SEBE SÛRESİ

وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّه۪ۘ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّع۪يرِ

“Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azabı tattırırdık.”

(Sebe sûresi, 34/12)

Süleyman (aleyhisselâm), cinleri teshîr edip çalıştırmada bir kısım dualar veya bizim bilmediğimiz esmâ-i ilâhiyeden bazı isimler biliyordu. Esbap plânında onları okuduğunda cinler onun emrine giriyordu. Aslında Esmâ-i Hüsnâ, Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği 100 isimden ibaret değildir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir dualarında;

أَسْأَلُكَ بِكُلِّ اسْمٍ هُوَ لَكَ سَمَّيْتَ بِه۪ نَفْسَكَ أَوْ أَنْزَلْتَهُ ف۪ي كِتَابِكَ أَوْ عَلَّمْتَهُ أَحَدًا مِنْ خَلْقِكَ أَوِ اسْتَأْثَرْتَ بِه۪ ف۪ي عِلْمِ الْغَيْبِ عِنْدَكَ

“Senin, zâtını isimlendirdiğin veya kitabında indirdiğin veya mahlukatından birine öğrettiğin veya gayb ilminde kendine tahsis ettiğin (kimseye bildirmediğin) bütün isimler hürmetine… istiyorum.” diyor.1 Buna göre Allah’ın (celle celâluhu) her peygambere ayrı ayrı isimler öğretmiş olabileceği de anlaşılıyor ki ihtimal Süleyman (aleyhisselâm) da kendisine öğretilen bu isimleri okuyarak, cinleri teshîr ediyordu. Aslında, cinleri de, şeytanları da hakikî anlamda Hz. Süleyman’ın emrine veren Hz. Allah’tır. Bu husus, Enbiyâ sûresinde daha net bir şekilde anlatılmaktadır.2

Sünnet-i sahihada olmamakla beraber, İsrailiyatta anlatıldığına göre, Hz. Süleyman, kendinden sonra suiistimal edilir diye bu isimleri tahtının bir yanında saklamış ama o zamanki Yahudiler bunları alarak kendi hesaplarına kullanmışlar. Ahd-i Atik’deki bazı yaklaşımlar da böyle bir yoruma müsait görünmekte.

Günümüzde bazı cereyanlar, bunlara mahiyetlerini çok çok aşan mânâlar yükledi. Meselâ; “Allah’a –hâşâ ve kellâ– gerek yok, şer kuvvetlerin gönlü yapılınca her işin düzene girer.” veya “Şer kuvvetinin gücü, hayır kuvvetinden daha üstündür; öyleyse onu hoşnut etme daha önemlidir.” Aslı Kabala’ya dayanan tamamıyla siyonist kaynaklı, masonik ayin şekilleri ve pek çok ritüelleri de aynı kaynağa irca etmek mümkündür. Çizgi filmlerde “Karanlıkların gücü adına, gölgelerin gücü adına..” gibi ifadeler bizim terminolojimizde asla yeri olmayan safsatalardır ki, körpecik dimağların ruhlarında yaralar açmakta ve gençlerin metafizik telakkilerini altüst etmektedir. İnsanımızın ruh, mânâ ve metafizik telakkileri yerli yerine oturtulacağı ana kadar da bu çarpıklıklar devam edeceğe benzer.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise, Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın, varlığın ayrı ayrı buudlarını teshîr etmeleri mazhariyetleridir. Değişik sıkıntılar cenderesinde sıkışa sıkışa âdeta fizikî yanlarıyla eriyip نِعْمَ الْعَبْدُۘ اِنَّهُۤ أَوَّابٌۘ3 hakikatinin tam bir timsali hâline gelen Hz. Davud’a, dağlar ve demir gibi fizikî varlıkların musahhar kılınması; ona nispeten babasından tevârüs ettiği güç, kuvvet, saltanat ve debdebe ile, maddî ve fizikî bir dünyada peygamberlikle serfiraz kılınan Hz. Süleyman’a, fizik ötesi varlıklar sayılan cinlerin, şeytanların, ifritlerin hatta bir mânâda fizikten daha çok fizik ötesiyle münasebettar görünen rüzgârların teshîr edilmesi, hakikat-i Ahmediye’de temâşâ ettiğimiz fizik-metafizik dengesinin ayrı ayrı temsil edilmeleri gibi görünmektedir.

Bu itibarla denebilir ki, Hz. Davud, hakikat-i Muhammediye’nin bâtını adına bir nüve, Hz. Süleyman da onun zâhiri namına bir çekirdekti; mevsimi gelince bu konuda da makam-ı cem’in sahibi o Zat’ta içtima ettiler.

اَللّٰهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ

فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِه۪ۤ إِلَّا دَاۤبَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَأَتَهُۚ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُه۪ينِ

“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”

(Sebe sûresi, 34/14)

Her şeyden evvel Kur’ân’ın bu âyeti ile anlatmak istediği, cinlerin gaybı bilmediği gerçeğidir. Cinler gaybı bilmediğine göre, onlardan gaybe dair haber alanlar da gaybı bilmiyorlar ve bilemeyecekler demektir. Bu sebeple kâhinlerin gayba ait verdiği haberlerin doğruluğuna inanan ve onları tasdik edenlerin –neûzü billah– dinden çıktıklarına hükmedilmiştir.4

İkinci bir husus; âyet-i kerimede anlatıldığı gibi hakikaten cinler Süleyman’ın (aleyhisselâm) emrinde çalışmışlar mıdır? Bazı modern yorumcular, Kur’ân’da hikâye edilen bu ve benzeri âyetleri, mecaz ve istiareye hamlederek bu türlü ifadelerin hakikat olmadığını iddia etmişlerdir. Bence, Kur’ân’ın anlattığı bu kabîl bütün olaylar, aynen cereyan etmiştir ve hakikatleri muraddır. Şimdi bunlardan alınacak derse gelince, o pek çok derinlikleri olan bir husus olsa gerek.. meselâ, bu âyet ile alâkalı olarak şöyle denilebilir:

Kâinat ilâhî irade ile kurulmuş ve yine ilâhî meşîet çizgisinde devam eden âdeta iç içe girmiş bir sistemler mecmuasıdır. Hiçbir sistem ve onunla alâkalı hiçbir harekette tesadüf söz konusu değildir. Şimdi Süleyman’ın (aleyhisselâm) dayanmış olduğu asânın kurtlar tarafından yenmesi de hem bir hakikattir hem de tesadüf değildir. İhtimal bununla bize anlatılmak istenen ise, bir gün mutlaka Süleyman’ın (aleyhisselâm) da saltanatının dağılacağıdır. Nitekim Hz. Süleyman’ın vefatını takip eden yıllarda, o saltanat dağılmış, toplum içinde ciddî inşikaklar yaşanmış ve yeniden Hz. Davud öncesi kaoslara dönülmüştür.

Evet hiç beklenmedik bir anda, dağlar cesametindeki saltanatlar bile yerle bir olur, yerinde yeller esmeye başlar.. o saltanata munkad boyunlar da kendilerini yeni bir vetirede bulurlar.

1 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/391, 452.

2 Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/79-82.

3 “O ne güzel kuldur. Çünkü o her zaman (Allah’a) rücûdaydı.” (Sâd sûresi, 38/30)

4 Bkz.: Tirmizî, taharet 102; İbn Mace, taharet 122; Ebû Dâvûd, tıp 1.

-+=
Scroll to Top