Safâ

Kalbin, arı-duru, kedersiz-küdûretsiz ve tertemiz olması diyeceğimiz safâ; sofiye ıstılahında, beşerî, cismanî ve nefsanî bulanıklıklardan arı-berî ve şeffaf olma hâlidir ki; “Şüphesiz onlar bizim nezdimizde saflardan saf hayırlı kimselerdi.”1 mealiyle vereceğimiz âyet-i kerime, bir kısım enbiyâ-i izâmın tebcili ve takdiri makamında işte böyle bir safveti vurgular. Aynı kökten gelen “Mustafa” kelimesi, her şeyin özü, hulâsası ve usâresi mânâlarına gelmesi itibarıyla, her zaman, enbiyâ-i izâm ve asfiyâ-i fihâm hazerâtının, oturup-kalkıp ulaşmayı hedefledikleri, Hulâsa-i Mevcudât ve Rûh-u Seyyidi’l-Kevneyn olan Efendimiz’in hususî mertebesine bakması açısından, “İsim, aynı müsemmadır.” fehvâsınca, hem ayrı bir önem arz eder hem de enbiyâ arasında bir aşkınlık remzidir.

Safâ; kaynakların en arı, en duru ve en bereketlisinden akıp, insanın gönül havzına ulaştıktan sonra, muhatap, hâl ve zamanın gereklerine göre, semavî fakat arzî yeni bir dalga boyu ile yolları ve yoldakileri aydınlatarak yolcuları yürütüp, yolları da yürünür hâle getirmesi, sâlikin ruhunda hâsıl ettiği safvetle onu ulûhiyet hakikatine yönlendirip ruhunu münacatın sonsuz zevkleriyle şahlandırması ve gönlünü de sürekli aşk u şevk ve vuslat tutkusuyla coşturması açısından üç bölümde mütalâa edilegelmiştir:

1. Safâ-i ilmîdir ki; hak yolcusunun, seyahatini, Hz. Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselâm), ilim ve mârifet meşalesi altında sürdürmesi, yol boyu hep Kitap ve Sünnet’e mukayyed kalarak, her zaman kılı kırk yararcasına sefer âdâbına riayette bulunması yanında, yolculuk meşakkatlerini göğüsleye göğüsleye ve himmetini de Gayeler Gayesi’ne yönlendirip, hep metafizik gerilim içinde bulunma hâli diye yorumlanmıştır. Daha farklı bir yaklaşımla “safâ-i ilmî”, sâlikin, seyr u sülûk-i ruhanîsini, Hazreti Mişkât-ı Nübüvvet’in rehberliğinde sürdürerek, sürekli O’ndan gelen âdâbı gözetip, kalbini, ruhunu, aklını O’nun yoluna kurban etmesi, O’nda ölüp O’nunla yeniden dirilmesi, O’nu takip etmesi, ruh dünyasında hep O’nunla oturup-kalkması, problemlerinde O’na müracaat etmesi, her işinde O’nun hakemliğine başvurması ve son haddine kadar ölesiye bir cehd ve gayretle, maiyyeti, maiyyetullah sayılan, o Seçilmişler Seçilmişi Hazreti “Fahrurrusül”e iktida edip, Gayeler Gayesi’ne ulaşma mârifeti, muhabbeti, aşk u şevki ve daha değişik mazhariyetleridir ki; Gülşen-i Tevhid sahibi bu makama işaret sadedinde:

رَو بِجُو عِلمي كِه بِگُشَايَد دِلَت……حَل شَوَد اَز تُوبَتُو هَر مُشكِلَت

“Git öyle bir ilim ara ki, senin gönlünü açsın ve her problemini halletsin.” der. İnsana hakikî hedefini ilham etmeyen, böyle bir hedefe ulaşma mevzuunda gerekli stratejiler adına onun basîretine nur, iradesine fer, ruhuna aşk u şevk vermeyen ve gönlünde de gökler ötesi âlemlere ulaşma arzu ve iştiyakını uyarmayan ilim, bütün bütün boş bir vehim ve hayal olmasa da bir şey vaadetmediği muhakkaktır.

2. Safâ-i hâlîdir ki; kalbin, Hak mehâbeti ve hakikat aşkıyla açılıp kapanması, heyecan ve hafakanlarını, Cenâb-ı Hakk’a münacat, yakarış ve sızlanışlarıyla seslendirerek, yer yer ruhuyla hakikat arasına giren vahşetleri ve gurbetleri giderip gönlünü huzur esintilerinin yamaçları hâline getirmesi ve bütün varlığı –kendi nefsine bakan yönüyle– his, şuur ve idrak açısından sapan taşı gibi yokluğa fırlatması mânâsına gelir.

Evet insan, hâli itibarıyla safvet ve şeffafiyete erince, onun gönlü ulûhiyet hakikatinin tecellîleriyle köpürür, ruhu hakikat aşkıyla coşar ve içinde açılan menfezlerle, varlığın perde arkası güzelliklerini temâşâ ile kendinden geçer, derken duygularının dili çözülerek, kelimelerle, cümlelerle ifadesi mümkün olmayan münacatların en büyüleyicileriyle “Hazîratü’l-Kuds”e yönelir, orada içini döker, Hakk’ın teveccühünü duyar, zevklerin en enginine erer; hatta bazen öyle bir an gelir ki, esmada, Müsemmâ-i Akdes’in Zât’ı mülâhazasıyla, sıfâtta, Hazreti Mevsûf-u Mukaddes’in rahamûtu murâkabesiyle, köpüren hislerinin dalgaları içinde meleklerin ibadet neşvesini bütün benliğinde hisseder, ruhanîlerin temkinine şahit olur, melekûtun esrarına büyülenir ve insanüstü bir hâl alır ki, Minhâc sahibi bu seviyeye işaret sadedinde:

گَه وَصفِ اِين بَگُفتُ و گُو مُحَالَست……گَه صَاحِبحَال بَدانَد اِين چِه حَالَست

“Bazen bu hususta söz söylemek muhaldir (daha doğrusu kîl u kâldir). (Bazen de bu hâlin ne olduğunu) ancak hâl sahibi bilir.” der ki fevkalâde yerindedir. Şimdi isterseniz, bu bölümü de مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ “Tatmayan bilmez.” deyip noktalayalım…

3. Safâ-i ittisâldir ki; kulun, bütün bütün ef’âl, sıfât ve zâtını, Hazreti Vacibü’l-Vücud’un ef’âl, sıfât ve Zât’ında fâni kılıp, daha doğrusu fâni bilip, fâni hissedip Hazreti Vücud ve Hazreti İlm’in sübühâtının müşâhedesiyle müstağrak yaşamaktır. Bir diğer ifade ile, safâ-i ittisal, ubûdiyet hazzının rubûbiyet hakkı içinde mütelâşî olup gitmesi, varlığın perde arkası esrarının dört bir yanı tutması, Hazreti İlim ve Vücud’un feyezânının vicdanı tamamen istila etmesi ve ötede insanın gözüne açılacak gerçeğin zılliyet planında basîretle temâşâ edilmesi demektir. Biraz daha açacak olursak bu, lâhut âlemi ve bu âlemin bir kısım esrarının, ceberût âlemi ve bu âleme ait bazı hususiyetlerin, melekût âlemi ve bu âlemin teferruatının, Hz. Sâdık u Masdûk ve Kâşifü’l-Hakâik’in: فَبِيَ يَسْمَعُ وَبِيَ يُبْصِرُ وَبِيَ يَبْطِشُ وَبِيَ يَمْش۪ي “Benimle işitir, Benimle görür, Benimle tutar, Benimle yürür.”2 beyanı çerçevesinde O’ndan şerefsudûr olan hakâikin, bir kere de “kurb” ufkunda, kalb, sır, hafî, ahfâ rasathâneleriyle temâşâ edilerek, herkese açık olan nazarî ve zarurî hakikatlerin sübjektif ilmîliğe dönüşmesi, bu bilginin yakînle derinleşmesi, yakînin –letâifin müsaadesi ölçüsünde– hakka’l-yakîne yönlendirilmesi ve “Sübühât-ı Vech”in şuaları karşısında hususiyetlerin bütün bütün silinip gitmesi, mahiyetlerin eriyip kül olması, artık sadece ve sadece Hazreti Kayyûmiyet’in duyulup hissedilmesidir ki, böyle bir makamda, damla deryaya dönmüş, zerre güneşe karışmış ve her şey hiç ender hiç olmuş gibi tasavvurlar üstü zevkî ve hâlî bir durum istila eder insanın her yanını; eder de sâlikin nazarı kayyûmiyetten başka bir şey görmez olur.. ve bir zevk zemzemesi içinde, sadece O’nu bilir-O’nu duyar, O’nunla işler-O’nunla başlar ve âdeta O’nunla oturur-O’nunla kalkar. Böyle bir televvünat içinde bazen iltibaslara girerek, her şeyi O’nun tezahüründen ibaret saydığı anlar da olabilir.. evet, görme, bilme, duyma ve zevk etme konusunda herkes aynı mülâhazayı paylaşsa da, his, şuur ve idrak melekesini Hz. Mişkât-ı Nübüvvet’le aydınlatamamış olanlar, yorumlarında hatalara girebilirler. Böyle bir mülâhazayı ifade sadedinde, hatasıyla-savabıyla, söylenmiş dünya kadar güzel söz vardır. Biz, onlardan sadece bir tanesini zikrederek konuyu kapamak istiyoruz:

چُون تُـو دِيدِي پَرتَوِي آن آفِتَـاب……تُـو نَـمَاندِي بَـاز شُد آبِي بَآب

قَطرَه بُودِي گُـم شُـدِي دَر بَحرِ رَاز……مِي نَيَـابِـي زَمَـان اِين قَطرَه بَاز

گَرچِه گُم گَشتَن نَه كَارِ هَركَس اَست……دَرفَنَا گُم گَشتَگَان چُون مَن بَس اَست

“Vaktâ ki sen, o güneşin ziyasını gördün (Sübühât-ı Vech’in nurlarıyla yanıp kül oldun) artık sen kalmadın. Katre deryanın (dalgalarına) karıştı ve sen bir katre idin; şimdi ise sır denizinde kayboldun. Artık o katreyi (bir daha da) bulamazsın. Gerçi gaib olmak herkesin kârı değildir; ama benim gibi fenâ bulanlar da az değildir.”

Safâ-i ittisali, hulûl ve ittihadı işmam edecek bir üslûpla anlatanlar, kendi zevk ve hâllerini anlatıyorlarsa, bunlar yorum ve seslendirme iltibası içindedirler; derhâl Mişkât-ı Muhammediye’ye sığınarak iltibaslarını düzeltmelidirler. Yok, böyle zevkî ve hâlî bir hususu bir düşünce sistemi ve felsefe olarak benimsemişlerse, dalâlet içindedirler ve 3مَا أَنَا عَلَيْهِ وَأَصْحَاب۪ي kal’a-yı kudsiyesine girecekleri ana kadar da bâğî sayılırlar.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ..

اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ.. اَللّٰهُمَّ إِلٰى مَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى، وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِشْكَاةِ الْهِدَايَةِ وَوَس۪يلَةِ السَّعَادَةِ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.

1 Sâd sûresi, 38/47.

2 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/81; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/580.

3 “Benim ve ashâbımın takip ettiği yol.” (Tirmizî, îmân 38; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/152).

-+=
Scroll to Top