SABIRLA GELEN SEVAPLAR

Bir müminin sevap kazanmasının çok çeşitli vesileleri vardır: Salih ameller, ibadet ü taatler, zorluk ve sıkıntılar karşısında sabredip dayanma… Bu sebeple mümin, arzu etmediği, canını sıkan bir kısım bela ve musibetlere maruz kaldığında, bu kanallar vasıtasıyla sevap havuzuna nasıl yeni sevaplar akıtabileceğini düşünmeli ve yine bu kanallar vesilesiyle Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalıdır.

Ziya Paşa;

“Her âkile bir derd bu âlemde mukarrer,

Rahat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan.” der.109

İnsanlık tarihinde dertsiz yaşamış kimse olmamıştır. Az çok, küçük büyük herkesin kendine göre bir derdi olmuştur. Efendimiz’in ifadesiyle belanın en çetinine, en zorlusuna ise enbiya-i izam maruz kalmıştır. Sonra da derecesine göre onlara en yakın Allah’ın makbul kulları.110 İnsan bazen rahat ve bolluk içinde yaşar bazen de sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalır. Bazen dümdüz yollarda rahatça yürür bazen de sarp yokuşları tırmanmak zorunda kalır, önüne çıkan kandan irinden deryaları geçmesi gerekir. Bazen güven içinde yolculuğunu devam ettirir bazen de düşmanları tarafından onun yolları kesilir. Hayat böyle bir yoldur. İşte bütün bunların farkında olarak yola koyulmak gerekir.

Bize düşen vazife, yol boyu karşımıza çıkacak meşakkatleri sabırla karşılamak ve zorluklara aldırmadan yürüyüşümüzü devam ettirmektir. İnsan, yolculuğu esnasında kendisinde şok tesiri yapacak bir kısım sürpriz hâdiselerle karşılaşabilir. Bunlar karşısında ne sarsılmalı ne de paniklemeli. Hele hele asla kaderi tenkit etmemeli. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), felaketin ilk anında gösterilen sabra “sabır” diyor.111 Demek ki Allah katında makbul olan sabır, yaşanan hâdise henüz sıcakken, hisler feverandayken, henüz hâdisenin sebep ve hikmetleri bütünüyle anlaşılmadığı ilk anda gösterilen sabırdır. İşin zorluğu da aslen buradadır. Yoksa insan, başa gelen hâdiseleri yorumladıktan, onların kazanımlarını gözden geçirip değerlendirdikten sonra nefsini sabra ikna edebilir. Neticede bu da bir sabırdır, fakat hâdisenin ilk şokunun yaşandığı esnada gösterilen sabır gibi olamaz.

İşte Efendimiz’in tarif ettiği böyle bir sabır, insana en büyük ibadetlerden bile daha fazla sevap kazandırabilir. Rampadan fırlatılan bir füze gibi bir hamlede, bir nefhada onu âlâ-yı illîyyin-i kemâlâta çıkarabilir. Kişi bir anda kendini meleklerle aynı safta bulabilir. Bela ve musibetlere karşı sabır, insanı hızlı bir şekilde evc-i kemâlât-ı insaniyeye (insanlığın en üst noktasına, seviyesine) çıkarma yolunda çok önemli bir rol üstlenebilir. Dertlilerin iniltisi, nezd-i Ulûhiyet’te (Allah katında) en samimi dualardan, en içten tazarru ve niyazlardan daha makbuldür.

Alvar İmamı’nın şu dörtlüğü bunu anlatır:

“Dertten büyük derman mı var

Bir sebeb-i gufrân mı var

Dert gibi bir kıymet mi var

Dertlileri sever Rahman.”

O hâlde bize düşen vazife, maruz kaldığımız musibetler karşısında tazarru ve niyazla Allah’a yönelmektir. İster ferdî ister ailevî isterse içtimaî hayatımızla alâkalı olsun, gelip bize toslayan her felaketi, Allah’a daha çok yaklaşma adına bir fırsat olarak görmeliyiz. Her neye maruz kalırsak kalalım, başımıza gelen her musibeti, Allah’ın, kullarını kendisine yönelmeye sevk etmek için gönderdiği değişik dalga boyunda bir iltifat saymalıyız. Allah bunlarla bizi hakiki tevhide ulaştırmayı murat buyuruyordur. Bizi geceleri değerlendirmeye, huzurunda göz yaşı dökmeye sevk ediyordur. Bizim iniltilerle kendisine teveccühümüzü görmek, dua ve niyazlarla Zât-ı Ulûhiyet’ine yakarışlarımızı duymak istiyordur. Bu sebeple yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bela ve musibetler karşısında şikâyet etmek yerine, bunları Allah’a yaklaşma adına bir fırsata çevirmek gerekir.

Bunun tersini de düşünebiliriz. Dünya adına elde ettiğimiz bazı kazanımlar bize tatlı ve şirin görünebilir. Mesela insanların takdir ve alkışını üzerimize çekebiliriz. Kitle psikolojisini değerlendirerek yığınları arkamızdan sürükleyebiliriz. Güç ve iktidar sahibi olabiliriz. Siyasi ve ekonomik gücü elimizde tutabiliriz. Kendi saltanatımızı kurabiliriz. Fakat şunu iyi bilmeliyiz ki bütün bunların Allah nezdinde bir arpa kadar kıymet-i harbiyesi yoktur. Hatta bunlar şeytanî birer oyun ve tuzak bile olabilir. Sahip olduğunuz imkân ve fırsatları kendi ruhunuzun âbidesini ikame etme istikametinde kullanmıyorsanız havanda su dövüyorsunuz demektir. Gaye-i hayalinize hizmet etmeyen her şey boştur, sizin için bir aldanmışlıktır.

Neydi bizim gaye-i hayalimiz? Bir lahza hatırımızdan çıkarmamamız gereken, hayatımızın ideali neydi? İ’lâ-yı kelimetullah değil miydi? Allah’ı ve Resûlü’nü insanlara sevdirmek değil miydi bizi yollara döken, gündüz sa’y u gayretlerimizi, geceleri iniltilerimizi şekillendiren? Allah ile insanlar arasındaki engelleri yıkarak, perdeleri kaldırarak bütün kalblerin O’nunla buluşmasını sağlamak değil miydi? Evet, dünyevî saltanatların Allah katında arpa kadar değeri yoktur. Fakat beri tarafta i’lâ-yı kelimetullah yolunda yapılan küçücük hizmetlerin bile nezd-i ulûhiyette dağlar cesametinde kıymeti vardır.

Yolunuz buysa, böyle yüksek bir mefkûreye kilitlendiyseniz ve bu uğurda bir cehd ü gayret ortaya koyuyorsanız, eğri büğrü yollara, patikalara sapmazsınız. Şeytanın hile ve desiselerine aldanmazsınız. Kendinize, ego ve benliğinize, arzu ve tutkularınıza takılmazsınız. Yüce duygulara ve mefkûrelere bağlı yaşarsanız ölümünüz de buna göre olur. Kur’ân’ın farklı âyetlerinde ifade edildiği üzere melekler size teşrifatçılık yapar, selam dururlar. Dünyadaki alkış ve debdebeyi mi tercih edersiniz yoksa meleklerin bin bir ihtişamla sizi karşılamasını mı? Sizi karanlık bir kabre götüren yolda mı yürümek istersiniz yoksa ferahfeza iklimlere açılan bir yolda mı? Şeytanın peşine takılmak mı istersiniz yoksa Hz. Resûl-i Zîşan’ın arkasından mı gitmek istersiniz? İnsan daha baştan tercihini doğru yapmalı, yürüyeceği yolu doğru seçmelidir. Bir kere yolunu seçtikten sonra da hiçbir şeyden endişe etmeye, korkmaya gerek yoktur.

Şunu iyi bilmeli ki, düşmanlığa kilitlenmiş kimseler, Allah yolunda yürüyen insanlardan rahatsızlık duyacak ve onları yürüdükleri yoldan alıkoymak için ellerinden geleni yapacaklardır. Onlara her türlü eza ve cefayı reva göreceklerdir. Bugüne kadar niceleri, zalimlerden çekmiştir. Meşhur ifadesiyle söyleyecek olursak, “Her Musa’nın bir firavunu olmuştur.” Allah Resûlü’nün karşısına ne firavunlar ne nemrutlar çıkmıştır. Râşit Halifeler ve onlardan sonra gelen sahabe-i kiram, Yezitlerle, Haccaclarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Daha sonraki büyük mücedditlerin ızdırar hâlinde yaptıkları tazarru ve niyazlarına baktığınız zaman onların da hep aynı kaderi paylaştıklarını, zorlukları yaşadıklarını görürsünüz.

Esbap dairesinin hakkını vermek O’nun tekvinî emirlerine saygının gereğidir. Ancak Peygamber yolunun yolcularının bugün de yarın da benzer mağduriyet ve mazlumiyetler yaşamaları mukadderdir. Bütün bunlar karşısında bize düşen, elimizden gelen her türlü gayreti ortaya koyduktan sonra dişimizi sıkıp sabretmesini bilmektir. İbrahim Tennûrî’nin ifadeleriyle;

“Gelse celalinden cefa,

Yahut cemalinden vefa,

İkisi de cana sefa,

Lütfu da hoş kahrı da hoş.”112 diyebilmektir.

Zira kim sabreder, dişini sıkar, katlanırsa Allah’ın izniyle zaferyâb olur (zafere erişir). Bir güzel sözde ifade edildiği gibi sabır, kurtuluşa ermenin, umulan şeylere nail olmanın sırlı anahtarıdır. Bu anahtarı elde eden insan, Allah’ın izniyle nice kapıları açmaya muvaffak olur.

Hülâsa, her köşe başında bir gulyabanî pusu kurup bizi bekleyebilir. Başımızdan sağanak hâlinde belalar yağabilir. Ölümlü dünyada ne geçici ve fâni şeylere gönül kaptırmalı ne de maruz kalınan bela ve musibetler karşısında panikleyip gerisin geriye dönmeli. Bilakis dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında da maruz kalınan sıkıntı ve zorluklar karşısında da sabretmesini bilmeli ve ruhumuzun âbidesini ikame etme istikametinde koşmaya devam etmeliyiz. Varsın fakr u zaruret içerisinde hayatımızı sürdürelim, varsın bir dikili taşımız olmadan dünyadan göçüp gidelim, varsın hayatımız bin bir zorluk içinde geçsin… Önemli olan, âhirete alacaklı ve kazançlı olarak gidebilmektir.


109 Ziya Paşa, Terkib-i bend ve terci-i bend, s. 6-7 (Terkib-i bend IV).

110 Bkz.: Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23; Dârimî, rikak 67.

111 Buhârî, cenâiz 32, 43; Müslim, cenâiz 14, 15.

112 Meheddin İspir, İbrahim Tennûrî: Gülzar (İnceleme-Metin), s. 4.

-+=
Scroll to Top