RUHUMUZUN HEYKELİNİ İKAME EDERKEN

Daha önce, icmâlen yeryüzü mirasçılarının vasıflarına işa­ret etmiştik. Şimdi o hususları biraz daha açarak netleştirmek istiyoruz. Mirasçının birinci vasfı, kâmil imandır. Kur’ân; in­sa­nın yaratılış gayesini marifet ufku, muhabbet ruhu, aşk u şevk buudu ve ruhanî hazlar televvünleriyle “iman-ı billah” olarak tespit eder. İnsan, yerinde kendi özünden varlığın derinliklerine yollar vurarak, yerinde varlıktan değişik kesitler alıp özünde değerlendirerek iman ve düşünce dünyasını inşâ etmekle sorumlu tutulmuştur. Bu, aynı zamanda onun ruhun­da meknî bulunan insanlık gerçeğinin ortaya çıkması demektir. Evet insan, ancak imanın aydınlığında, özünü, özündeki derinlikleri, varlığın hedef ve gayelerini sezip kâinat ve hâdiselerin iç yüzüne, eşyanın perde arkasına muttali olabilir; muttali olup varlığı kendi buudlarıyla kavrayabilir. İnançsızlık tıkalı ve boğucu bir sistemdir. İnançsızın nazarında varlık bir kaosla başlamış, rastlantıların ürperten belirsizlikleri içinde gelişmiş ve süratle de dehşet veren bir sona doğru kaymaktadır. Bu sallana ve yuvarlana gidiş içinde, ne ruha inşirah veren Rahmânî bir nefha ne de bizi insanî emellerimizle kucaklayacak emniyet esintili küçük bir yer hatta ayağımızı basacak kadar bir zemin vardır.

Menşeini, hareket çizgisini, nereye ve neye yönlendirildiğini, vazife ve sorumluluklarını sezebilen iman insanı ise, her şeyi apaydın görür; ayağını basacağı yere endişesiz basar, tevcih edildiği hedefe korkusuzca ve güvenle yürür.. yürürken de varlığı ve varlığın perde arkasını elli bin defa kurcalar; elli bin defa eşya ve hâdiseleri imbikten geçirir; her kapıyı zorlar, her nesneyle münasebet yollarını araştırır.. bildiklerinin, bulduklarının yetmediği yerlerde, o güne kadar kendisinin veya başkalarının gerçekleştirdiği tespitlerin çehresinde görüp-duyduğu hakikatlerle yetinir ve yoluna devam eder.

Bu ölçüler içinde bir iman seyyahı, çok önemli bir güç kaynağı keşfetmiş sayılır. Evet, “Lâ havle velâ kuvvete illâ bil­lâh” ile remzedilen ötelere ait bu cephane ve hazine öylesine önemli bir kuvvet kaynağıdır ki, bu kuvvet kaynağı ve bu ışığı elde eden insanın artık başka güç kaynağına ihtiyaç hissetmesi söz konusu değildir. O, hep O’nu görür, O’nu bilir; O’nun maiyyetine koşar, hayatını O’na yönelik yaşar; mârifet ve itimadının derinliği ölçüsünde bütün dünyevî güçlere meydan okuyabilir ve her şeyin üstesinden gelebileceği ümidiyle en olumsuz durumlarda bile şevkle yaşar bedbinlik ve karamsarlığa düşmez.

Bu husus, başta Risale-i Nur Külliyatı olmak üzere dünya kadar esere mevzu teşkil ettiğinden şimdilik onlara havale edip geçiyorum.

Mirasçının ikinci vasfı, yeniden dirilişin en önemli iksiri sayılan aşktır. Gönlünü Allah’a iman ve O’nun mârifetiyle onarmış, donatmış bir insan, derecesine göre bütün insanlara, hatta bütün varlığa karşı derin bir muhabbet ve engin bir aşk duyar; duyar da bütün ömrünü, topyekün varlığı kucaklayan aşkların, vecdlerin, cezbelerin, incizapların ve ruhanî zevklerin gel-gitleri arasında yaşar. Her dönemde olduğu gibi, günümüzde de bir ulu dirilişi gerçekleştirmek için, yepyeni bir anlayışla, gönüllerin aşkla coşup, şevkle köpürmesine ihtiyaç var. Zira aşk olmadan, neticesi itibarıyla kalıcı hiçbir hamle ve hareketi gerçekleştirmek mümkün değildir. Hele bu hamle ve bu hareket ukbâ ve öteler buudlu ise.. Allah karşısında var eden ve var olan münasebetler içinde yerimizi belirlemek.. varlığımız, O’nun varlığının, ziyasının gölgesi olması itibarıyla yaratılmış olmanın hazlarını duymak.. O’nun hoşnutluğunu yaratılışın gayesi kabul edip, hep onu avlamaya çalışmak çerçevesiyle sunacağımız ilâhî aşk, sınırsız ve sırlı bir güç kaynağıdır. Yeryüzü mirasçıları bu kaynağı ihmal etmemeli, onu köpürte köpürte yaşamalıdırlar. Batı, aşkı, madde televvünlü buudlarıyla filozofların arkasında felsefenin sisli-dumanlı ikliminde tanıdı; tattı ve yol boyu şüphe ve tereddütler yaşadı. Biz varlığa, varlığın kaynağına, Kitap ve Sünnet adesesiyle bakacak, Yaratan’a karşı gönüllerimizde tutuşturduğumuz sevgiyi, aşk u hummayı, O’ndan ötürü, bütün varlığa karşı duyduğumuz alâkayı bu iki kaynağın dengeleyici prensiplerine ve metafiziğe açık enginliklerine sığınarak gerçekleştireceğiz. Zira insanın menşei, kâinattaki yeri, var olmasının hedefi, takip edeceği yol ve bu yolun sonu, bu iki kaynakta, insan düşüncesi, insan hissi, insan şuuru ve insan beklentileriyle o denli uyum içindedir ki onu hissedip de hayret etmemek ve hayranlık duymamak mümkün değildir. Bu iki ak kaynak, gönül erleri için birer aşk u şevk fevvâresi, birer cezb u incizap madenidir. Onlara duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle müracaat edenler boş dönmez, onlara sığınanlar da ebedî ölmez. Elverir ki, sığınanlar, bir Gazzâlî, bir İmam Rabbânî, bir Şah Veli, bir Bediüzzaman derinlik ve samimiyetiyle sığınsın; bir Mevlâna, bir Şeyh Gâlip, bir Mehmed Âkif heyecanıyla yaklaşsın; bir Halid, bir Ukbe, bir Selahaddin, bir Fatih ve bir Yavuz iman ve aksiyonuyla yönelsin.. evet, bunların o köpük köpük bütün zamanları ve mekânları saran aşk u şevkini, çağımızın usûl, üslûp ve metodlarıyla harman yaparak, Kur’ân’ın devirleri aşan ve eskimeyen ruhuna, dolayısıyla da evrensel bir metafiziğe ulaşmak bizim ikinci adımımızı teşkil edecektir.

Mirasçının üçüncü vasfı; akıl, mantık ve şuur üçlüsüyle ilme yönelmek olacaktır. İnsanlığın, bir kısım karanlık faraziyeler arkasında sürüklendiği bir dönemde insanlardaki genel temayüle de bir cevap teşkil edecek olan bu yöneliş, topyekün beşerin kurtuluşu adına ehemmiyetli bir adım olacaktır. Evet, Bediüzzaman’ın da işaret ettikleri gibi: İnsanlık ahir zamanda her şeyiyle ilme ve fenne yönelecek.. o bütün kuvvetini ilimden alacak.. hüküm ve kuvvet bir kere daha ilmin eline geçecek.. ve ilimlerin geniş kitlelere kabul ettirilmesinde fesâhat, belâgat ve ifade üstünlüğü de herkesin alâka duyduğu bir mevzu hâline gelecek.. yani yeniden bir ilim ve beyan devri yaşanacak. Zaten, çevremizi saran vehimlerin sisli-dumanlı atmosferinden sıyrılıp gerçeklere ve Gerçekler Gerçeği’ne ulaşabilmemiz için de başka yol yok. Evet, son birkaç asırlık boşluğu aşmamız, mârifette doygunluğa ulaşmamız; yıllar ve yıllar boyu yaşadığımız ezikliğin şuuraltı tahribini onararak bir kere daha kendi kendimizi ispat etmemiz, ilmin, İslâmî düşünce menşûrundan geçirilerek temsil ve ifade edilmesine bağlıdır. Yakın tarihimiz itibarıyla bizde bazen yönü ve hedefi belirlenmediği, bazen de ilim bilime, bilim de felsefeye karıştırıldığı için ilmî düşüncede ciddî kargaşalar yaşandı ve ilim adamları da tamiri zor itibar kaybına uğradılar. Ülkemizde yaşanan bu boşluk yabancıların işine yaradı; memleketimizin hemen her köşesinde harıl harıl mektepler açtılar ve bu eğitim yuvaları vasıtasıyla nesillerimize yabancılık aşıladılar. Bizden bir kesim de, en istidatlı vatan evlatlarını, hatta el-ayak öperek bu okullara yerleştirdi ve bu yabancılaşmayı biraz daha hızlandırdı. Belli bir süre sonra, bu toy ve aldatılmış nesillerde “Ne din kaldı, ne iman; din harap, iman da türâp olup” gitti.. gitti ve milletçe, hem düşüncede hem tasavvurda hem sanatta hem de hayatta benlik müptezelliğine maruz kaldık. Niye olmasın ki; hiçbir endişeye kapılmadan genç dimağları emanet ettiğimiz bu mekteplerde, bilâ istisna, Amerikan kültürü, Fransız ahlâkı, İngiliz görenek ve gelenekleri her zaman ilmin ve ilmî düşüncenin önünde oldu. Bu itibarla da gençlerimiz içinde bulundukları çağı ilmiyle, tekniğiyle, teknolojisiyle yakalayacaklarına, değişik kamplara ayrılarak Marksçılık, Durkheimcilik, Lenincilik, Maoculuk oyunu oynamaya başladılar. Kimi komünizm ve proletarya diktatörlüğü rüyalarıyla avundu.. kimi gidip Freud kompleksine saplandı.. kimi aklını varoluşçuluğa kaptırarak Sartre’e takıldı.. kimi Marcus deyip salya attı.. kimi de ömrünü Camus’un hezeyanları arkasında geçirmeye durdu… Evet, bu ülkede bunların hemen hepsi yaşandı ve bu işin dâyeliğini de sözüm ona ilim yuvaları yüklendi. Bu buhranlar döneminde bir kısım kara ses ve kara ağızlar, durmadan dini, dindarı karalıyor ve sürekli batı menşe’li çılgınlıkları nazara veriyorlardı. Elbette ki, bizim o dönemi ve o dönemin ucuz piyonlarını unutmamız mümkün değildir. Ülkemiz ve insanımıza rağmen bu zemini hazırlayanlar, mâşerî vicdanda ilelebet tarihî suçlular olarak yâd edileceklerdir.

Şimdi biz, içlerimizde bulantı, gönüllerimizde sızı bu karanlık dönemi ve o günün serkârlarını kendi mesâvileriyle baş başa bırakarak, geleceğimizi inşâ edecek düşünce işçilerinden bahsetmek istiyoruz.

Evet, gençlerimize aşılayacağımız ilmî düşünce sayesinde, batıdan asırlar ve asırlar önce de gerçekleştirdiğimiz gibi, onların ilimle, fikirle kaynaşıp bütünleşmesini sağlayıp mutlaka kendi yenilenmemizi (Rönesans) tahakkuk ettirmeliyiz. Mâşerî vicdanda duyulan mâkûs mukadderâtın ızdırabı, yıllar ve yıllar boyu maruz kaldığımız vesayet hayatının hâsıl ettiği hafakanlar, birkaç asırlık istismarın insanımızda meydana getirdiği reaksiyon, şimdiler itibarıyla bizde yeniden Âdem nebinin feryatlarına, Yunus peygamberin sızlanışlarına, Eyyûb aleyhisselâmın iniltilerine denk âh u efgâna vesile olmuştur. Hatta şu anda, bu duygu ve bu düşüncenin iticiliği ve tarihî tecrübelerin kılavuzluğuyla mesafelerin büzülmeye başladığını ve varılacak noktaya birkaç adım kaldığını hisseder gibiyiz.

Mirasçının dördüncü vasfı; onun, kâinat, insan ve hayat mülâhazalarını bir kere daha gözden geçirip yanlış ve doğrularını kritik etmesidir. Bu hususta şunları zikredebiliriz:

1. Kâinat, sık sık müracaat edilmek üzere Allah tarafından gözler önüne serilmiş bir kitap; insan, varlığın derinliklerini rasat etmeye açık bir menşûr ve bütün dünyaların şeffaf bir fihristi; hayat da bu kitap ve bu fihristten süzülen, süzülüp ilâhî beyanla yankılanan mânâların temessülüdür. Eğer kâinat, insan ve hayat televvünleri itibarıyla farklı fakat aynı hakikatin değişik yüzleri ise –ki öyledir– bunları birbirinden ayırmak, hakikatin ahengini bozacağından varlığa da insana da haksızlık ve saygısızlık demektir.

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatından gelen beyanını okuyup, anlayıp, itaat ve inkıyatta bulunmak bir vecibe olduğu gibi, ilmiyle planlayıp, kudret ve meşîetiyle de var edip ortaya koyduğu topyekün eşya ve hâdiselerde tanınıp anlaşılması, anlaşılıp mutabakat yollarının tespit edilmesi vazgeçilmesi imkânsız bir esastır. Evet, O’nun kelâm sıfatından gelen Fur­kân-ı Azî­müş­şân, bütün varlığın ruhu, dünya ve ukbâ saadetinin biricik kaynağı; kâinat kitabı da bu gerçeğin cesedi, temsili ve hâvi bulunduğu değişik ilim dalları itibarıyla, dünya hayatının doğrudan doğruya, ukbâ hayatının da dolayısıyla çok önemli bir dinamiğidir. Bu itibarla, her iki kitabın da iyi anlaşılıp pratiğe dönüştürülmesinin, sonra da bütün bir hayatın onların üzerinde örgülenmesinin mükâfatı; onları ihmal etmenin, görmemezlikten gelmenin, hatta uygun şekilde yorumlayamamanın ve hayata geçirememenin de cezası söz konusudur.

2. Gerçek insanî derinliklerin, duygu, düşünce ve karakterde aranması lâzım geldiği gibi onun Hakk’ın nazarında ve halkın yanındaki itibarı da yine bu hususlarda aranmalıdır. Üstün insanî vasıflar, duygu, düşünce derinliği ve karakter sağlamlığı hemen her yerde geçerli bir kredi kartı mesabesindedir. İman ve iz’anına kâfirce vasıf ve düşünceler bulaştıran, karakteriyle de çevresinde her zaman endişe ve kuşku uyaran insan, hiçbir zaman Hakk’ın teyit ve inayetine mazhar olamayacağı gibi, halk nezdindeki itibar ve güvenilirliğini de koruması mümkün değildir. Zira Hak da, halk da insanları, insanî vasıfları, üstün karakterleriyle değerlendirir ve ona göre mükâfatlandırırlar. Bu itibarla da, insanî değerler itibarıyla fakir, karakterleriyle de zayıf kimseler, çok iyi birer mü’min görünümünde olsalar da, büyük başarılar elde etmeleri ve elde ettikleri başarıları koruyabilmeleri; aksine iyi bir Müslü­man görünümünde olmadığı hâlde sağlam karakteri ve üstün insanî vasıfları itibarıyla birkaç kadem ileride olanların da bütün bütün başarısız kalmaları mümkün değildir. Evet, Hakk’ın takdir ve mükâfatı sıfatlara göre olduğu gibi, insanların hüsnükabulü de bir ölçüde yine buna bağlıdır.

3. Meşru ve hak olan bir hedefe ulaşmanın vasıtaları da yine hak ve meşru olmalıdır. Evet, İslâmî çizgide olanlar için her işte gaye-i hayalin meşru olması bir hak, o hakka ulaşmada başvurulacak vesilelerin meşruiyeti de bir vecibedir. Hak rızası ve Hakk’a vuslat, ihlâs ve samimiyet olmadan elde edilemeyeceği gibi, İslâm’a hizmet ve Müslümanları gerçek hedeflerine yönlendirmek de kat’iyen şeytanî yollarla gerçekleşemez. Hatta bazen bunun aksi mümkün görülse de, bâtıl yollarda itibarını tüketerek Hakk’ın iltifatını ve halkın teveccühünü yitirmiş kimselerin, uzun süre başarılı olmaları kat’iyen düşünülemez.

Mirasçının beşinci vasfı; onun hür düşünebilmesi ve düşünce hürriyetine saygılı olması şeklinde hulâsa edilebilir. Hür olabilme, hürriyeti duyabilme insan iradesinin önemli bir derinliği ve benlik sırlarına açılmanın da sihirli kapısıdır. O derinliğe açılamayan ve o kapıdan içeriye giremeyene insan demek oldukça zordur. Yıllar ve yıllar var ki bizler, hem içten hem de dıştan korkunç bir esaret cenderesi içinde kıvranıp duruyoruz. Duygu ve düşüncelerimize çeşit çeşit baskıların yapıldığı esaret cenderesi içinde.. okumanın, düşünmenin, hissetmenin ve yaşamanın tahdit edildiği böyle bir ortamda yenileşme ve gelişme bir yana, insanın insanî melekeleriyle kalabilmesi bile mümkün değildir.

Evet, böyle bir zeminde, tecdit ruhuyla şahlanmış gözü sonsuzluklarda büyük insanların yetiştirilmesi şöyle dursun, saf ve düz insan seviyesinin korunabilmesi bile çok zor olsa gerek. Böyle bir vasatta olsa olsa, şahsiyet kaymasına uğramış zayıf karakterler, sünepe ruhlar ve duygularıyla mefluç insanlar bulunur. Yakın tarihimiz itibarıyla, hem yuvanın hem sokağın hem eğitim müesseselerinin hem de sanat çevrelerinin ruhlarımıza pompaladığı çarpık düşünceler, sakat kriterler, maddeden ruha, fizikten metafiziğe her şeyimizi altüst etti. Bu dönem itibarıyla, düşüneyim derken saplantılarımızı ortaya koyuyor, her şeyi benlik yörüngeli planlıyor, inanç ve anlayışlarımızın yanında başka inanç ve anlayışların da olabileceğini hiç mi hiç hesaba katmıyor; fırsat buldukça sık sık kuvvete başvuruyor, kuvvete başvurarak hakkın da iradenin de, hür düşüncenin de ağzının payını veriyor ve gelip gelip başkalarının tepesine biniyorduk. Ne acıdır ki şu anda bile bunların olmadığını ve olamayacağını söylemek mümkün değildir. Oysaki milletçe yenilenmeye doğru yürürken, bir taraftan bin yıllık tarihî dinamikleri gözden bir kez daha geçirmemiz, diğer taraftan yüz elli senelik çeşitli “değişim” ve “dönüşümler”i sorgulamamız şarttır. Şarttır, zira günümüzde hükümler ve kararlar bir kısım tabulara göre verilmektedir. Böyle belli düşünceler altında verilen kararlar ise malûldür.. velûd olamaz.. ve hele beklenilen aydınlık bir dönemi hazırlayamaz. Hâlihazırdaki anlayışa göre hazırlansa hazırlansa, ihtirasların öldürücü ağında yığınlar arası çatışmalar, partiler arası boğuşmalar, milletler arası kavgalar ve kuvvetler arası müsademeler hazırlanır. Bugün bir kesimin diğeriyle vuruşması bundan, farklılıkların kavgaya dönüşmesi bundan ve bir türlü aşılamayan yeryüzü vahşeti de yine bundandır. İnsanlar bu kadar bencil, bu kadar muhteris, bu kadar acımasız olmasalardı ihtimal dünya şimdikinden bir hayli farklı bir görünüm arz edecekti.

Öyleyse, bugün farklı dünyalara doğru yürürken hem başkalarına karşı olan tavırlarımızda, hem kendi benlik ve hırslarımız açısından biraz daha hür düşünceli ve hür iradeli olmalıyız.. evet, bugün her şeyden ziyade hür düşünceyi kucaklayabilen, ilme ve ilmî araştırmalara açık olabilen, kâinattan hayata uzanan çizgide Kur’ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı sezebilen engin sinelere ihtiyaç var. Bunu da şimdilerde ancak dehâ misyonunu yüklenen bir cemaat yapabilir. Vâkıa eskiden bu büyük işler ferdî dehâlarla temsil ediliyordu.. ne var ki, her şeyin olabildiğince teferruata açıldığı ve ferd-i ferîdlerin dahi altından kalkamayacağı bir hâl aldığı günümüzde, artık dehânın yerini de şahs-ı mânevî, meşveret ve kolektif şuur almıştır ki, bu da yeryüzü mirasçılarının altıncı adımının hulâsasıdır.

Yakın tarihimiz itibarıyla, böyle bir anlayışın İslâmî topluma mâl edilemediği bir gerçek.. zaten mektebin bir kısım dogmaları heceleyip durduğu, medresenin hayata kenarından köşesinden baktığı, tekyenin bütün bütün gidip metafiziğe gömüldüğü, kışlanın sadece kuvvetle gerinip, kuvvetle gürlediği bir dönemde bunların hayata mâl edilmesi de mümkün değildi.

Evet bu dönemde mektep bütünüyle skolastik düşüncenin tesirinde kaldı ve hep onu solukladı; medrese, ilme ve düşünceye kapalı, inşâ gücünden mahrum âdeta bir mefluç gibi yaşadı.. tekye-zaviye aşk u şevkin yerine menkıbelerle teselli olmaya başladı.. kuvveti temsil edenler de sık sık unutuldukları mülâhazasıyla kendilerini hatırlatma ve ispat etme kompleksine kapıldı; derken her şey altüst oldu ve millet ağacı devrilecek şekilde temelinden sarsıldı. Öyle anlaşılıyor ki kaderin, yollarına su serptiği bahtiyarlar bu dinamikleri yerli yerinde kullanacakları, kalb ve kafa arasındaki tıkanıklıkları açıp insan enfüsünde ilham ve düşünce koridorları meydana getirecekleri güne kadar da bu sarsıntılar yaşanacak.

Mirasçının yedinci vasfı; riyâzî düşüncedir. Bir dönemde Asya’daki ilkler daha sonra da batı, Rönesansını riyâzî kanunlarla düşünme sayesinde gerçekleştirdi. İnsanlık, tarihi boyu pek çok belirsiz ve karanlık şeyleri sayıların sırlı dünyasında keşfedip ortaya çıkarmıştır. Hurûfîlerin ifratkâr davranışları bir yana, matematik olmayınca ne eşyanın ne de insanın birbirleriyle münasebetlerini anlamak mümkün değildir. O, kâinattan hayata uzanan çizgide bir ışık kaynağı gibi yollarımızı aydınlatır, bize insan ufkunun ötelerini, hatta düşünülmesi taşınılması çok zor imkân âleminin derinliklerini gösterir ve bizi ideallerimizle buluşturur.

Ne var ki, riyâzî olmak, matematikle alâkalı şeyleri bilmek değildir; o, matematiği kanunlarıyla düşünmek, insan düşüncesinden varlığın derinliklerine uzayan yolda sürekli onunla beraber olmaktır. Fizikten metafiziğe, maddeden enerjiye, cesetten ruha, hukuktan tasavvufa hep onunla beraber olmak. Evet, varlığı tam kavrayabilmek için hem tasavvufî düşünce hem ilmî araştırma çifte usûlünü kabul etme mecburiyetindeyiz. Batı temelde kendinde olmayan bir cevherin yerini doldurmada oldukça zorluk çekmiş ve bu ihtiyacı bir ölçüde mistisizme sığınarak karşılamaya çalışmıştı.. her zaman İslâm ruhuyla içli dışlı olmuş bizim dünyamız için, yabancı herhangi bir şey aramaya veya herhangi bir şeye sığınmaya ihtiyaç yoktur. Bizim bütün güç kaynaklarımız düşünce ve iman sistemimizin içinde vardır; elverir ki o kaynağı ve o ruhu ilk zenginliğiyle kavrayabilelim.. o zaman, varlık içindeki bir kısım sırlı münasebetleri ve bu münasebetlerin ahenkli cereyanını görecek ve her şeyi daha bir değişik temâşâ ve zevk irfanına ulaşacağız.

Şimdilerde muğlak ve israf-ı kelâm gibi görünen, fakat gelecekte büyük yankıları olacağına inandığım riyâzî düşüncenin de küçük bir hulâsasını verdikten sonra; sanat düşüncemizi sekizinci vasıf olarak hatırlatmak icap ederdi. Ancak şimdilik belli mülâhazalara binaen, Jülvern gibi: “Bir kısım çevreler bizim kriterlerimiz içinde henüz böyle bir yolculuğa hazır değiller.” deyip böylece bu mütalâamızı da noktalıyoruz.

-+=
Scroll to Top