Sefer
Yolculuk yapma, bir yerden bir yere intikal etme mânâlarına geliyor sefer. Sofiye onu, kayıtlı yaşamaktan kurtulup kayıtsızlığa erme, bedenî ve cismanî alâkalardan sıyrılarak, kalb ufkunda Allah’a teveccüh etme şeklinde yorumlar. Bu tarif çerçevesindeki seferi, seyr u sülûk-i ruhanîdeki “seyr ilallah”, “seyr fillâh”, “seyr anillâh” ıstılahları ile kastedilen ruhanî yolculukla irtibatlandırmak da mümkündür.
Böyle bir teveccühün mebdei, tamamen iradî ve iman, islâm, ihsan köprülerinden geçerek ihlâs, riyâzet, zühd ve takva ekseninde bir seyahat; müntehâsı da, aşk, şevk, ilâhî cezbe ve incizab ehline وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ “Biz, ona şah damarından daha yakınız.”1 sözleriyle kendini bize anlatan Zât’ın, yoldakilere ait uzaklığı ortadan kaldırarak, ihsan tecellîsi dalga boyunda onlara hususî bir iltifatıdır ve onlar, vicdanlarında bunu hep duyarlar. Yolun belli bir noktasından sonra, ruhlarında bu esintiyi duyanlar, mazhariyet ve zevklerini, “Ne mekân var anda ne arz u sema.” (Süleyman Çelebi) şeklinde mırıldanır ve sürekli o zaman-mekân üstü seyahatlerine devam ederler. Böyle bir yolculuk, sâlikin hazırlanma keyfiyetine, ruhî ve kalbî istidat ve kabiliyetine ve tabiî her şeyden evvel, Hazreti “Akrabü min külli karîb”in ona hususî atâsına göre farklı şekillerde gerçekleşir ve derece derece zuhur eder:
İlk sefer; âfâkî ve enfüsî tefekkürle, kesrette vahdeti görmek, “nur-u tevhid” içinde Hakk’ın hususî teveccühü mânâsına “sırr-ı ehadiyet”i kalben sezip, zevken duymak ve serâdan süreyyâya her şeyin üzerinde O’nun mührünü müşâhede ile, sürekli mârifet yudumlayarak ilerlemek şeklinde tecellî eder ki bu bize, “seyr ilallah” çerçevesinde bir seyahati hatırlatmaktadır. Bu mertebedeki sâlik, her nesneden –tabiî, o nesnenin nefsine bakan yanları itibarıyla– alâkasını kesip, sürekli “ağyâr”dan “Yâr”e yönelme gayreti içinde bulunur.. ve gönlünün derinliklerinde bu pâyenin esintilerini duydukça ya da kalbinin zirvelerinde tali’inin ufkunu temâşâ ettikçe daha bir yükselme iştiyakıyla şahlanır ve müşâhede-zevk “salih daire”si içinde sürekli köpürür durur. Onun bu mânâdaki hâlini, “Allah’a karşı gelmekten sakınan takva erlerine, şeytandan bir fit veya sinyal erişince hemen düşünüp toparlanırlar ve gözleri açılıverir de, basiretlerine sahip olurlar.”2 âyeti ile irtibatlandırmak mümkündür; sâlik, bu ufk-u âlâda her şeyi daha bir farklı görür, daha bir farklı duyar, daha bir farklı değerlendirir ve hep bir farklılık sergiler.
İkinci sefer; kalb ve kafadaki müteferrik bilgi ve sezgilerden sıyrılarak mârifet ufkunda vahdete yürümek ve tevhid zevkini letâifiyle de ifade etmekle gerçekleşir ki, bunu da “seyr fillâh”ın mukabili sayabiliriz. Sâlikin esmâda Müsemmâ-i Akdes’i duyması; duyup kendini sıfatların vesayetinde hissetmesi ve acz ü fakr yörüngesinde اَلْفَقْرُ فَخْر۪ي “Fakirlik iftihar vesilemdir.”3 deyip, bir “vâhid-i kıyâsî” mülâhazasıyla kendi ufkunda O’na yürümesi, O’nu duyup, O’nu bilip, O’nu söyleyip, zevken O’nun maiyyetine bağlanmasından ibarettir. Biz, bu mertebeye “seyr fillâh” dedik ama, bazıları ona, “seyr bil-Hak” demeyi daha uygun bulmuşlardır. İşte böyle bir şâhikaya ulaşan gönül eri, esmâ ufkunda sıfat adesesi ile sürekli bu ufkun verâsını ve verâların verâsını izlemeye, gözlemeye alır ve “latîfe-i rabbâniye” ağını gererek, gece-gündüz hep esrar avlar. Tıpkı günebakan çiçekleri gibi, gönül gözleri belli bir ufukta, vicdanen bir alışveriş içinde ve bulunduğu ufkun mehâbetiyle oturur kalkar ve tir tir titrer. Bu mertebedeki bir sâlikin umumî ahvâlinden her zaman: “Onlar, Rablerine döneceklerinden emin ve kalbleri tir tir titreyerek verdiklerini verirler. İşte bunlardır hayra koşan ve yarışı kazananlar!”4 hakikati nümâyândır.. ve o, gözlerini varlığa çevirince hep esmâyı görür; varlık ötesini mülâhazaya alınca da hayrete varır.
“Esmâyı müsemmâdan gayrı göremez ârif;
Esrara olur vâkıf derviş-i pîr-i geylan..”
(M. Lütfî)
Üçüncü sefer; zâhir-bâtın farklılığını aşarak, cüz’iyet planında “mertebe-i ehadiyet”i ve külliyet dairesinde “mertebe-i vâhidiyet”i iman, iz’an yoluyla ve zevken duymak mazhariyetidir. Böyle şâhikalar üstü bir şâhikanın da “cem” ufkuna tekabül ettiği açıktır. İttihad ve hulûl değil, zevken ve hâlen suretteki zıtlıkları aşarak, her şeyin apaçık tevhide bağlanması mânâsında bir cem. Evet, Mevlâna’nın da ifade ettiği gibi, tevhid ve cem ittihad ve hulûl değil, sâlikin kendi ufkunda yok olmasıdır. Bu makam, aynı zamanda asliyet itibarıyla Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhi ekmelüttehâyâ) ait çok yüksek bir pâyedir.. ve zılliyet planında, bu mertebenin kahramanları için de, gönülde isneyniyetin silinip gitmesi ve “vücub imkân arası bir makam” diyebileceğimiz “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” ufkuna ulaşılması söz konusudur ki, bütün vilâyet derecelerinin serhaddi sayılır. Evet, tefsirdeki tevcihlerden birine göre, buradaki “kurbet-i kusvâ”, “hakikat-i Hazreti Muktedâ-i Ekmel”e ait bir pâye; gölgesi de, cüz’iyet çerçevesinde sadrı-sinesi müsait bütün müntehîlerin ulaşmaya çalıştıkları bir “ufk-i a’lâ”dır.
Dördüncü sefer; dava-i nübüvvetin vârislerine has, Hak’tan halka yönelme şeklinde “cem” sonrası, “fark” televvünlü bir kutlu seyahat ve tamamen fazl-ı ilâhî çerçevesinde özel bir teveccühe mazhariyetin unvanıdır. Böyle bir yolculukta, sâlik, ayağını sağlamca vahdet ufkuna bastıktan sonra, fevkalâdeden mevhibeler adına duyup tattıklarını, görüp zevk ettiklerini başkalarına da duyurmak iştiyakıyla, urûcunu nüzûlle derinleştirerek, halk içinde Hakk’ın tercümanı olma pâyesine yürür. “Seyr anillâh ve billâh” sözleri ile ifade edilen böyle bir sefer, seferlerin en yücesidir ve şâhikalar şâhikasını ihraz etmenin de bir başka unvanıdır.
Bu mansıbın kahramanları bazen, zâhir hâlleri itibarıyla garîb görünürler. Ama, ilâhî maiyyete mazhariyetlerinin şuurunda olduklarından, ömürlerini hep طُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ “Gariplere müjdeler olsun!”5 “ünsbahş” atmosferinde geçirir.. sürekli ötelerin esintilerini duyar.. ve iki âlemi birden yaşarlar.
Sofiyeden bazıları, ibtidâda sefer, intihâda ikamet mülâhazasında bulunmuş; bazıları, her ikisinde de ikamet kanaatini izhar etmiş; diğer bazıları da, her iki hâlde de “sefer” diyerek, baştan sona kadar her şeyi sefere bağlamışlardır.
Seferle alâkalı değişik yol ve sistemlerde, biraz da mizaç ve meşreplerin farklılığından kaynaklanan daha başka mülâhazalar da vardır ama, bunlar biraz da hususî ıstılahlara girdiğinden, umumî mânâdaki sefer mülâhazasının dışında kaldıklarını düşünerek biz şimdilik sadece Nakşîlerin, on bir tabire yükledikleri on bir esastan biri olan “sefer der vatan”a küçük bir işarette bulunup, diğer tabirlerin de birer cüz’î mânâsına işaretle yetineceğiz:
“Sefer der vatan”; hak yolcusunun fena huylardan, cismanî ve bedenî arzulardan sıyrılarak, melekî vasıflarla ittisaf etmesi mânâsına kullanılagelmiştir ki, Hz. Muhacir-i Ekber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) اَلْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللّٰهُ عَنْهُ “Gerçek muhacir, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp hicret edendir.”6 beyanına mutabık düştüğü söylenebilir.
On bir esas ve on bir tabirden diğerleri de şunlardır:
1. Hûş der dem: Bu, sâlikin nefeslerini bilerek, duyarak alıp vermesidir ki, bu sayede o, her zaman âdeta bir zâkir sayılır.
2. Nazar ber kadem: Bu da, hak yolcusunun, bütün dikkatini, ayağını basacağı yere teksif edip, her zaman gözünü ağyârdan koruması ve gönül gözlerine başka hayallerin girmesine yol vermemesini ifade eden bir tabirdir ki, sâlikin, Hazreti Hak’tan başka her şeye kapanması yerinde kullanılır.
3. Halvet der encümen: Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile bulunma yerinde kullanılan bu tabir, Nakşîlerde halvete karşı bir tavır da ifade eder gibidir. Onlara göre, halvette gizli bir şöhret hissi söz konusudur. Halk içinde bulunmak ise, hem böyle gizli bir şöhrete kapalı bulunma hem de insanlara yararlı olma açısından her zaman tercih edilegelen bir tavırdır.
4. Yâd kerd: Hatırlamak demek olan bu tabir, hak yolcusunun sürekli kendi iç âlemini gözden geçirip murâkabe etmesi ve nefesini tutup, kalbinden Allah’ı zikretmesi yerinde kullanılır ki, buna kalbî zikir de diyebiliriz.
5. Bâz keşt: Zikrini bitiren sâlikin, فَإِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْۙ7 fehvâsınca, başka bir hayra geçme sadedinde, “Allahım, Sen benim biricik maksûdum ve rızan da yegâne matlûbumdur.” mânâsına gelen إِلٰه۪ي أَنْتَ مَقْصُود۪ي وَرِضَاكَ مَطْلُوب۪ي cümlelerini tekrar etmenin işareti gibidir.
6. Nigâh daşt: Mâsivâyı (Allah’tan gayri her şey) hatırdan geçirmemeye çalışma yerinde kullanılan bu tabir, iç murâkabeden daha öte bir mânâ ifade eder ve istidatlara göre farklı farklıdır.
7. Yâd daşt: Sâlikin, her zaman Hakk’ın kendisini gözettiği şuurunda bulunması yerinde kullanılan bu tabir, “ihsanla” anlatılmak istenen şeyin aynıdır.
8. Vukûf-u zamanî: Bir müntehînin, yaşadığı zamanın her parçasında temkin ve teyakkuz içinde bulunması ve hep basîret üzere olması mânâsınadır ki, sona doğru önemli makamlardan biri kabul edilegelmiştir.
9. Vukûf-u adedî: Sâlikin durumuna göre, mürşidin ondan, belli sayıda belli kelimeleri zikretmesini istemesi yerinde kullanılagelmiş bir tabirdir.
10. Vukûf-u kalbî: Müntehînin bütün letâifiyle Allah’a yönelip, her zaman tam bir konsantrasyon içinde bulunmasından kinaye bir tabirdir ve zirvedekilere ait bir hâli işaretlemektedir.
هَدَانَا اللّٰهُ وَإِيَّاكُمْ إِلَى الطَّر۪يقِ الْقَو۪يمِ، وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الرَّؤُوفِ الرَّح۪يمِ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ.
1Kaf sûresi, 50/16.
2A’râf sûresi, 7/201.
3İbn Hacer, Telhîsu’l-habîr 3/109; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene 1/408, 762.
4Mü’minûn sûresi, 23/60-61.
5Müslim, îmân 232; Tirmizî, îmân 13; İbn Mâce, fiten 15.
6Buhârî, îmân 4, rikak 26; Ebû Dâvûd, cihad 2; Nesâî, îmân 9.
7İnşirâh sûresi, 94/7.