Ruhu Felç Eden Ölümcül Bir Âfet: Şöhret Düşkünlüğü

Soru: Dört bir yana açılan mefkûre muhacirlerinden bahsedildiği hemen her yerde genellikle ihbarî bir tarzda onların şöhretten, nâm u nişandan uzak durdukları/duracakları ifade ediliyor. Hâlihazırda böyle bir tehlike var gibi gözükmüyor. Bunu ileriye matuf bir tedbir ve ikaz olarak mı anlamak gerekir? Neler buyurursunuz.

Cevap: Büyüğüyle küçüğüyle, şöhret arzusunun, nâm u nişan düşüncesinin kalbî ve ruhî hayatımız için öldürücü bir mülahaza, katil bir virüs olduğu muhakkak. Öyle ki bu arzu ve tutku insanın Allah’la olan münasebetine engel olduğu hatta o münasebetin kesilip kopmasına sebebiyet verdiği gibi, kişiyi Allah’ın teyidinden de mahrum bırakır. O hâlde bu ölçüde tehlikeli bir virüsün gelip içimize sızmasına; sızıp bizi esir almasına fırsat verilmeden, daha baştan hıfzıssıhha düşüncesiyle ona karşı tedbir alınıp tahşidatta bulunulmalıdır.

Bulaşıcı Bir Hastalık ve Koruyucu Hekimlik

Eğer içimizde böyle bir temayül ortaya çıkmış veya bir arkadaşımızda böyle bir eğilim baş göstermişse, bu duygunun başkalarına da sirayet etmemesi, onların hislerinin de depreşmesine sebebiyet vermemesi için, vakit fevt etmeden hemen karantinalar oluşturulup yayılmasını önlemek gerekir. Çünkü mânevî hastalıklar maddî hastalıklardan daha tehlikelidir, daha hızlı bulaşır ve tedavisi de daha zordur. Bir kere makam, mansıp, şöhret gibi bir virüse yakalanan bir insanı geriye döndürmek oldukça zordur. Bu sebeple her zaman bu tür duygulara karşı teyakkuz içinde, hazır ve tetikte olunmalıdır. Yapabiliyorsak kendi mârifet gücümüzü bir bağışıklık ve mukavemet sistemi gibi kullanarak bu virüslere karşı sürekli anti-şöhret, anti-nâm ve anti-şan korları üreterek onları henüz menşeinde etkisiz hâle getirip kökünü kurutmamız gerekir.

Nefislerini Yerden Yere Vuran Devasa Kâmetler

İmam Rabbanî ve Bediüzzaman gibi büyük zatların hayatına baktığımızda, onların çok parlak, imrendirici, hayranlık uyandıran hizmetler sergiledikleri zamanlarda bile, birden bire kendilerini çok ağır bir şekilde, âdeta yerden yere vururcasına sorguladıklarını görürüz. Meselâ insaf sahibi her bir ferdin, Türkiye gibi bir ülkede, çok ağır şartlar altında, yeniden din âbidesini ikame ettiğine inandığı ve bu inancın sözlerle, mektuplarla kendisine ifade edildiği; zatına, eserlerine karşı büyük bir teveccühün yöneltildiği bir zamanda Hazreti Pîr; “Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma. إِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyit ve takviye eder.’1 sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.”2 demiştir. Hâlbuki o dönemde Hazreti Üstad’ın neşrettiği nur sadece Türkiye ile sınırlı kalmamış, anilmerkez kaynaklı bu güzellik dalgalanması dünyanın dört bir yanında intişar etmiş; kısa bir müddet içerisinde Medine-i Münevvere’de, Mısır ve Pakistan gibi ülkelerde hüsnükabul görmüştür. Uzun süre Bağdat’ta bulunan Ahmet Ramazan Ağabey, Bağdat’tan değişik yerlere bin kadar mektup gönderilmesine vesile olduğunu söylemişti. Muhabere ve muvasala imkânlarının oldukça sınırlı olduğu böyle bir dönemde Üstad Hazretleri’nin etrafındaki beş-on insanla ümit vaadeden her yere mutlaka el uzatmaya çalıştığı ve o cüz’i imkânlarla âdeta dünya ile oynadığı görülür. Ve onun bu gayretleri ciddi mânâda bir hüsnükabul ve teveccüh de görmüştür. Fakat o, bütün bunlar karşısında kendini mazhar bile değil, sadece güzelliklerin kendisine uğrayıp geçtiği bir memerr olarak görmektedir. Böylece o, meydana gelen güzelliklerle kendisinin aslî olarak hiçbir irtibatının, hiçbir nispetinin olmadığını dile getirmiş ve muhtemel beğenilme, takdir edilme, tanınıp bilinme gibi duygulara karşı hariçte setler oluşturmuş, onlar henüz iç dünyasına adımını atmadan tahşidatta bulunmuş, tedbirini almış ve o virüslerin gelip içine sızmasına meydan vermemiştir. Meseleyi bir espri içinde ele alacak olursak, sanki Üstad Hazretleri’nin bu durumu virüslerin bile canına tak dedirtmiş ve onları, “Biz bu adamı tahrik ettikçe onun mukavemet sistemini daha bir güçlendirip daha bir kuvvetlendiriyoruz. Biz ona bazı şeyler kabul ettirmek istedikçe, o, kendini, değil düz bir insan, racül-i fâcir yerine koyuyor; mazhar bir yana memerr olarak görüyor. İyisi mi biz onunla hiç uğraşmayalım daha iyi!” demek zorunda bırakmıştır.

Esasen aynı durumu, bütün büyüklerin ahval ve etvarında görebiliriz. Meselâ, esrar-ı ulûhiyet ve esrar-ı rububiyet gibi derin meseleler hakkında çok rahat konuşan, bu ulvî hakikatlerin gönüllerde duyulup hissedilmesi adına peygamberane bir azim ve ceht ortaya koyan ve netice itibarıyla bizim derinliğini takdirden aciz kaldığımız İmam Rabbanî, mürşidi Muhammed Bakîbillâh Hazretleri’ne yazdığı bir arîzasında kendisinden sâdır olan bütün hayırlı işlerde nefsini itham ettiğini, herkesi kendinden üstün kendisini ise insanların en şerlisi olarak gördüğünü ve amel defterinin hayırlı ef’âl açısından bomboş olduğunu ifade eder. Demek ki bu büyük insanlar gurura, kibre, içten içe kendini beğenmeye giden yolları ta baştan kapatmış, bariyerler koymuş ve bu istikamette nefislerini yerden yere vurmuşlardır. Tabiî bunun neticesinde, kendilerine gösterilen hürmet, iltifat ve takdirlerden hoşlanmak bir yana, arzulamadıkları, beklenti içinde olmadıkları böyle bir muameleye maruz kalınca tepeden tırnağa terleyecek ölçüde ciddi mânâda rahatsızlık duyacak hâle gelmişlerdir.

Şöhret Bağımlıları – Alkış Dilencileri

İşte biz de, iç âlemimizde şöhretperestlik hesabına harekete geçen en ufak bir kıpırdanma karşısında hemen teyakkuza geçmeli, kendimizi yerden yere vurmalı, sürekli nefsimizle yaka paça olmalı ve böylece o öldüren virüslere karşı kalbimizin kapılarını bütünüyle kapalı tutmalıyız. Çünkü başta da ifade edildiği gibi, insan bir kere şöhret, nâm u nişan, hubb u câh deryasına açılınca, onun geriye dönmesi bir hayli zordur. Meseleyi Cevdet ismindeki şair bir arkadaşımın aklımda kalan bir mısraıyla ifade edeyim: “İsyan deryasına yelken açmışam / Kenara çıkmaya koymuyor beni.” Evet, bir kere o gaflet deryasına açılır, şov türünden hâdiselerin arkasına takılır, iltifattan zevk almaya, takdir u tebcillerden lezzet duymaya başlarsanız, zamanla yapacağınız her işte takdir beklentisine girer, iltifat intizarında bulunur, alkış dilencisi hâline gelirsiniz. Şöhret tiryakisi olmuş böyle birini harekete geçirebilmek, bir iş yapmasını sağlamak için ise mutlaka her seferinde ona bir şeyler vermek gerekecektir. Tabiî zamanla, yapılan iltifatlar, takdir u tebciller ona kâfi gelmeyecek, onlarla tatmin olmayacaktır. Uyuşturucu müptelası bir zavallının, uyuşturucuya olan bağımlılığının gittikçe artması ve aldığı o zehrin dozunu her seferinde sürekli biraz daha artırması gibi, şöhret düşkünü bir nefis de hep daha fazlasını, daha fazlasını talep edecektir. Meselâ ona; “sen şöyle kıymetli bir insansın, azizsin, rehbersin, pîr-i mugânsın, canımsın, cananımsın, sultanımsın, efendimsin, şem’-i tâbânım, ziya-i himmetimsin” türünden sözler söyleseniz bile, onun o doyma bilmez iltifat tiryakiliği, şöhret bağımlılığı bunları dahi yeterli görmeyecektir. Bu hâle gelmiş bir insan, artık korkunç bir derde müptela olmuş hasta bir ruhtur. Onu tedavi etmek de bir hayli zordur. Çünkü şöhret tutkusu başını döndürmüş, bakışını bulandırmış, aklını başından almıştır. Bu sebeple, böyle bir şahsın kurtuluşu, tabir caizse gaybî bir inayet eline kalmıştır. İşte bütün bunlardan dolayı diyoruz ki, bu büyük âfetin önünü daha baştan kesmeli, ölümcül virüslere karşı kendi düşünce dünyamızı daha baştan karantinaya almalıyız.

Meselâ, yaptığınız bir konuşma, yazdığınız bir yazı, ortaya koyduğunuz bir eser çok ciddi takdir görüp teveccüh ve beğeniye mazhar olabilir. İşte bu durum karşısında size düşen, koruyucu hekimlik anlayışıyla hemen kendinizle yüzleşip bir kenara çekilmeniz ve bütün o güzelliklerin arkasındaki hakikî maliki, o Zât-ı Ecell-i A’la’yı görüp göstermenizdir. Yoksa o takdir ve teveccüh, o alkış ve şöhret seylapları önünde kütük gibi sürüklenip gitme ihtimali vardır.

Soru: Bir arkadaşımızın hâl ve hareketlerinde, şöhret gibi bulaşıcı bir hastalığın emarelerini gördüğümüzde ona karşı muamele tarzımız nasıl olmalıdır?

Cevap: Öncelikle temel bir düsturumuz olan “nefsimizin savcısı, başkasının avukatı olma” disiplinini hatırdan çıkarmamamız gerekir. Yani içimizde en ufak bir görünüp bilinme arzu ve temayülü karşısında hemen harekete geçmeli, tevsi-i tahkikatta bulunmalı ve gereğini yapmalıyız. Ancak başkalarının tavır ve davranışlarını tecessüs etme, süzüp değerlendirme gibi bir vazifemizin olmadığını da unutmamalıyız. Evet, başkaları hakkında suç dosyaları oluşturmak bize ait bir iş değildir. Biz, yanımızda yerden yere vurulan, hakkında suizan edilen ve hatta yüz tane suçuna rastladığımız kimselerle karşılaştığımızda dahi bunların hepsini unutmuş olarak onlarla münasebetimizi sürdürürüz/sürdürmemiz gerekir. Ancak her ne kadar genel üslûbumuz itibarıyla, başkaları hakkında tecessüste bulunma ve bir savcı gibi davranma vazifemiz olmasa da, eğer bir arkadaşımızın şöyle böyle vücudunda bir sivilce çıkmış veya çiçek ya da kızamık gibi bir rahatsızlığa maruz kalmışsa, yani rahatsızlığı her hâlinden görünüyorsa, böyle bir insanın tedaviye ihtiyacı olduğunu da göz ardı edemeyiz. Bu durum karşısında eğer söylediklerimizin müessir olabileceği ve o kardeşimizin maruz kaldığı hastalıktan sıyrılmasına bir vesile teşkil edeceğini düşünüyorsak uygun bir üslupla ona yardımcı olmaya çalışırız. Şayet bizim ikazda bulunmamıza, bu durumla ilgilenmemize tepkisi olacaksa, o zaman da başkasını devreye sokar ve iyileşmesi adına ne söylenmesi gerekiyorsa onları bir başkası vasıtasıyla ifade etme gayretinde bulunuruz. Çünkü bazen bize karşı bir hazımsızlık hissi varsa, diyeceğimiz çok güzel şeyler bile reaksiyona sebebiyet verebilir ve karşı tarafta temerrüt duygusunu tetikler. Dolayısıyla böyle nazik bir konuda bir insanı fasit bir daire içine veya yanlış bir kulvara itmeme adına ille de ben söyleyeceğim dememeli, Üstad Hazretleri’nin İhlâs Risalesi’nde ifade buyurduğu gibi, başkasına söyletmek hoşumuza gitmelidir.3 Eğer önemli olan husus, hastalık sahibinin maruz kaldığı problemden sıyrılıp kurtulmasıysa, o zaman kime karşı tepki olmayacaksa o konuşturulmalıdır.

Bu konuda dikkat edilecek önemli diğer bir husus da, samimi olduğumuz yakın arkadaşlarımızdan bir-iki insanla eğri büğrü, yamuk yumuk hâlimizi onların tembihiyle görme adına karşılıklı bir akitte bulunmamızdır. Yani bu kişilerle aramızda öyle bir kardeşlik tesis edeceğiz ki, Kur’ân ve Sünnet zaviyesinden gördükleri eksiklerimizi, eğri büğrü yanlarımızı rahatlıkla bize söyleyip ikazda bulunabilecekler. Meselâ namaz, bir mü’minin hayatındaki en ehemmiyetli, en ciddi bir iştir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan buyuruyor ki: قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ ۝ اَلَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ “Şüphesiz, namazı huşû içinde eda edenler kurtuldu.”4 Her şeyden mefhûm-u muhalif çıkarmak doğru olmasa da –zira onun kendine göre bir kısım şartları ve kaideleri vardır– bu âyetin mefhûm-u muhalifi alınacak olursa şunu söyleyebiliriz: Namazını hudû ve huşû ile, kalb havasının esinti ve feveranlarına, kalbde oluşan heyecanlara göre eda etmeyenler kurtulamazlar. Evet, namaz derin bir konsantre ile kulluğa kilitlenmeyi, iç-dış bütünlüğüyle Allah’a teveccühte bulunmayı ve onun her bir rüknünü eda ederken saniye ve saliseleri vicdanında duyarak, yaşayarak ikame etmeyi iktiza eder. Yani namaz insanın kalb, vicdan ve hisleriyle onunla bütünleşmesini gerektirir. Bu yönüyle namazın gaflete tahammülü yoktur. İşte benim mukavelede bulunduğum, sözleştiğim arkadaşım, namazımı bu derinlikleriyle ikame etmediğimi gördüğünde beni uyarmalı ve “Allah aşkına senin konumunda bulunan bir insanın namazı böyle mi olmalı! Millet sizin gibi insanların namazına bakıp ona göre hareket ediyor. Eğer insanlar sizin bu namazınıza bakıp “Namaz böyle de kılınırmış?” der ve namazlarını verip veriştirirlerse, ötede hâlimiz nice olur!” demelidir.

Bu arada şunu da ifade edeyim ki, bir mukavele yapmış, birbirimize söz vermiş olsak da, yine de ikaz ve tembihte bulunurken denge çok iyi korunmalı, hissiyat tahrik edilip tepkiye sebebiyet verecek davranışlara girilmemelidir. Çünkü insan tabiatında, yanlışlarının söylenmesine karşı bir tepki hissi vardır. Bu sebeple yapılacak tembihler yumuşak söz, yumuşak üslup ve yumuşak bir eda ile yapılmalıdır.

Hâsılı, nam, nişan, şöhret, unvan, paye, makam, mansıp vs. bunların hepsi öldürücü birer tehlikeli virüstür. AIDS’ten daha tehlikeli olan bu hastalıklar, günümüzde salgın hastalık gibi yayılmıştır. AIDS sadece insanın cismaniyetine karşı bir tehlike oluşturmasına mukabil bunlar insanın ruhî ve kalbî hayatına karşı birer tehdit unsurudur. Eğer vefa ve şefkat hissimiz varsa ne pahasına olursa olsun bu tür virüslere maruz kalmış insanların elinden tutup onları kurtarma gayreti mü’min olmamızın bir gereğidir.

1 Buhâri, cihad 182; Abdurrezzak, el-Musannef 5/270.

2 Bediüzzaman, Sözler s.515 (Yirmi Altıncı Söz, Dördüncü Mebhas).

3 Bediüzzaman, Lem’alar s.203 (Yirmi Birinci Lem’a, Üçüncü Düstur).

4 Mü’minûn sûresi, 23/1-2.

-+=
Scroll to Top