Sâlik

Bir hedefi takip eden, bir yolda yürüyen ve Allah’a ulaşma gayreti içinde bulunan hak yolcusu diyeceğimiz sâlik; usûlünce, Hakk’a ulaşma cehdi içinde bulunan herkese denir ki; her ferdin, istidat, kabiliyet ve mazhar olduğu/olacağı mevhibeler açısından farklı farklıdır: Kimileri, fevkalâdeden bir ihsan-ı ilâhî ile, seyr u sülûk-i ruhanîde gözetilmesi esas sayılan disiplinleri görüp gözetmeseler dahi, bir hamlede, bir nefhada Allah tarafından çekilip rıza ve muhabbet mertebesine ulaştırılırlar ki, bunlara cezbedilen (meczûbîn-i ilâhî) sâlikler denir. Bunlar başkalarının pek çok “erbaîn”lerle ulaşacakları hâl veya makamları, miracın gölgesinde birkaç dakika, birkaç saat veya birkaç günde elde edebilir, çarçabuk nefsanî kirlerden arınır, en hızlı şekilde kalb tasfiyesinden geçer ve hiçbir zaman sa’y u gayretlerle ölçülemeyecek bir süratle Matlûb, Maksûd ve Mahbub’larına ulaşarak, maiyyete mazhariyetin bütün ruhanî ezvâkını birden duyar ve zâhir u bâtının birleşik noktası sayılan “insan-ı kâmil” ufkunu ihraz etmiş olurlar. Bu mânâdaki “meczûbîn-i ilâhî”, insanlar arasında Hak sırlarının gizli defineleri, ziya-i ilim ve vücudun yeryüzündeki nokta-i mihrakiyeleri ve mü’minlerin gönül hayatları adına, ebedî susuzluklarını giderecekleri Hızır çeşmesinin de sâkîleri sayılırlar. Sözleriyle ölü kalbleri ihya eder, nazar ve teveccühleriyle kör gözleri açar, atmosferlerine girenlerin de kalbî ve ruhî yaralarını iyileştirirler. Bunlar yer yer, ayrı bir mevhibe ve ayrı bir vâridâtla hep mest u mahmur yaşar, iç içe girmiş zâhir ve bâtınlarının alâim-i semasıyla çevrelerindeki tâliplere temâşâların en baş döndürücülerini yaşatır.. gözleri basîretlerinin emrinde, dilleri gönüllerine bağlı; bakıp gördükleri her şeyde O’na ait renk ve çizgilerle kendilerinden geçer.. ağızlarını açıp konuştuklarında hep inci-mercan saçarlar.. ve tabiî her zaman O’nun “nîm-u nigâh”ıyla olsun başları dönmüş mestler gibi yaşarlar ki, hâlden anlamayanlar onları mecnun veya sarhoş sanırlar. Bu türden sâliklerin hâlini Bağdatlı Rûhî:

“ Sanman bizi kim şîre-i engür ile mestiz,

Biz ehl-i harâbattanız mest-i elestiz.”1

diyerek ne hoş dile getirir!

Kimileri, ilk işaret ve işaretçilerle muvakkaten cezbeye gelip kendilerinden geçseler de, mahiyetlerindeki programın gereği hemen kendilerine gelir, yakazanın temkin zeminine sığınır ve gözleri açık olarak Hakk’a vuslat yolculuğunu sürdürürler ki; bunların duygu, düşünce, söz ve davranışlarında insanları iltibasa sevk edecek hiçbir şeye rastlanmaz; ne şatahat ne naz ne de laubalilik, hep مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى “O’nun gözü ne kaydı ne de şaştı.”2 atmosferinde veya serasında yürürler O’na güvenerek rıza ufkuna doğru…

Kimileri, seyr u sülûk-i ruhanîlerini, bu ulvî seyahatin disiplinlerine riayet ederek tamamlar; inayet televvünlü cezbe ufkuna ulaşır ve iradelerinin kudsî bir incizab merkezine bağlandığını hisseder gibi olur ve daha sonraki hayatlarını da, âdeta kendilerini bir akıntıya salmışçasına hep o câzibe-i kudsiyeye bağlı sürdürürler. Artık nefisleri adına yokluğa kanat açmış bu kimselerde ne telâş ne endişe ne gam ne de keder; “Dost” der, Dost’la hemdem olur ve O’nun huzuruyla bütün huzursuzluklardan azade yaşarlar.

Niyazi-i Mısrî’nin şu meşhur mısraları, bir zaviyeden işte bu ufku işaretlemektedir:

“ Dünya gamından geçip,

Yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup,

Çağırırım Dost Dost.”

Kimileri de mebdeden müntehâya kadar her zaman sa’y u gayret içinde bulunur.. herhangi bir beklentiye girmeden hâlisâne bir kulluk sergiler.. ne cezbe görür ne incizab duyar.. ne naz bilir ne gider kuruntulara yaslanır. Dişini sıkar ve iradesinin hakkını vererek Hakk’a kulluğun en ince âdâbına riayetle, gösterişsiz, âlâyişsiz tam bir sebat ve ikdam kahramanı olduğunu ortaya koyar. İşte böyle biri, inanıp Müslümanca yaşamayı bütün ezvâk ve keramâta tercih ettiği/edeceği gibi Cennet ve ötesini de kat’iyen Hakk’a kulluğunun hedefi saymaz. İmanı ve ubûdiyeti Rabb’in en büyük ihsanı bilerek bu büyük ihsana mazhariyetin şükran hisleriyle her zaman iki büklüm yaşar. Mevlâna kendi üslûbuyla, böyle bir mazhariyeti şöyle resmeder:

بَازِ سَعَادَت رَسِيد دَامَنِ مَارَاكَشِيد

بَر سَرِي گَردُونِ رِديم خَيمَه وَ اَيوَان خِوِيش

دَروِيش مَرَاگُفت يَارچُون اَز اِين رُوزگار

چُون بُوَد آنكَس كِه دِيدَ دَولَتِ خَندَان خِوِيش

آن شَكَرِي رَاكِه هِيچ مِصر نَدِيدَش بَخَواب

شُكر كِه مَن يَا فتَم دَرِين دِندَان خِوِيش

“Mutluluk ve saadet gelip eteğimizi çekti ve götürüp çadırımızı gökyüzüne kurdu. Dün de o sevgili bana: ‘Bu vefasız dünyanın elinden ne hâldesin?’ diye sordu. (Ben de) gülen devletin gülen bahtını gören nasıl olur (dedim). Mısır’ın, rüyasında bile göremediği şekeri, şükürler olsun ben dişimin dibinde buldum.”

Sâlikin ilk işi, sağlam bir niyetle, istidat, kabiliyet ve seviyesine göre, “tevbe”, “inâbe”, “evbe” unvanlarıyla yâd edilen, Allah’ın sevmediklerinden sevdiklerine, istemediklerinden istediklerine, hayvanî ve cismanî hayattan kalbî ve ruhî hayata hicrete azmetmesidir. Böyle ciddî bir niyet, nefis tezkiyesi, kalb tasfiyesi ve ahlâk tehzibiyle desteklendiği sürece, sâlikin zamanla zâhiri de bâtını da farklılaşır ve daha bir mâmur hâle gelir; gelir de ufukları bir bir aydınlanır.. ihlâs ve samimiyetinin derinliği ölçüsünde vicdan mekanizması itibarıyla bir nuranîleşme ve davranışları açısından da apaçık bir istikamet örneği sergilemeye başlar. İmanın, tam bir iz’ana inkılâp etmesi, iz’anın mârifetle derinleşmesi, mârifetin muhabbete dönüşmesi, muhabbetin alev alev aşk hâlini alması, aşkın gidip ta hayrete ulaşması yoluyla, topraktan, balçıktan yaratılan insan âdeta sema ehlinin matmah-ı nazarı hâline gelir ve melekûttaki “sâcidîn”, “râkiîn” esnâfına bir kıblenümâ olur. Artık ona teveccüh eden doğruya yönelmiş, ona tutunan da sağlam bir ipe sarılmış sayılır.

Mevsimi gelince, iç derinlikleri itibarıyla bir “menba-ı feyz” hâline gelen bu “nüsha-i kübrâ”, bir mevhibeler merkezi ve bir vâridât mahzenine dönüşerek herkese âb-ı hayat sunan bir mübarek sâkî durumuna yükselir; yükselir ve kâse kâse semtine uğrayanlara kevserler sunar. Böyle hâlden hâle intikal ederek yürüyen ve yükselen sâlikin, birbirinden farklı uğradığı her menzile “hâl”, kendi istidat ve kabiliyetinin nihaî inkişaf noktası sayılan, bizim hak yolcusunun “arş-ı kemalât”ı diyeceğimiz hakikî ve izafî müntehâya da “makam” denir. “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi.” Her hak yolcusu yolculuğunu belli bir zirve ile noktalar ve ulaştığı bu burç veya şerefeden bütün mülk ve melekûtu temâşâ eder. Umum ehl-i kemalâtın, kendine göre ulaşacağı son nokta onun için bir zirvedir ve bütün bu zirvelerin hepsi de izafîdir. Fânileri Bâkî’den ayıran imkân-vücûb arası ve “ev ednâ” sözcüğüyle işaretlenen hakikî bir zirve de vardır ki, o da Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ekmelüttehâyâ) mahsustur. O’nun dışındaki bütün “ebrâr” ve “mukarrabîn”le alâkalı, “daha yüksek”, “daha âlî”, “daha büyük”… gibi sözcükler tamamen izafîdir ve herkesin istidat sermayesi ve mazhar olduğu ilâhî mevhibeler itibarıyladır.

Ne olursa olsun, bir sâlik, kendi kemal ufkuna kadem basıp da kalbini “feyz-i akdes” ve “feyz-i mukaddes”lere mücellâ bir ayna hâline getirince, ona nazar-ı Hak ayân olur.. gönlü üfül üfül ilham esintileriyle tanışır ve seviyesine göre varlığı daha değişik duyup yorumlamaya başlar. Her şeyi farklı görür, farklı duyar.. ve görüp duyduklarını gösterip duyurmanın heyecanıyla –istidadı el veriyorsa– yanar tutuşur..

Ve oturur kalkar “el-Mâbudu Hüvallah” der.. gerilir, koşar “el-Maksûdu Hüvallah” hakikatını soluklar.. âfâkı, enfüsü didik didik ederek düşünür “el-Mârûfu Hüvallah” sözcükleriyle nefes alır verir.. ve her şeyi esmâ ve sıfât yörüngesinde “Zât” hakikatine bağlayarak gaybî imanın enginliğini zevkî ve hâlî bir çerçevede kalben şuhûdî hâle getirir ve Hâkânî’nin dediği gibi:

“ Lâyık oldur ki hemen sâlik-i râh,

Diye “lâ na’büdü illâ iyyâh”

der, hâlî ve kâlî Hakk’a kulluğu, Cennet ve rü’yet-i Cemalullah neşvesi içinde duyar.. ve O’nun istek, dilek ve rızasına tam uygun olmadığı kanaatinde bulunduğu –bunların bir kısmı bazı uhrevî mülâhazalar da olabilir– her şeyi geriye çeker, sadece ve sadece O’nu düşünür ve O’nun, düşünülmesine geçit verdiği alanlarda –gerek duymaya göre– tefekkühte bulunur. Müntehî bir sâlik için, “Hüve” unvanıyla sadece ve sadece O söz konusudur. O’nun söz konusu olması “evvelen ve bizzat”, “mâsivâ” mülâhazası ise, O’nun izni dairesinde “sâniyen ve bi’l-araz”dır. Böyle bir mülâhazada dünya ve ukbânın birbirinden farkı da yoktur; tevhid-i kıble ufkuna ulaşmış bir sâlik için, biricik Matlûb ve Maksûd, O ve O’nun rızasıdır.

Burada bir kere daha Mevlâna’yı konuşturalım:

اَي طَالِبِ دُنـيَا مز دُورِي……وَي عَاشِقِ خُلدِ اَز اِين حَقِيقَت دُورِي

وَي شَاد بَهَر دُو عَالَم اَز بِيخَبَرِي……شَادِئِي غَمَش نَدِيَدَه ئي مَعذُورِي

“Ey dünya tâlibi, sen bu âlemde bir gündelikçi gibisin.! Ey Cennet âşığı, sen de hakikatten çok uzaksın.! Ey hakikatten bîhaber ve iki âlemle sevinen kimse, sen de Dost uğrundaki gam zevkini duymamışsın; sen de mazur sayılırsın…”

Hâsılı, hedefini iyi belirlemiş ve bulunduğu ufkun farkında olan bir sâlik; dert kaynağı sayılan canı da, teni de teneşir tahtasına bırakır ve bütün varlık sermayesini gönül kapısının önüne saçar. Yol kesen her türlü ağyâr düşüncesinden sıyrılarak kalbine yönelir ve onun dilini anlamaya çalışır. Göz ve kulaklarını basîretinin emrine vererek, fizik ötesi saf mülâhazalar âlemine dalar. Böyle bir mazhariyetle bazen bir hamlede lâmekânîliğe yükselir ve ikinci hamlede de sesini bütün semavât ehline duyurur.

Gönlün bütünüyle cân hâtifine çevrildiği bu nokta, bir sıçrayışla insanı sonsuzluk kapısına fırlatacak bir rampa gibidir. Böyle bir rampada çevkâna dönen boyunlar, bir adım sonra baş ve ayağın aynı noktada bir araya gelmesiyle bu arşiye ve ferşiye kahramanını bir halkaya dönüştürür ki, işte böyle bir an dilek kuşunun uçurulması gerektiği andır.. evet böyle bir durumda sadece kalbin ılık nefesleri duyulur.. bütün dilin-dudağın sesi kesilir.. baş daha bir bükülme gayreti göstererek, sırtını kalbe verir.. ve kendi kendine وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ “Sana ölüm, yakîn âvâzıyla gelip çatıncaya kadar Rabbi’ne ibadete devam et!”3 duygularını mırıldanır.

اَللّٰهُمَّ أَسْأَلُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَحُبَّ عَمَلٍ يُقَرِّبُن۪ي إِلٰى حُبِّكَ،4

وَصَلِّ اللّٰهُمَّ وَسَلِّمْ عَلٰى حَب۪يبِكَ وَرَسُولِكَ الْمُصْطَفٰى وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ ذَوِي الْقَدْرِ وَالْوَفَاءِ.

1 “Bizi üzüm suyu ile sarhoş olmuş sanmayınız; biz ezelden mest olmuş harâbat ehli olanlardanız.”

2 Necm sûresi, 53/17.

3 Hicr sûresi, 15/99.

4 Bkz.: Tirmizî, tefsîru sûre (38) 4; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/243.

-+=
Scroll to Top