SA’D B. MUAZ

Soru: Konuşmalarınızda Sa’d b. Muaz’ın kişiliğini nazara veriyorsunuz. Onun kişiliğini biraz açar mısınız?

Sa’d b. Muaz’ı çok iyi tanımak lazım; o İslâm öncesi ve sonrası hayatında hep örnek bir tavır sergilemiştir. Her şeyden önce O fıtraten çok temizdir. Doğru bulduğu şeye çok iyi bağlanır ve bağlandığı şeyden de bir daha kopmazdı. Onun için de, başlangıçta, putperestlerin gelip kendisinden ders alacağı kadar iyi bir putperestti…

Mus’ab b. Umeyr, İslâm dinini tebliğ için Medine-i Münevvere’ye geldiğinde, Sa’d b. Muaz hemen kılıcını bileyip Mus’ab’ın başını almak için harekete geçti.. geçti ama Mus’ab, iyi bir mürşitti. Çarçabuk onun ruhuna girebildi ve başını almaya gelen insanı, söz ve davranışlarıyla beş on dakika içinde yola getirebildi. Evet Mus’ab’ın, bakışlarının teskîn ediciliği, tesir altına alıcılığı, ruhlara giriciliği müthiştir. Onun, Sa’d’a (radıyallâhu anh) neler söylediğini bütün ayrıntısıyla bilemesek de, bildiğimiz bir şey var ki o da, “Ben sana Kur’ân okuyayım, eğer beğenmezsen kellemi al.”1 demesi ve ardından da o eşsiz kelâm-ı ilâhîyi seslendirmeye başlamasıydı. Kim bilir Kur’ân’ı nasıl içten ve samimî okumuştu! Orada okunan Kur’ân, Sa’d b. Muaz’ın başını öylesine döndürmüştü ki, kılıcını kınına koydu, dosdoğru kabilesinin yanına döndü ve biraz sonra da bütün kabilesini getirip Mus’ab’a teslim etti. Zaten İslâm’a girdikten sonra sergilediği hayat dillere destandır.

İslâm dünyasında doğmuş ve neş’et etmiş öyle insanlar vardır ki, Müslüman olmuş ancak iki adım dahi ilerleyememişlerdir. Bana göre bu insanlar eğer dinsizliğin hakim olduğu bir dönemde yaşasalardı, küfrün temsilcileri olurlardı. Çünkü kafalarını hiçbir zaman kullanmadılar, hiçbir zaman ruhî ve kalbî heyecanları olmadı. Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anh) öyle değildi; o duyup dinlediği şeylerden müteessir olmuş ve hemen İslâm davasına gönül vererek onun yılmaz bir davacısı haline gelmişti.

Bir gün yürüdüğü yola bir ölüm oku düştü ve okun üzerinde öteye çağrı davetiyesi yazıyordu. Hep yürümüştü. Şimdi de Allah’a yürüyordu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisini ziyaret için çadırına girdiğinde O’nu, çadırın dışına kadar akıp göl olmuş kanıyla selâmladı ve o haliyle ellerini kaldırıp şöyle dua etti: “Allah’ım, o günden bugüne senin davan için çalıştım. Ve şimdi kâfirleri bir kere daha püskürttük. Öyle zannediyorum ki bunlar bir daha bizim karşımıza çıkmayacaklar. Eğer, Allah Resûlü onlarla bir kere daha hesaplaşmayacaksa, benim yaşamamın bir mânâsı da yok, emanetini alabilirsin.”2

Bu ne sadâkat ya Rabbi, hayatta kalmak için değer ifade eden bir şey biliyor, o da irşad vazifesi..! Keşke bu mülâhaza her Müslüman için söz konusu olabilseydi. Evet bir insan, irşad yapmıyor, bulunduğu yerde Müslümanlığı başkalarına anlatmıyorsa, o abes yaşıyor, dolayısıyla hayatta kalmasının da bir mânâsı yok demektir. Allah (celle celâluhu), Sa’d b. Muaz’dan emanetini alır, fakat biraz sonra Cibrîl gelir ve: “Ya Muhammed! Arş, senin ümmetinden birinin ölümüyle titredi.”3 der. Tabiî, yaratılmış varlıklar arasında en muhteşem varlık olan arş nasıl titrer, bu titreme nedir? O husustaki saygımızı sükûtumuza emanet ediyoruz.

Eğer Sa’d b. Muaz’ı asrımızda ille de birine benzetmek gerekirse, Bediüzzaman Said Nursî’ye benzetmek uygun olur zannediyorum. Çünkü onu çok vefalı gördük. Kendisini, otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır. Öyle rikkatime dokunur ki, o bir vesileyle, “Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım.”4 der. Sıkıntılı bir dönemde benim de tesellim bu oldu ve kendi kendime “Canım çıksın, benim yanımda iki kişi vardı, sense yapayalnızdın.” dedim. O büyük insan, iki ay sonra Çam dağından iner ve ilk defa yanına bir adam sokulur; bu Sıddık Süleyman’dır. Onun kahramanlığını, bu davanın tarih yazarları unutmamalıdırlar. Çamurlara bata çıka gelirken, “Üstadım” der yanına sokulur. Ve ardından Hulûsi Bey, Hüsrev Efendi, Tahirî Mutlu’lar derken yeni bir silsile-i zeheb oluşur. Evet, bütün bu hâdiseler onu yıldırmamış ve hiçbir şekilde dize getirememişti. Bir hayat boyu “garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem..”5 demiş, fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştı. Bir zamanlar onların bu halini,

Bir gariplik var sesinde Yalan yok çehresinde Bakanlar anlayacak Işık var çevresinde..

sözleriyle ifade etmeye çalışmıştım. Bu ifadeler aynı zamanda, bir vefa mırıltısıdır. Millet ruhunun yeniden dirilmesi, tarihî dinamiklerle yeniden tanışması dileğiyle…

1 Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/285.

2 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/141; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/6.

3 Bkz.: Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 12; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 125.

4 Bediüzzaman, Mektubat s.22 (Altıncı Mektup).

5 Bediüzzaman, Mektubat s.22 (Altıncı Mektup).

-+=
Scroll to Top