğu nimetlerin yok olmasını temenni etmeden aynı nimetlerin kendisinde de olmasını istemesi; diğer insanların güzel sıfatlarına ve mazhariyetlerine imrenmesi demektir. Haset ise, bir kimsenin, başkalarının mazhariyetlerini çekemeyip, onlara nasip olan nimet ve faziletler karşısında hazımsızlık göstermesi, diğer insanlardaki nimetlerin ve iyi hâllerin yok olmasını ve hepsinin kendine verilmesini arzu etmesi demektir. Dolayısıyla, hasette çekememezlik, hazımsızlık ve kıskançlık vardır; gıptada ise, sadece bir imrenme söz konusudur. Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), “Mü’min gıpta eder, münafıksa hasede girer.”1 buyurarak, mü’minde olsa olsa bir imrenme duygusunun olabileceğini, münafığın ise sürekli kıskançlıkla kıvranıp duracağını vurgulamıştır.
Mahzursuz Haset: Gıpta (!)
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte de, “İki kimseye hasette (gıptada) zarar yoktur: Kendisine bahşedilen serveti Allah yolunda infak eden imkân sahibi ve Allah’ın lütfettiği ilimle amel edip onu başkalarına da öğreten kimse.”2 buyurmuştur. Evet, dini güzel öğrenip onu hayatına hayat kılan ve bir irfan kaynağı hâline getirdiği ilmiyle diğer insanları da aydınlatan, hem tebliğ hem de temsil yoluyla Kur’ân hakikatlerinin samimi tercümanı olan bir insanın hâline özenmek, “Keşke ben de bunun gibi olabilseydim; keşke ben de dinimi iyi öğrenip hem kendi hayatımı nurlandırsam hem de onu başkalarına anlatabilseydim!..” demek mahzursuz olsa gerektir. Hatta, bir nefis muhasebesi yapma, kendi hâlini yeterli bulmama ve dua da sayılabilecek ulvi duygularla dolma açısından böyle bir gıpta faydalı da olabilir. Yine, hem servetle hem de cömertlikle serfiraz kılınan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği malı, O’nun yolunda gönül hoşnutluğuyla harcayan ve âdeta vermeye doyamayan bir “infak tiryakisi” olan zenginin hâline imrenmek ve “Keşke benim de geniş imkânlarım olsaydı da böyle infakta bulunabilseydim. Keşke bir okul da ben yaptırsaydım, ben de yüzlerce öğrenciye burs verebilseydim.” düşüncesiyle o insana gıpta etmek de zararsızdır.
Ne var ki, Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifte, imrenmeyi ifade eden gıpta sözcüğü yerine “haset” kelimesini kullanmış ve böylece, gıptanın çekememezliğe hem-hudut bir ruh hâleti olduğunu da nazara vermiştir. Yani, gıpta mahzursuz olsa ve bir ölçüde mübah sayılsa bile, onun sınırı hasede bitişiktir ve gıpta sahasında dolaşmak bir yönüyle şüpheli alanda dolaşmak gibidir. Dolayısıyla, gıptanın sınırı tam belirlenemezse o duygu kıskançlığa ve hasede dönüşebilir. Meselâ; bir insan, sözlerini, hâlini ve tavırlarını çok beğendiği bir arkadaşına imrenir ve ona benzemeyi arzularsa, bunda bir mahzur olmayabilir. Fakat, onun bu mülâhazası, “Niye o çok şey biliyor da ben bilmiyorum; neden o, dini güzel anlatıyor da ben anlatamıyorum?” şeklinde bir kıyaslamaya, hatta gizli bir rekabete doğru kayarsa o zaman haddi aşmış olur. Artık o, gıpta sahasından çıkmış, haset alanında dolaşıyor; onun imrenme hissi de yerini kıskançlığa ve çekememezliğe bırakıyor demektir.
İşte bu sebeple, Kur’ân’ın has talebeleri, çekememezliğe hem-hudut olan ve hasetle arasında sadece ince bir perde bulunan gıptadan da uzak durmalıdırlar. Onlar, haklarında takdir edilenlere razı olmalı, küçük bir his yanılmasıyla da olsa kaderi tenkit etmemeli, hiç kimseyi rakip görmemeli ve güzel sıfatlar açısından kendi kemalât arşlarına ulaşmaya çalışmalıdırlar.
Gece Gelen Erzak Çuvalları
Ayrıca, insanların gıpta damarını tahrik etmemek de gıpta edilecek hâlde bulunan kimselere düşen bir vazifedir. Bu hususa dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, ihlâs düsturlarını sayarken “faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek”3 esasını da zikretmiştir. Evet, her fırsatta şahsî meziyetleri sayıp dökmek, sözü hemen ferdî başarılara getirmek, muvaffakiyetleri kendine mal etmek ve hep önde görünmek de mahzurlu alan sınırında dolaşmak demektir. Çünkü, bunları yapan bir insan, kimse hakkında haset etmese bile, başkalarını kendi hakkında çekememezliğe itmiş ve onların gıpta damarını tahrik etmiş olacaktır.
Bundan dolayıdır ki, bizim kültürümüzde, bir insanın kendi fazilet ve meziyetlerini sayıp dökmesi ayıp kabul edilmiş; ayrıca, iyilikleri gizli yapma anlayışı gelişmiştir. Meselâ, sadakalar, başkalarının görmeyeceği ve bilmeyeceği bir şekilde fakirlerin eline ulaşması için götürülüp bazı yerlere bırakılmış; bu düşünceyle her köşeye “sadaka taşları” yerleştirilmiş; muhtaç kimseleri minnet altında bırakmamaya, onları incitmemeye ve hasede sevk etmemeye azamî gayret gösterilmiştir. Sadakayı verenle onu alan arasına vakıflar gibi aracılar konmuş, bu sayede hem fakirlerin mahcup olmaları ve zımnî bir başa kakma tavrına maruz kalarak incinmeleri önlenmiş, hem de zenginlerin riyaya düşmelerine ve böbürlenmelerine meydan verilmemiştir.
Evet, dinimizde nafile ibadetlerin ve sadakaların gizliliği esastır. Peygamber Efendimiz, “Cenâb-ı Hak, ne ‘desinler’ diye hayır yapan süm’acıdan, ne gösteriş delisi mürâîden, ne de iyiliğini başa kakıp duran mennândan hiçbir şey kabul etmez!”4 buyurmuştur. Hayır ve hasenâtı gizli yapmak ve sadakayı kimseye göstermeden vermek gösterişten ve “desinler”e iş yapma mülâhazasından kurtulmak için iyi bir yoldur. Bizim dünyamızda, gizlice iyilik yapıp, yardım ettiği fakire bile kendini bildirmeden sırra kadem basan insan çoktur. Seleflerimizden bazısı, sadakasını bir fakirin geçeceği ya da oturacağı yere koyup oradan uzaklaşarak; kimisi, uyumakta olan bir muhtacın cebine para koyarak; bir başkası da, sırtındaki yardım çuvalını bir kapının önüne sessizce bırakıp gözlerden kaybolarak infakta bulunmayı tercih etmişler; riyadan, süm’adan ve minnet altında bırakmaktan son derece sakınmışlardır.
Bir menkıbede anlatıldığına göre; bu fedakâr ruhlardan biri de, Peygamber Efendimiz’in torunlarından olan İmam Ali Zeynülâbidîn’di. Kendisini Allah’a kulluğa adamış bu insanın yaşadığı dönemde halkın arasında pek çok fakir, kimsesiz ve bakıma muhtaç insan vardı. Bunların çoğu, ihtiyaçları olan yiyecek, içecek ve giyecek eşyaların bir gece vakti kapılarının önüne konmuş olduğunu görürlerdi. Senelerce kimin getirdiğini bilemedikleri bu eşyaları –bir taraflarına iliştirilen ‘helâldir’ pusulasına da güvenerek– kullanmışlardı. Yıllardan sonra bir sabah, kapıların önü boş kalmıştı. O gece hiçbir muhtacın eşiğine erzak çuvalı bırakılmamıştı. Herkes bunun sebebini merak ediyordu ki, o sırada “İmam Ali vefat etti.” diye bir ses duyuldu. Hak dostunu yıkayan, defin için hazırlayan gassal, imamın sırtına el vurunca kocaman bir nasırın varlığını görmüş ve su yerine onu gözyaşlarıyla yıkamaya başlamıştı. Zira o koca İmam yirmi küsur sene fakire fukaraya çuval çuval yardım taşımıştı sırtında. Taşıdığı yüklerden dolayı sırtı nasır bağlamıştı. Fakat, o ölene kadar bundan kimsenin haberi olmamıştı. Kimsenin haberinin olması da gerekmezdi; çünkü, asıl gaye Allah’ın rızasını kazanmaktı ve her şeyi bilen Allah, bir gece vakti sırtında erzak çuvalı taşıyan Zeynülâbidîn’in hâlini de görüyor ve biliyordu.
İşte, o ve onun gibiler, nazarlarını rıza ufkuna kilitlemiş ve kulluk kulvarında rekabetsiz yarışmayı seçmişlerdi. Dolayısıyla, kendileri gıptaya ve hele hasede hiç girmedikleri gibi, başkalarının gıpta damarını tahrik etmemeye ve yaptıkları yardımlara riya, süm’a, minnet ve eza bulaştırmamaya da çok dikkat etmişlerdi. Onların yürüdüğü yol, dinî hayatta, ahirete yatırım yapmada ve Allah rızasını kazanmada yarışma duygusu diyebileceğimiz “tenâfüs” yoluydu.
Hedef Sonsuzluk Şerbeti
Gıpta mânâsına da gelen “tenâfüs” kelimesi, başkasında görülen bir olgunluğa imrenme, o güzel sıfatı yakalama azmiyle gayret gösterme ve hayırlı bir neticeyi elde etmek için müsabaka yaparcasına çalışma demektir. فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ “İşte yarışacaklarsa insanlar, bu Cennet devletine konmak için yarışsınlar!”5 mealindeki âyet de hayırda yarışmaya teşvik anlamıyla bunu ifade etmektedir. Yani, bu dünyanın cazibedar güzelliklerini elde etmek için birbirini kırarcasına mücadele eden insanların, aslında ebedî huzura kavuşmak ve sonsuzluk şerbeti içmek için yarışmaları gerektiğini belirtmektedir.
Tenâfüs yolunda ve hayır yarışında gıpta ve hasede açık bir rekabet söz konusu değildir. Çünkü, bu yarışta herkes kendi rekorunu kırmakla vazifelidir ve her fert onun için takdir edilen olgunluk eşiğine ulaşmaktan sorumludur. Aynı zamanda, bu yarışta herkes birbirinin yardımcısıdır. Zira, her fert, şahs-ı mânevînin bir âzâsıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, bütün mü’minler “Sahil-i selâmet olan Dârüsselâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (aleyhissalâtü vesselâm) çıkaran bir sefine-i rabbâniyede çalışan hademeler”dir.6 Öyleyse, her mü’minin cehd ve gayreti, üzerinde bulundukları geminin sahile doğru hareketine yardımcı olmakta ve hem fert hem de umum hesabına kâr olarak yazılmaktadır.
Evet, tenâfüste, taksim edilen amellerin yerine getirilmesi neticesinde herkesin hesabına kaydedilen paylaşılmış bir hayır mevzubahistir. Yine, Üstad Hazretleri’nin sözleriyle ifade edecek olursak diyebiliriz ki; Hakk’a hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. Ne kadar kuvvetli eller yardıma koşarsa, o defineyi omuzunda taşıyanların daha ziyade sevinmeleri ve memnun olmaları icap eder.7 Yardıma gelen güçlü insanları kıskanmak şöyle dursun, onların kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini, tesirlerini ve yardımlarını ciddi bir muhabbetle alkışlamaları gerekir. Aksi hâlde, yardım etmek isteyen o insanlara rekabetkârâne bakılırsa, o işin ihlâsı kaçar ve beklenen netice elde edilemez.
Dolayısıyla, Kur’ân’ın has talebeleri asla haset etmez, hasede sınır komşusu olan gıpta alanında da dolaşmaz; ama tenâfüste bulunur ve hayırda yarışırlar. Yani, her biri diğerini mübarek bir yardımcı olarak görür ve herkes kendi hakkında takdir edilen ve elinden gelen bir işi tamamlamaya bakar. Meselâ; i’lâ-yı kelimetullah hizmeti yapılırken, bir insan, hoş bir ses ve samimi bir edayla Kur’ân tilâvet ederek kalbleri yumuşatır; diğeri, güzel bir na’t okuyarak gönülleri coşturur ve bir başkası da arkadaşlarından geri kalmaz, birkaç ibretlik söz söyleyerek diğerlerinin hazırladığı atmosferi dini anlatma adına değerlendirir. Görüleceği üzere, işler bölüşülür, herkes kendi vazifesini eda eder ve sonunda yine herkes kazanır; bir paylaşma söz konusu olur. Başlangıç itibarıyla, o işin kime ait olduğu belli değildir; mesele sadece bir fert üzerine bina edilmemektedir; o işe herkes iştirak etmekte ve her insan taşın altına elini koymaktadır. Herkes yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmakta, ortaya bir insanın tek başına elde edemeyeceği bir netice çıkmakta ve elde edilen semere umumun malı olmaktadır. Zaten Kur’ân-ı Kerim de böyle bir yarışa teşvik etmekte ve “Öyleyse durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın.”8 demektedir.
Örnek Olmak ve Teşvik Etmek İçin
İşte, böyle bir hayır yarışında, dost ve arkadaşların iyilik duygularını harekete geçirmek için sadaka gibi yardımların açıktan yapılması da efdaldir. Zira, insanların atâlet ve lâkaytlıkla me’yusiyet içinde kıvrandığı bir anda, cömertlik hisleriyle dolup şevk ve gayretle salih ameller işleyenler çevrelerindeki kimseleri de çalışmaya ve güzel işlere sevk etmiş olurlar. Nitekim, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) “Sadakayı gizlice vermek, açıkça vermekten efdaldir. Ancak, başkalarının örnek almasını ve onların da amel-i salihte bulunmasını isteyen bir kimse için açıkça vermek daha faziletlidir.”9 buyurmuştur. Evet, dost ve arkadaşlarının nazarlarını da ahiretin yamaçlarına çevirmek isteyen bir insan, açıktan bir hayır yaptığı zaman, onları da sevap kazanmaya teşvik etmekten başka bir maksat taşımaz. Farz olan zekâtı da açıkça vererek, hem ilâhî emre uyar hem de başkalarına da bu vazifeyi hatırlatır.
Kur’ân-ı Kerim, “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.”10 buyurmakta; herhangi bir muhtaç gördüğü vakit, hiç gecikmeksizin onun ihtiyacını gideren kimseleri takdir etmekte ve bütün Müslümanları hayırlı işler peşinde koşmaya özendirmektedir.
Rivayetlere göre; Hazreti Ebû Bekir Efendimiz kırk bin dinarın on binini gece, on binini gündüz, on binini gizli, on binini de açıkça olmak üzere bir günde tasadduk etmiş ve bu âyet onu takdir sadedinde nazil olmuştur. Yine, Hazreti Ali Efendimiz in sadece dört dirhem gümüşü varken, onun birini gündüz, birini gece, birini açıkça, birini de gizlice fakirlere dağıttığı nakledilmektedir. Âyet-i kerime özellikle bu iki sahabe efendimize işaret ediyor olsa bile, kelâm-ı ilâhînin hükmü umumîdir ve merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın da dediği gibi, buradaki infak farz, vacip ve nâfile olmak üzere her çeşit infakı içine almaktadır. Dolayısıyla, öyle bir zaman gelir ki, din ve vatan uğrunda bütün mal varlığının infakı gerekir ve öyle bir seferberlik anında herkesi teşvik için açıktan infak etmek daha iyidir. Allah yolunda canın bile feda edilmesi gereken öyle zaman dilimleri olur ki, o durumda insan bütün varlığını infak etse sezâdır. Özellikle, millete rehber olma konumunda bulunanların, yüce hakikatler uğrunda fedakârlık yapmayı avama da öğretmek için mal varlıklarının çoğunu infak etmeleri ve bunu açıktan açığa yapmaları mahza hayırdır ve hatta bir görev bile sayılabilir.
Bir Avuç Hurma da Olsa…
Bu hususta da en güzel örnekler sahabe efendilerimizdir: Ebû Mes’ud Hazretleri der ki: Sadaka âyeti11 nazil olunca hepimiz Allah yolunda tasadduk edecek bazı şeyler bulma arayışına koyulmuştuk. Öyle ki, hamallık yapıp az da olsa para kazanarak infakta bulunmaya çalışıyorduk. Çarşıya-pazara gidip sırtımızda eşya taşıyor, ücretini alır almaz da, “verenler” arasına dahil olmak için Efendimiz’in huzuruna koşuyorduk.12 Yine bir gün Efendimiz ensâr ve muhacirînin himmetine baş vurdu. Ya bir yere seriyye gönderecekti de ordunun teçhizi için yardım istiyordu ya da çölden gelen fakir insanları doyurmak ve onların ihtiyaçlarını görmek için “verin!” diyordu. Peygamber Efendimiz’in teşvikleri karşısında Hazreti Abdurrahman İbn Avf, her zamanki civanmertliğiyle seslendi; “Yâ Resûlallah!” dedi, “Bende dört bin dirhem var, kabul buyurunuz.” Efendimiz çok memnun kalmış ve ona hayır duada bulunmuştu.13 Hem Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şevk veren sözlerini duyan hem de cömert insanların büyük fedakârlıklarını gören herkes bu hayır yarışına katılmak istiyordu. Mal-mülk sahipleri böyle bol bol verirken, imkânları geniş olmayanlar da az da olsa verebilecekleri bir şey arıyorlardı. Bunlardan birisi de ensardan fakir bir Müslüman olan Ebû Akîl idi. Onun iki avuç hurmadan başka bir şeyi yoktu. Fakat, öyle de olsa adını “hayırda yarışanlar” arasında yazdırmalıydı; elindeki hurmanın bir avucunu ailesine ayırdı, diğerini de himmet mallarının içine kattı.14
Evet, Allah’ın rızasını kazanma çok hoş ufuktur; onu “i’lâ-yı kelimetullah” ile yakalama pek kutsal bir vazifedir ve o hususta rekabetsiz yarışma da çok güzel bir iştir. İnsan rızaya kilitlenirse, hasetten fersah fersah uzak durur, gıpta mülâhazalarından bütün bütün kaçınır. Kendi hakkında takdir edilenlerle yetinir ve içinde bulunduğu şartların izin verdiği ölçüde hayır yarışını sürdürür. Allah’ın rızasını hedefleyen samimi bir mü’min, ümniye ve kuruntuların adamı değildir; o “imkânım olsaydı, elimden gelseydi” bahanelerinin ardına sığınmaz; Allah ne kadar imkân vermişse, işte o kadarıyla, yapabileceği her şeyi yapar ve kendine bahşedilen nimetlerin şükrünü bu şekilde eda ederek sonraki ihsanlara davetiye çıkarır. Kendisi gıptadan uzak kaldığı gibi başkalarını gıptaya sevk etmekten de sakınır. Hedefinde sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızası olduğu için, gerekirse iki adım geriye gider; icap ederse bir adım öne çıkar. Yaptığı bir işi başkalarının desteğiyle meydana gelmiş ya da tamamen başkaları tarafından gerçekleştirilmiş gibi göstermek rıza-yı ilâhîye daha muvafık geliyorsa, bu defa meseleyi o şekilde ortaya koyar. Onun için sadece vazifenin gereğinin yapılması önemlidir; onu yapanın kim olduğu ise bahse değmeyecek kadar önemsizdir. Konuşulan hakikat olduktan sonra onu kim seslendirirse seslendirsin mühim değildir; hak ve hakikat muzaffer ise zaferi kazandıranlar arasında kendi adının anılıp anılmaması müsavîdir. Çünkü o, kaptanlığını Allah Resûlü’nün yaptığı bir gemide hizmetçidir; Resûlullah’ın gemisi Darüsselâm’a ulaştıktan sonra o gemide bulunan herkesin sahil-i selâmete çıkacağı da şüphe götürmez bir gerçektir.
İşte, bu mülâhazalara bağlı bir mü’minin haset, kıskançlık ve hatta gıpta ile alâkası olmayacaktır. O, riya ve süm’anın semtine de asla uğramayacaktır. Hayır yarışında önde yürürken, diğer insanların iyilik duygularını coşturmak için imkânları elverdiği ölçüde açıktan infakta bulunduğu anlar olduğu gibi; bir muhtaç gördüğünde gece gündüz demeden hemen onun ihtiyacını gidermeye koştuğu ve bunu yaparken de muhatabını minnet altında bırakmamak için kendini tanıtıp bildirmemeye özen gösterip gizliliği tercih ettiği zamanlar da olacaktır.
Verilen Söz Borçtur
Soru: “Bir sene boyunca şu kadar öğrenciye burs vereceğim, hayır yarışına şu kadar bir infakla dahil olacağım?” diyerek vaadde bulunan bir insanın zikrettiği o miktarı mutlaka infak etmesi gerekir mi? Yerine getirilmeyen vaadlerin hükmü nedir?
Cevap: Verilen sözde durma ve ahde vefalı davranma İslâm’ın en önemli esaslarından biridir. Cenâb-ı Hak, pek çok âyet-i kerimede vaade vefalı olmayı ilâhî bir ahlâk olarak anlatmakta ve “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Sözlerinizden elbette sorumlusunuz.”15 diyerek bizi de verdiğimiz sözlerin gereğini yapmaya çağırmaktadır.
Verilen sözden ve yapılan ahidden dönmek bir nifak alâmetidir. Buhârî ve Müslim gibi en sahih hadis kaynaklarında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, vaad edip söz verdiğinde sözünden döner ve kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder.” buyurmaktadır. Bazı rivayetlerde bunlara dördüncü bir madde daha eklenmekte ve “Kavga ettiğinde haktan sapar, düşmanlıkta aşırı gider.” denmektedir. Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) bir başka hadis-i şerifte de, “Vaad borçtur. Sözünde durmayana yazıklar olsun!”16 duyurarak vaade vefalı olmamız ikazında bulunmuştur.
Allah’ın rızasını kazanmak için, malının belli bir miktarını infak etme sözü veren insan, onu kendi nefsine vâcib kılmış sayılır ki, onun bu sözü bir yönüyle nezir (adak) kategorisinde değerlendirilir. Bir şeye nezreden insan, Allah ile bir nevi sözleşme yapmış olur. Dolayısıyla, nezrini îfa etmesi, yani, kendi nefsine vacip kıldığı şeyi yerine getirmesi onun için bir borçtur.
İslâm âlimleri, hem borçlunun zimmetinde bulunan mislî eşyayı, yani ölçü ve tartı ile belirlenip benzeri ile ödenebilen şeyleri, hem de bir insanın ödemeyi taahhüt ettiği miktarı “borç” tarifi içinde ele almışlardır. Dolayısıyla, “Şu zaman içinde şu kadar öğrenciye burs vereceğim, şu kadar infak edeceğim?” diyerek vaadde bulunan bir insanın zikrettiği o miktar, onun üzerine borç olur ve mutlaka o miktarı ödemesi gerekir.
Hadis-i şerifte, bir an önce borcunu ödeme imkânına sahip olduğu hâlde, borcu ödemeyip geciktirmenin zulüm olduğu belirtilmiştir. Borcunu hiç ödemeyen insana gelince; yine en güvenilir hadis kitaplarında, Resûlullah Efendimiz’in borçlu olarak ölen kimsenin cenaze namazını kılmadığı rivayet edilmektedir: Bir gün bir cenaze getirilir. Allah Resûlü “Onun borcu var mıydı?” diye sorar. “Evet iki dinar borcu vardı.” cevabını alınca, “Arkadaşınızın namazını siz kılınız.” buyurur. Bunun üzerine, Ebû Katâde Hazretleri, “O iki dinarı ben yükleniyorum.” der ve Peygamber Efendimiz ancak o zaman o adamın namazını kılar.17 İşte, tek başına şu hâdise bile bir borcu ödeme hususunda ne denli hassas davranılmasını gerektiğini gösteren çok önemli bir ikazdır.
Sahabe efendilerimiz borç karşısında bu hassasiyeti her zaman ortaya koymuşlardır. Meselâ, vefatına sebep olan hançer darbesini aldığı zaman Hazreti Ömer’in ilk söylediği sözlerden biri de “Bakın bakalım, malım borcumu ödemeye yetecek mi?” sözü olmuştur. “Şayet, yetmeyecekse Adiyyoğullarından, onlarda da yoksa Kureyş’ten alıp borcumu ödeyin!” vasiyetinde bulunmuştur.
Öyleyse, herkes vaadinin ardında durmalı, sözünü yerine getirmeli ve taahhütte bulunduğu miktarı mutlaka ödemelidir.
1 el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/189; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 20/259.
2 Buhârî, ilim 15, zekât 5, ahkâm 3, tevhîd 45; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 266-268.
3 Bediüzzaman, Lem’alar s.201 (Yirmi Birinci Lem’a, İkinci Düstur).
4 Bkz.: Buhârî, zekât 8; Müslim, zekât 63.
5 Mutaffifîn sûresi, 83/26.
6 Bediüzzaman, Lem’alar s.201 (Yirmi Birinci Lem’a, İkinci Düstur).
7 Bediüzzaman, Lem’alar s.197 (Yirminci Lem’a, Yedinci Sebep).
8 Mâide sûresi, 5/48.
9 Bkz.: el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/376; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/71.
10 Bakara sûresi, 2/274.
11 Bkz.: Tevbe sûresi, 9/103.
12 Buhârî, zekât 10; Müslim, zekât 72.
13 el-Bezzâr, el-Müsned 2/453; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 10/195.
14 Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (9) 11; Müslim, zekât 72.
15 İsrâ sûresi, 17/34.
16 Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.
17 Buhârî, havâlât 3, kefâlet 3; Nesâî, cenâiz 67; İbn Mâce, sadakât 9.