Sekir ve Sahv

Sarhoşluk ve kendinde olmama hâli diyebileceğimiz sekir; sofiye ıstılahında, sâlikin, sübühât-ı vechin şuâları karşısında mest olup kendini kaybetmesidir ki, onun yeniden his ve şuur âlemine dönmesi demek olan sahv ile beraber zikredilir.. ve sahv u sekir şeklinde kullanılır.

Sekir ile gaybet arasında her zaman bir eksiklik ve fazlalık söz konusudur. Şayet sekri yaşayan hak yolcusunun bâtını ilâhî vâridlere doymamışsa, o sekir noksandır.. ve böyle bir sâlik, gaybet ve ihsas hâlleri itibarıyla, sürekli gel-gitler içindedir.. dahası o, davranışları açısından da temkinden daha çok telvin edalıdır. Böyle bir hak yolcusuna, kendinde olmama mânâsına sekrân demektense mütesâkir demek daha uygundur. Bazen de bunun aksine, sekre sebebiyet veren vâridler sağanak sağanak gelir ve sâlikin bütün benliğini istila eder ki, işte o zaman tastamam bir sekir hâsıl olur.

Bazen sekir; kavî bir iman, ciddî bir mârifet, dengeli bir havf u heybetten kaynaklanır ve daha geniş bir alanda kendini hissettirir. Has dairede sekre gelince o, vecd erbabına mahsus bir “hâl” olup, ne zaman hak yolcusu, sübühât-ı vechin nurları veya “bî kem u keyf” cemal nimetleriyle şereflendirilse, hemen sekir hâsıl olur.. ruh, şevk u taraba girer.. ve gönülde aşkın bir heyecan yaşanır. Sahv, sekrin zıddıdır ve sâlikin yeniden ihsas ve şuur âlemine dönmesi demektir. Sekri hak olan seyyahın sahvi de haktır. Ömürlerini gaybet vadilerinde ruhanî zevklere gömülerek geçiren hak âşığı mest u mahmurları, ne zaman sultan-ı hakikat istila etse, duygu dünyalarında bir damla gibi deryaya düşer ve erirler.. bir cisim gibi yanar kül olur ve başkalaşırlar.. dahası bütün ihsas yolları ve köprüleri bir bir yıkılır.. her yerde ve her şeyde sadece O duyulur ve O hissedilir ki, böyle ihsas üstü hâli فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا “Rabbi dağa tecellî buyurunca, onu paramparça etti ve Musa yığılıp yerinde kaldı.”1 beyan-ı sübhanîsiyle irtibatlandıran bir hayli insan vardır.. ve böyle bir irtibattan hareketle; Tûr Dağı onca kuvvetine, salâbetine ve Seyyidinâ Hz. Musa da bir ulü’l-azm kelîmullah olmasına rağmen, dağın parça parça olduğu, Hz. Kelîmullah’ın da yıkılıp yerinde kaldığı gibi, ilâhî tecellîler sırasında erbab-ı vecd de başkalaşır; tavırdan tavıra girer; mest u mahmur davranır ve müteşabihâtın geniş vadilerinde çok defa mest u mahmur konuşur:

“ Sâkiyâ doldur şarabı vakt-i iftardır bu dem,

Ma’mur eyle bu harâbı lütf-i izhardır bu dem.”

(M. Lütfî)

sözleri o deryadan bir damla ve o hâlden bir kesittir.

“ Nesimî Sâki lütfundan bu gün mest-i tecellîdir,

Beni mest eyleyen dâim o meyden Mustafâ gördüm.”

(Nesimî)

beyanı mest u mahmur böyle bir gönlün nağmeleridir.

Bu vadide söylenmiş sekirle alâkalı daha nice beyan vardır ki, konumuzun istiap haddini aşar. Düşünün ki, o koca Hâfız bile divanına: أَلَا يَا أَيُّهَا السَّاق۪ي أَدِرْ كَأْسًا وَنَاوِلْهَا2 sözleriyle başlar.

Hak yolcusu sekir durumunda hâlî ve zevkî, sahv durumunda da ilmî ve temkinîdir; sekir hâlinde o, kendi cehd u gayreti olmaksızın, her zaman bir zemzeme-i haz ve lezzet içinde, sahv hâlinde ise, bir temkin ve ihsas, bir iradîlik ve şuur öncülüğünde hep Hazreti Hakikat’i duymaya çalışmaktadır.

Bazıları sekri, Hazreti Mahbûb’un tam duyulup hissedilmesi anında, kalbin fevkalâde galeyana gelmesi şeklinde anlamışlardır ki, buna, nefsin gaybî vâridât karşısında zevk u sürûra gömülmesi veya aşkın galebe çalmasıyla sâlikin kendini yitirmesi de diyebiliriz. Birinci sekir tabiî, ikincisi ise ilâhîdir. Ne var ki, sekir neden kaynaklanırsa kaynaklansın, hak yolcusu sürekli hayret yaşar; hep şevk u tarab içinde oturur-kalkar ve sekri daha da derinleştikçe, hayret ve dehşet vadilerinde dolaşmaya başlar; hatta bir an olur ki iradesi bütün bütün çözülür ve artık kendini O’nun varlığının nurunun bir gölgesi gibi duyar ki, bu noktaya ulaşan sâlike “murad” denir. Böyle birinin fâni sıfatlarının yerini, Hazreti Bâki’nin sıfatlarının tecellîsi işgal eder; eder ve artık o فَبِيَ يُبْصِرُ “Benimle görür.”3 hakikatinin mücellâ bir aynası hâline gelir.

Böyle bir zirveye işaret sadedinde Semeretü’l-Fuad sahibi duygularını şöyle dile getirir:

بُلبُلِ طَبعَم اَزُو گُويَـا شُـدَه……چَشمِ دِيدِ مَن اَزُو بينـا شُدَه

زُو شَنِيدَم نُطقُ و نُطقَم اُو بدَاد……وَاِين اَســرَار دَر جَانَم نِهَاد

هَست اَز نُورِ خُدَا رُوشَن دِلَم……زَانكِه اَز نُورِ مُحَمَّد خُوش دِلَم

“Bülbül tabiatlı benim dilim O’nunla çözülmüştür. Benim gören gözüm O’nunla görmektedir. Ben nutku O’ndan işittim; O bu nutku bana lütfetti ve onunla sırları gün yüzüne çıkardı. Şimdi, Hudâ’nın o parlak nuru sayesinde gönlüm pırıl pırıl.. ve yine bu sebeptendir ki, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nuruyla hoş kalbli biri olmuşum.”

* * *

Bazıları sekri, kelimenin ifade ettiği mânâ itibarıyla yadırgamış, aklen ve şer’an mezmum olan bir mefhumun tebcil edilmesi şeklinde anlamış ve ona karşı belli tavırlar içinde olmuşlardır. Aslında aşk u vecdin gereği kendinde olmama “hâli” diyebileceğimiz sekir, Hazreti Tecellî’nin insanı mest ve sermest eden vâridât veya tayflarına bir mânâda maruziyet, bir mânâda da mazhariyetten kinaye olarak kullanılmıştır. Cihet-i câmia da, zevk u lezzet ve temyiz edememe gibi hususlar olsa gerek… Tevbe ile alâkalı bir hadis-i şerifte Hz. Sahib-i Muhkemât, böyle muvakkat, fakat aşkın bir sevinç karşısında: اَللّٰهُمَّ أَنْتَ عَبْد۪ي وَأَنَا رَبُّكَ4 bedevî misalindeki beyanıyla bize bu konuda kapı aralar.

Kaldı ki, her zaman hâle mağlup, aşk u iştiyakla yanıp-tutuşan dünya kadar insan gelip geçmiştir. “Ey mutribâ, çal sazları mest u harabem men bu gece (M. Lütfî) diyen zat, mecazın cevazıyla, başka değil, âşıkların şevk u tarabını anlatıyor.

Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da pek çok hakikat yolcusu, her yerde temâşâ ettikleri ilâhî nur, renk ve şekil karşısında, kendi çerçevelerine göre hep aynı şeyleri mırıldanacaklardır.

Aslında, sâlikin kalbi vecd ile sarıldığı, gönlü Ebedî Mahbûb’a aktığı, vicdanıyla gidip maiyyet yaşadığı esnada, enbiyâ basîret ve azmi gerekir ki bu türlü iltibaslara girilmesin. Yoksa, muhabbet çağlayanlarına yelken açan âşık u sâdıklar, yer yer mecralarından taşarak aşkın yaşayacaklardır; yaşayacak ve beraberliğin verdiği neşve ve sürûrla her zaman kendilerini, o aşk dalgalarına salacak, hep “Hû” deyip hayret yaşayacaklardır.

Sekir süresince hak yolcusunun gaybet duygusu hep “Hû” ile seslendirilir. Aşağıdaki mısralar –iltibasa açık yanları mahfuz– bu vadide söylenmiş güzel sözlerdendir:

Dîdemin envârı Hû’dur, aklımın fermânı Hû;

Dilimin ezkârı Hû’dur, nâlemin efgânı Hû;

Gönlümün seyrânı Hû’dur, cânımın cânânı Hû;

Âşık-ı sermest olanlar Hû iledir Hû ile,

Nakd-i cânın harç kılmış yoluna dildârının,

Vaslı Hû’dur, faslı Hû’dur, derdine dermânı Hû.

(Abdiyâ)

Sahv, ârifin, his ve şuur gaybûbetinden sonra, ikinci bir ihsas ve idrakle kendine gelmesi veya ömrünü, enbiyâ-i izâm gibi hep gözleri açık, ihsasları tam ve şuuru yerinde olarak geçirmesinden ibaret sayılmıştır ki, ona sekrin zıddı da diyebiliriz. Tokâdîzâde Şekîp’in:

“ Bezminin mahrem-i bîhûşu olan ehl-i huzûr,

İstemez neşvesini sahv ile etmek tağyir”

beyti, konuyla alâkalı önemli bir çerçeve sayılabilir.

Sekir bir hâl ise, sahv bir makamdır ve sekre göre daha objektif, daha sıhhatli ve daha istikametli bir makamdır. Sekir, sübjektif Hak mülâhazasına istinad etmesine karşılık sahv, isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhat, nâ kabil-i idrak Zât-ı Ecell ü A’lâ mülâhazasına dayanmaktadır. Diğer bir tabirle sekir, infisal televvünlü, sahv ise ittisal edalıdır. İlkinde az-çok “fenâ fillâh” işareti, ikincisinde de “bekâ billâh” remzi sezilir. O’nun bekâsıyla bir bekâ billâh ki, böyle bir hâl, “bekâ billâh-maallah” sözcükleriyle ifade edilir.

Bazıları, sekri sahva tercih etmiş ise de, bu, ya hâle mağlup olmuş mestlerin mülâhazasıdır veya sülûkun televvün vadilerinde cereyan etmesinden kaynaklanmaktadır; zira sekirde gaybet, sahvda huzur vardır. Sekrin hâle mağlubiyeti, sahvin ihsas ve şuura merbut bulunması, sekrin televvün, sahvin temekkün ifade etmesi, sekrin, bazı velilerin yolu, sahvin enbiyâ ve asfiyânın mesleği olması gibi hususlar, sahvin birkaç kadem önde olduğunu göstermektedir ve وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ “Gelmesi muhakkak yakîn gelinceye dek Rabbine ibadet et!”5 diğer bir yaklaşımla; gözlerin ölümle îmân rükünlerinin hakikatine uyanacağı ana kadar, seyr u sülûk-i ruhanîyi devam ettir; ettir, zira nâmütenâhîye müteveccih seyahat de nâmütenâhîdir.

Bundan başka sahv, hayat mülâhazasıyla da sımsıkı irtibatlı ve cem-i irade hâlidir. Sekirde “cem-i vücud” ve “cem-i şuhûd” mülâhazalarının yer yer iradeyi baskı altına almalarına karşılık, sahvde: فَبِيَ يَسْمَعُ وَبِيَ يُبْصِرُ وَبِيَ يَبْطِشُ وَبِيَ يَمْش۪ي “Benimle duyar, Benimle görür, Benimle tutar ve Benimle yürür.”6 gibi Allah maiyyetinin tezahür ve tecellîleri sayılan bir hususî inayet, hususî riayet ve hususî medet söz konusudur.

رَبَّنَۤا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا.7

وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِه۪ أَبَدًا.

1 A’râf sûresi, 7/143.

2 Ey sâki! Bana bir kadeh şarap doldur.

3 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/81; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/580.

4 Müslim, tevbe 7.

5 Hicr sûresi, 15/99.

6 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/81; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/580.

7 Kehf sûresi, 18/10.

-+=
Scroll to Top