Sekizinci Bölüm SAHABE-İ KİRAM ve TÂBİÎN-İ İZÂM

A. SAHABE-İ KİRAM

Sünnet-i Nebeviye’nin ve hatta Kur’ân-ı Kerim’in nakilcileri, sahabe-i kiramdır. Mü’min ve Müheymin olan Allah’tan (celle celâluhu), emîn olan Cibril (aleyhisselâm) vasıtasıyla, insanlığın en emîni Muhammedü’l-Emîn’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen ‘emanet-i kübrâ’yı aynıyle bize nakleden emanetçiler, ashab-ı kiram efendilerimiz olmuştur.

Sünnet, Kur’ân’ın kendilerinden senâkârane bahsettiği..1 Tevrat ve İncil’in kendilerine methiyeler çektiği..2 kâhinlerin kendilerinden söz ettiği.. kılı kırk yararcasına cihanpesendâne bir hayat yaşayan.. ve yalnızca Bedir, Mute, Yermuk destanlarıyla değil, hayatlarının her safhasıyla dillerde destanlaşan ve hayatlarını ukbâya göre ayarlayıp, adımlarını hep rıza-yı ilâhî mülâhazasıyla atan bu insanüstü insanların elleriyle bize intikal etmiştir.

Dolayısıyla, mevzumuz açısından bir nebze de sahabe-i kiramdan ve onlara ihsanla tâbi olan tâbiîn-i izâmdan söz etmek istiyorum:

1. Sahabe ve Tabakât-ı Sahabe

Sahabenin tarifi ve kime sahabi deneceği mevzuunda en tercihe şâyân görüş Hafız İbn Hacer’e ait olanıdır. Ona göre sahabi: “Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) görüp, az dahi olsa sohbetine eren, O’nu dinleyen ve bu ahd ü peymân içinde vefat eden mü’min insandır.”3

Bazıları, Allah Resûlü’yle (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yıl hatta iki yıl birlikte olma şartını ileri sürmüşlerse de, cumhura göre, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek atmosferi içine giren ve o atmosferden kalbine ve ruhuna ilhamlar akseden, az buçuk O’nun nurlu ikliminden istifade edip ve vade vefa içinde ölüp giden her mü’minin, sahabi sayılacağında ittifak vardır. Kâfir, Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) elli bin defa da görse, sahabi olamaz.

Şüphesiz, her sahabi aynı derecede değildir. Sahabinin de kendi aralarında tabakaları vardır. Yolların bütünüyle sarpa sardığı dönemde Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman edenlerle, hicretten ve en nihayet fetihten sonra iman edenler, herhâlde aynı kategori içinde mütalâa edilemezdi.

Mesele Kur’ân’da ve sünnette de böyle ele alınmıştır. İlgili âyetlerde muhacirlerin ve ensarın ilklerinden bahsedildiği gibi4 fetihten önce infak edip savaşanların, fetihten sonra infak edip savaşanlardan daha üstün bir dereceye sahip oldukları da yine Kur’ân’da anlatılan gerçeklerdendir.5 Ayrıca, bu farklılığı Efendimiz’in tercihlerinde görmek de mümkündür.

Meselâ, bir defasında Hz. Halid, Hz. Ammar b. Yâsir’i incitince, Allah Resûlü, Hz. Halid’i ciddî azarladı.6 Hz. Halid, sâbikûn-u evvelûndan bir başkasıyla arasında benzer bir hâdise vuku bulduğunda da yine aynı muameleye maruz kaldı ve: “Benim ashabıma ilişmeyiniz!” sözünü işitti.7 Bir başka defasında, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’i incitince, bu defa Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ömer’e kaşlarını çatarak; “Hepiniz beni inkâr ettiğiniz zaman o beni tasdik etti. Ashabımı bana bırakmalı değil miydiniz?” ikazında bulundu. Hz. Ebû Bekir, dizleri üzerine çöküp: “Suç bendeydi yâ Resûlallah!” demesi ise, Ebû Bekir’ce bir davranıştı ve genel havayı tadile matuftu.8

Sahabenin tabakalarıyla alâkalı en iyi taksim ve tespit, Müstedrek sahibi Hâkim en-Nîsâbûrî’ninkidir. Ona göre, sahabe, on iki tabakaya ayrılır:9

1. Raşid Halifeler ve onlarla beraber ilk iman edenler; bilhassa Aşere-i Mübeşşere’den geriye kalan altı sahabi.

2. Dârü’l-Erkam ashabı, yani Hz. Ömer’in Müslümanlığından önce iman etmiş olup, imanlarını gizleyen ve Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın hanesinde bir araya gelenler.

3. Habeşistan’a hicret etmiş olanlar.

4. Birinci Akabe Bey’atında bulunanlar.

5. İkinci Akabe Bey’atında bulunanlar.

6. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kuba’dan Medine’ye teşriflerinden evvel mülâki olan ilk muhacirler.

7. Bedir Ashabı.

8. Bedir’le Hudeybiye vak’ası arasında hicret edenler.

9. Bey’atü’r-Rıdvan Ashabı.

10. Halid b. Velid ve Amr İbnü’l-Âs gibi, Bey’atü’r-Rıdvan ile feth-i Mekke arasında hicret edenler.

11. Fetih’ten sonra Müslüman olanlar.

12. Fetih’te, “ashabıyla vedalaşması” mânâsında “Vida Haccı” ve son haccı olması hasebiyle “Veda Haccı” denilen hacda ve sair yerlerde Efendimiz’i görmüş olan çocuklar.

2. Sahabenin Büyüklüğü

Sahabe, enbiyâdan sonra, ittifakla insanlığın en büyükleridirler. Mutlak fazilet enbiyâya aittir ve onlara kat’iyen yetişilmez. Onlardan sonra sahabe gelir, bununla birlikte, hususî bazı faziletlerde, -mutlak fazilette değil- Benî İsrail peygamberlerinden bazılarının seviyesine erişen sahabilerin varlığından söz edilebilir.

Tekrar ediyorum bu, bazı sahabinin bazı faziletlerde, bazı peygamberlere ulaşması demektir. Aynı şekilde, hususî bazı faziletlerde Şah-ı Geylânî, İmam Rabbânî, Muhammed Bahauddin Nakşibend gibi zatlar, bir kısım hususî fazilette, “mercûhun râcihe rüçhaniyeti” esasına binaen, sahabiyle omuz omuza olabilir. Ancak, dünden bugüne, her zaman din adına sözleri hüccet, akılları kalbine yâr, kalbleri de akıllarına yâr, sineleri ulûm-i dîniye, akılları fünûn-u medeniye ile aydınlanmış, her asırda İmam Ebû Hanife ve İmam Şâfiî gibi müeddeb zatlardan müteşekkil cumhurun ittifakıyla, enbiyâdan sonra mutlak fazilet, sahabe-i kirama aittir.10

O kadar ki, çoklarınca ilk müceddit kabul edilen ve hususî bazı faziletlerde çok önde olan Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri bile, bu hususta sahabenin en küçüğüne yetişemez. En büyük velilerden İmam Rabbânî de mutlak fazilette: “Ömer İbn Abdülaziz, Vahşî’nin ancak atının burnundaki bir toz olabilir.” hükmünü vermiştir.11

3. Sahabeyi Yücelten Âmiller

Nereden gelmektedir sahabenin büyüklüğü?

a. Risalet Cihetiyle Beraberlik

Birincisi sahabe, Allah Resûlü’nün peygamberliğiyle ve risaletiyle münasebettardır. Allah Resûlü’nün vefatıyla nübüvvet kapısı kapanmış olduğundan, daha sonra gelen veliler, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ancak vilâyetiyle münasebet içindedirler. Dolayısıyla, nübüvvet ve risalet, vilâyetten ne kadar üstünse, sahabe de, en büyük velilerden o kadar üstündür.

b. İnsibağ Keyfiyeti

İkincisi, “Sohbette insibağ vardır.” Büyük bir zatın eserlerini defalarca okumak, onun huzurunda birkaç dakika durmanın kazandıracağı şeyi kazandıramaz. Huzurda bulunma ve sohbetten doğrudan doğruya istifade etme, hele Allah mehâbeti altında yaşayan insanın sözlerinde, bakışlarında, yüz işmizazlarında, dudak ve el hareketlerindeki ruhu, mânâyı yakalama ne yazılır, ne de kitaplarda okunur.

Allah Dostu’nun namazını, O’nun ayakta nasıl durduğunu, nasıl rükû ve secde ettiğini kitaplar yazar ama, sinesinin ızdırabını, Allah karşısında iki büklüm olmasını, kıvrım kıvrım kıvranmasını, ancak ve doğrudan doğruya onun atmosferine girme, onunla arkadaş olma, diz dize gelme ve huzurda bulunma verebilir.

İşte, sohbetteki bu insibağı anlamayan, sahabeyi anlayamaz ve onun büyüklüğünü kavrayamaz. Sahabe olmak için, mekânın üstüne çıkmak, 1400 sene öteye gitmek ve o uzak noktadan, ötelerde bir yerlerden yıldızları seyreder gibi onları seyretmek, bizzat Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna dehalet edip “Dahîlek yâ Resûlallah!” demek lâzımdır.

c. Doğruluğun Peşinde Olmaları

Üçüncüsü, sahabenin hayatında, şakacıktan da olsa yalan yoktur. En doğru söyleyenin bile birkaç yalanının olduğu günümüzde, bunu anlamak oldukça zordur. Onlar o gün yeni Müslüman olmuştular. Müslüman olmuş, yalandan ayrılıp doğruya gelmiş, ahlâksızlıktan ayrılıp ahlâka ulaşmış, karanlıktan uzaklaşıp ışığı yakalamış ve kendilerine vaad edilen güzelliğe ermek için mallarını ve canlarını seve seve feda etmişlerdi.

Çok pahalıya satın aldıkları bu değeri, öyle ucuza satıp, feda edecek değillerdi. Sâdık-ı Masdûk Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) makamı olan sadakat etrafında kümelenmiş bu insanlar, Müseylimetü’l-Kezzâb’ın makamı olan yalana asla tenezzül etmez ve böyle süflîlerden süflî bir makama düşmek istemezlerdi.

Binaenaleyh, sahabiyi düşünürken, o müthiş inkılâp içinde, ayın kürre-i arzdan kopup, son hızla uzaklaşması ve her geçen gün biraz daha uzaklara gitmesi mülâhazasıyla bakılmalıdır ki, bu mesele anlaşılabilsin.. evet, sahabe, yalandan, yalancı bir dünyadan kopup son hızla uzaklaşmış ve bir daha da o çıyan yuvası, yalanın, dolanın, aldatmanın ve her türlü lâahlâkîliğin yaşandığı anlayışa dönmemişti.

Siyasetin yalana revaç verdiği, ahlâkın yanında ahlâksızlığın, yümnün yanında yümünsüzlüğün ticaretinin yapıldığı günümüzde, bunu duyup hissetmek çok zordur zannediyorum. Bunu duyup hissetmeyince de sahabe-i kiramı kendimiz gibi sanacak ve gökteki melekleri ya da yıldızları, yerdeki yıldız böcekleriyle bir tutmak gibi bir garabet içine gireceğiz.

d. Vahyin Oluşturduğu Canlılık

Dördüncüsü, Asr-ı Saadet’te birbiri ardına sahabe üzerine semavî sofralar iniyordu. Göklerin ve yerin Mâliki’nden, Meliki’nden her gün yeni yeni mesajlar geliyor ve sahabe, her gün bu mesajlarla âdeta yıkanıp arınıyordu.

Bir gün ezanın teşrîi.. öbür gün kâmetin teşrîi.. bir başka gün nikâhın teşrîi ve bilâhare dört kadınla sınırlandırılması, sonra da şarta bağlanması.. içkinin yasaklanıp eldeki kadehlerin yere çalınması.. ta ruhlarının derinliklerine işleyen ilâhî ve semavî sofralardan sadece birkaçıydı.

Ayrıca, bu sofraların, bu mesajların bir yanında, her zaman kendileriyle alâkalı bir hususu ve bazen gizli, bazen açık kendi isimlerini bile yakalayabiliyorlardı. Meselâ; مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dan sonra وَالَّذِينَ مَعَهُ denirken gözler çok defa Hz. Ebû Bekir’e, أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ denince Hz. Ömer’e, رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ denince de12 Hz. Osman’a dönüyordu. مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ okununca13 bakışlar, Enes b. Nadr’ın kahramanlığı ve şehadetinin etrafında geziniyor; hatta Enes İbn Mâlik de mezarında amcasına bakıyordu. Sonra, Allah Resûlü, Übey b. Ka’b’ı çağırıyor ve “Beyyine sûresini sana okumamı Allah bana emretti.” diyor, Übey: “Adımı da söyledi mi yâ Resûlallah?” diye soruyor ve: “Adını da söyledi.” cevabını alıyordu.14 Yine Allah:

فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا âyetinde15 Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) azatlısı, ilklerin ilklerinden Zeyd b. Hârise’nin adını anıyordu.

Evet, Allah onları, onlar da hep Allah’ı anıyorlardı. Gölgesini olsun rüyalarımızda yakalamamızın bize bir hafta yettiği Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla, O’nun azamet ve kudsiyetine münasip bir şekilde sürekli Allah’la münasebet içindeydiler. Onların hayatları, bu seviyede yakaladıkları anlayış, idrak, basiret ve mârifet içinde sürüp gidiyordu.

İşte, Kur’ân’ı ve Sünneti bize nakledenler, bu seviyedeki insanlardı; yalana tenezzülleri asla mümkün olmayan bu insanlar… İşte Kur’ân ve Sünnet de böyle sağlam insanlarla, öyle sapasağlam perçinlenmişti ki artık onlardan sonra da bu durumu değiştirmek mümkün olmayacaktı.

e. Zor ve Çetin Dönemde Sahip Çıkmaları

Sahabe-i kiram, İslâm’a sahip çıkmanın çok pahalı olduğu bir zamanda sahip çıktı. Bugün de pahalıdır bu iş ama çok daha pahalı olduğu öyle zamanlar olmuştur ki, bir beldede bu meseleye sahip çıkan bir mü’min, Âkif’in:

“ Nerde yârânım diyorken ben, bülend âvâz ile

Nerde yârânım diyor vâdi, beyâbân, kûhsar.”

beytinde ifade ettiği yalnızlık içindeydi.

Sahabe-i kiram, bundan da öte bir yalnızlık ve bir vahşet içinde Allah’ın dinine ve peygamberine sahip çıktılar. Hem öyle bir zamanda ve öyle şartlar altında sahip çıktılar ki, Muhyiddin İbn Arabî’nin Muhâdaratü’l-ebrâr ve müsâmeretü’l-ahyâr’ında naklettiğine göre, Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Ebû Ubeyde İbn Cerrah’a, Hz. Ali’ye ulaştırması için söylediği şu sözler, onu tasvire yeter zannediyorum:

“Yâ Ali, sen çocuktun; sağını solunu daha bilmiyordun. Biz, ölümü birkaç defa göze almadan sokağa çıkmaya cesaret edemezdik; çıkarken de başımızda kılıçların kavis çizeceğini düşünürdük. Zağlanmış hançerlerin bağrımıza saplanmasını hesaba katmadan kimseye ‘Allah birdir.’ diyemezdik.”16

Bu seviyede, bu buudda İslâm’ı tanımış ve yakalamıştı onlar.. ve bir hamlede gözleri açılmıştı ötelere. Meselâ, bir defasında Hâris b. Mâlik, mescitte yatıyordu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisini ayağıyla dürtüp uyandırdı. Her sahabinin dediği gibi: بِأَبِي أَنْتَ وَأُمِّي يَا رَسُولَ اللّٰهِ “Anam, babam sana feda olsun, bir emriniz mi var yâ Resûlallah?” dedi. كَيْفَ أَصْبَحْتَ “Nasıl sabahladın?” diye sordu Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona.

Hâris (radıyallâhu anh): “Hak mü’min olarak sabahladım; hak mü’min olarak kendimi idrak ediyorum.” cevabını verdi. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Her hakkın, bir hakikati vardır; peki senin bu imanının hakikati nedir?” sorusuna da:

“Gündüz oruç tuttum; gece de sabaha kadar Rabbimin karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde büklüm büklüm oldum yâ Resûlallah… Şu anda öyle bir ruh hâleti içindeyim ki, Rabbimin Arş’ını, ehl-i Cennet’in ferih-fahûr Cennet’te sağdan sola gidip gelişini görür gibiyim.” karşılığında bulundu.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, şöyle mukabele etti ona: “Sen öyle bir insansın ki, tepeden tırnağa iman kesilmişsin!”17

İşte onlar, Allah’a (celle celâluhu) bu derece yaklaşmıştı ve Allah da, bir kudsî hadisinde ifade ettiği gibi onların, gören gözleri, işiten kulakları, konuşan dilleri, tutan elleri olmuştu.18

4. Kur’ân-ı Kerim’de Sahabe

İmam İbn Hazm, kendisi gibi pek çok müçtehit ve eimmenin kanaatine tercüman olarak: “Sahabe-i kiramın bütünü ehl-i Cennet’tir.”19 der. İçlerinde Aşere-i Mübeşşere gibi bazılarının hayatta iken Cennet’le müjdelenmesi,20 onların Cennet’te de belli bir pâyeye sahip olmalarından dolayıdır. Kur’ân’da ve sünnette bu görüşü destekleyen pek çok deliller vardır.

Evvelâ, Kurân-ı Kerim, Fetih sûresinin son âyetinde sahabeyi şöyle tavsif eder:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ “Muhammed Allah’ın Resûlü’dür.” İman-ı billâhtan sonraki en büyük hakikat; Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’la insanlar arasında mukaddes bir vesile ve vasıta oluşudur.

وَالَّذِينَ مَعَهُۤ أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ “O’nunla beraber bulunanlar ve O’nun maiyyetinde olanlar ise, küfre ve kâfirlere karşı çok çetindirler.”; (bükülmez kol, bükülmez bel ve temenna durmaz kamet).

رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا “Kendi aralarında yumuşaklardan yumuşak ve rahîm mi rahîmdirler.” (Hayatları namazdan ibarettir, denecek derecede o kadar çok namaz kılarlar ki), sen onları rükû ve secdede görürsün.”

يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا “Allah’tan fazl ve razılık diler dururlar.” ‘Allahım! Cennet bizden uzak ama, Senin fazlınla ayağımızın ucu, burnumuzun ucu, iki kaşımızın arası kadar yakındır. Allahım! İman ışığını eğer Sen yakmazsan, o bizden çok uzak; fakat Senin fazlınla yakınlardan daha yakın bir meşaledir. Allahım! Razılığını isteriz; Sen verirsen her şey olur; vermez, mahrum edersen, insan her şeyden mahrum kalır.’ der ve bunu vird-i zebân ederler.

سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ “Secde emaresi, alınlarında bellidir.” Onların alınlarında nûrefşân bir nişan sezer.. ve secdeden meydana gelmiş izler görürsünüz. Onları hiçbir şeyden tanımasanız bile, yüzlerindeki secde izlerinden, yüzlerinin behcet ve beşâşetinden tanırsınız. Onların nâsiyeleri, pırıl pırıl, dırahşân ve şûlefeşândır…

ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ “İşte, Tevrat, onları böyle anlatmaktadır.”

وَمَثَلُهُمْ فِي الْأِنْجِيلِ “İncil ise, onlardan şöyle bahseder.”: كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ “Bir ekin ki, ruşeym hâlinde başını taştan, topraktan dışarı çıkardı.” فَاٰزَرَهُ “Derken, hemen büyüdü ve boy attı.” فَاسْتَغْلَظَ “Ve ardından da kalınlaştı.” فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ “Ve gövdesi üzerine doğruldu (ve salınmaya durdu.)” يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ “Öyle ki, ekini ekeni, tohumu saçanı bile hayrette bırakacak derecede (çabuk büyüdü, küfre, dalâlete baş kaldırdı, bütün dünya ile hesaplaşacak seviyeye ulaştı.) Küffârı gayz içinde bıraksın diye.”:

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا “Allah onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”21

Nedir Allah’ın vaad ettiği büyük mükâfat? Kur’ân, bunu tasrih etmiyor; çünkü, sürpriz yapacak Allah; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği mükâfatlarla mükâfatlandıracak onları;22 Cennet’ine koyup, Firdevs’iyle serfiraz etmesi ise, onlara bir unvan-ı eltafı.

Bir gün, çocuğu şehit olmuş bir kadın, Allah Resûlü’ne gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü, eğer Hârise şehit olduysa ve eğer Cennet’e girdiyse ağlamayacağım; yok, böyle değilse, kıyamete kadar üstümü başımı yırtacak ve ağlayacağım.” dedi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu kadına şu hayatbahş cevabı verdiler: “Cennet bir değil ki! Senin oğlun, Cennet’in en yükseği olan Firdevs’tedir.”23

Bu, sonradan iman etmiş genç bir sahabiydi. Sonradan iman etmiş sıradan bir sahabi, Cennet’in en yükseğine giderken, sünneti bize nakleden ve hakikat-i Ahmediye’yi günümüze taşıyan büyük sahabilere yalan isnadında bulunmanın, bulunup ehl-i Cehennem görmenin, insanı nereye götüreceğini düşünmek gerekir!

Yine, Kur’ân-ı Kerim buyuruyor: وَالسَّابِقُونَ الْأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالْأَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ “Muhacirlerden ve ensârdan o ilkler, o önde gidenler ve bir de ihsan şuuruyla onlara tâbi olanlar var ya, Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar.”24

Allah, onlardan her nefse:

يَۤا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ۝اِرْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّة۝فَادْخُلِي فِي عِبَادِي۝وَادْخُلِي جَنَّتِي

“Ey itminana ermiş tertemiz nefis, sen Allah’tan, Allah da senden razı olarak Rabbi’ne dön. Kullarımın içine katıl ve gir cennetime!”25 der.

Evet, bazıları sahabeden razı olmasa da, Allah onlardan razıdır; bazıları, Cennet’i onlara çok görse de: وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الْأَنْهَارُ “Allah, onlara altlarından ırmaklar akan Cennet’ler hazırlamıştır.” خَالِدِينَ فِيهَۤا أَبَدًا “Hem, orada ebedî kalacaklardır.” ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ “Ve bu büyük bir mükâfat, büyük bir kazançtır.”26

Muhacirler, yurtlarını yuvalarını bırakmış.. ve tabiî ondan önce de beşerî arzularından, nefsanî isteklerinden hicret etmiş.. mâsiyetten itaate, nefsanîlikten ruhanîliğe ve Mekke’den Medine’ye göç etmiş insanlardır.

Ensar ise, onlara bağırlarını açan, onları kucaklayan ve onları barındıran kutlulardır. Bu öyle bir kucak açma ve barındırmadır ki, sadece şu kesitten rasat, yeter insana: Sa’d İbn Rebî, Allah Resûlü’nün, onunla aralarında kardeşlik kurduğu Abdurrahman İbn Avf Hazretleri’ni götürür evine ve iki hanımını göstererek: “Bak kardeşim, sen hicret ettin; fedakârlık yaptın. Şu iki hanımdan hangisini istersen boşayayım, iddetini beklesin, sonra da onunla evleniverirsin.” der. İbn Avf ise: “Kardeşim, Allah sana zevcelerini mübarek kılsın. Sen bana bir ip ver ve pazarın yolunu göster.” der ve Mekke’nin tüccarı Medine pazarlarında hamallığa yürür…27

Evet bu, öyle bir kucak açma ve barındırmadır ki, Devs’ten gelip Müslüman olan ve Resûlullah’ın yanından ayrılmama uğruna, sünneti gelecek kuşaklara aktarma adına gündüzleri sâim, geceleri kâim; aç sabahlayıp, aç geceleyen ve çok defa açlıktan sar’a tutmuş gibi yerlerde kıvranan Ebû Hüreyre Hazretleri, kendi gibi açlığa müptelâ olmuş birini anlatır; bu zat Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir ve: “Yâ Resûlallah, günler var ki, ağzıma bir lokma bir şey koymadım!” der.

Bunun üzerine, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) süt halalarından olduğu söylenen Ümmü Süleym’in ikinci kocası, o müthiş insan ve en çok sevdiği hurma bahçesini Allah yolunda infak eden Ebû Talha, onu alır ve evinde misafir eder. Ne var ki, evde yiyecek öyle fazla bir şey de yoktur. Zevcesi Ümmü Süleym’e: “Çocukları akşamdan yatır ve ne varsa sofraya koy. Mumu da daha iyi yakayım derken söndürüver. Karanlıkta kimin ne yeyip ne yemediği belli olmayacağından, ben kaşığımı tabağa boş götürür getiririm; böylece misafirimiz de karnını doyurur.” der.

Öyle yaparlar.. ve derken misafir de karnını doyurma fırsatı bulmuş olur. Sabah namazında her ikisi de Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yerlerini alırlar ve namaza dururlar.. namazı müteakip, Allah Resûlü geriye döner, gülümser ve: “Bu gece ne yaptınız? Hakkınızda şu âyet nazil oldu.” der ve âyeti okur:

وَالَّذِينَ تَبَوَّءُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْوَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْوَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُۨولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Onlardan (muhacirlerden) evvel orasını (Medine’yi) yurt ve iman ocağı edinmiş olan (ensar-ı kiram), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler, severler onları. Onlara verdiklerinden dolayı kalblerinde en ufak bir hâcet, talep, elem, pişmanlık da duymazlar. Kendileri fakr u hâcet içinde bile olsalar, onları öz canlarından daha üstün tutar, öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte böyleleridir muradlarına erenler, onlardır kurtulanlar.”28

Evet, bugünün insanının hayallerinin bile ulaşamayacağı bir insanî seviyeyi ihraz etmişti onlar. Kalbleri dupduruydu.. en ufak bir eğrilik yoktu içlerinde ve Allah, onlardan razı olduğunu daha hayatlarındayken ilan ediyordu. Razı olmuştu Allah onlardan.. tastamam mü’mindi onlar ve Allah, O mü’minlerden razı olmuştu.. hem de şüphesiz razı olmuştu.

İşte, mini bir mealle, onların mânâlandırılmaları: “Ey Resûlüm, seni Mekke’ye sokmadıkları zaman, canlarını ve mallarını yolunda vermek, her şeylerini uğrunda feda etmek ve sen ne dersen onu yapmak üzere ellerini ellerinin üzerine koyup sana biat ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştu.. razı olmuş ve kalblerindekini de bilmişti.. niyetlerindeki ihlâsı, samimiyeti ve duruluğu bilmişti de onlardan razı olmuş ve üzerlerine sekîne, itminan, temkin indirmişti. Öyle ki, bütün dünya karşısında tek başlarına da kalsalar, itminan içindeydiler.. çok yakın bir gelecekte de, Hudeybiye gibi bir fetih ve o âna kadar kapalı kalmış yolların açılmasını, mâniaların bertaraf edilmesini ihsan etmişti onlara.”

Sahabe-i kiram, Resûlullah’a verdiği sözden, O’nunla yaptığı biattan, Allah’la olan anlaşmalarından hiç dönmemişti. Allah’a verdikleri sözde hep sâdık çıkmış ve her hâdisede sadakatlerini ortaya koymuşlardı. Kur’ân, onları bu yönleriyle de yani sadakatleri, söz ve ahdlerine bağlılıklarıyla da destanlaştırmakta ve medh ü senâ etmektedir. İşte Kur’ân’dan bir meal daha:

مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللّٰهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُمْ مَنْ قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا

“Mü’minlerden öyle mert oğlu mertler, öyle yiğit oğlu yiğitler vardır ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat etmiş; onlardan kimisi ahde vefa gösterip canını vermiş; kimisi de beklemedeydi. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”29

Evet, onlar, Allah’la Cennet karşılığında, O’nun rızası karşılığında mal ve canlarını seve seve feda edeceklerine dair ahidleşmede bulunmuşlardı.. ve sonra da bu ahidlerine sadakat göstermişlerdi. Cephelerde bir bir doğrandılar; dökülüp dökülüp gittiler; ekin biçilir gibi biçildiler de, bir adım olsun geriye dönmediler.

İşte Hamza, Uhud’da şeb-i arûsunu yaşadı! İşte Enes b. Nadr, yine Uhud’da ölümle sarmaş dolaş Allah’ına kavuştu. İbn Cahş, Mus’ab b. Umeyr ve daha onlarcası Uhud’da, Bedir’de ölümle zifaf oldular. Ahidlerini yerine getiren bu kutlu yiğitlerden başka daha bazıları da vardır ki, onlar da şeb-i arûslarını beklemekte ve cephelerde ölüm aramaktaydılar.

Ebû Akîl bunların başında gelir: Uhud’da bekledi, feth-i Mekke’de bekledi; Mute’de bekledi; nihayet Yemame’de beklediğine erdi. Ve bu yiğitler, Allah’a verdikleri sözü hiç değiştirmediler. İlk gün nasıl idilerse, son gün de öyleydiler. Dünya onları hiç mi hiç değiştiremedi.. cismaniyetleri asla onlara galebe çalamadı.. karanlıkların yırtılacağı, nurun ortalığı kaplayıp, karanlık ordularının aydınlık ruhlar tarafından bozguna uğratılacağı âna kadar, hiç değişiklik göstermeden hep yiğitçe davrandılar…

5. Hadis-i Şeriflerde Sahabe

Kur’ân, sünneti bize intikal ettiren ve tertemiz kanal olan sahabeyi böyle destanlaştırmaktadır. Şimdi bir de ashap hakkında şerefsüdûr olan hadis-i şeriflerin nurefşân ikliminde temâşâ edelim onları.

a. İmam Buhârî ve Müslim’in yanında, kütüb-ü sahiha rivayet ediyor; ravi-i hadis de, ashabın gençlerinden ve kendisini Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) gibi Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) vakfedenlerden Ebû Said el-Hudrî:

لَا تَسُبُّوا أَصْحَابِي فَوَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَوْ أَنَّ أَحَدَكُمْ أَنْفَقَ مِثْلَ أُحُدٍ ذَهَبًا مَا أَدْرَكَ مُدَّ أَحَدِهِمْ وَلَا نَصِيفَهُ

“Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyin! Eğer, sizden birinin Uhud Dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, bu, onların bir-iki avuçluk infakına, hatta yarısına bile mukabil gelmez.”30

Zira onlar, İslâm davasına en çetin günlerde sahip çıktılar. Dolayısıyla, ashab-ı kirama dil uzatmak, bir Müslümanın yapacağı iş değildir.

Dün bir kısım bâtıl mezhep taraftarlarına, bugün de İslâm’a cibilli düşman müsteşriklere uyan ve batının sanayi şoku, teknoloji şoku karşısında şaşkın; hatta onları İslâmî ilimlerde de mihrap edinen birtakım zavallı Müslümanların yaptığı gibi, biz, ashab hakkında asla uygunsuz sözlerde bulunmayız ve de bulunmamalıyız.

b. Tirmizî, Ahmed İbn Hanbel ve İbn Hibban, Abdullah b. Mugaffel’den rivayet ediyor:

اَللّٰهَ اَللّٰهَ فيِ أَصْحَابِي، اَللّٰهَ اَللّٰهَ فيِ أَصْحَابِي. لَا تَتَّخِذُوهُمْ غَرَضًا بَعْدِي، فَمَنْ أَحَبَّهُمْ فَبِحُبِّي أَحَبَّهُمْ وَمَنْ أَبْغَضَهُمْ فَبِبُغْضِي أَبْغَضَهُمْ، وَمَنْ اٰذَاهُمْ فَقَدْ اٰذَانِي، وَمَنْ اٰذَانِي فَقَدْ اٰذَى اللّٰهَ، وَمَنْ اٰذَى اللّٰهَ فَيُوشِكُ أَنْ يَأْخُذَهُ

Allah Allah! Aman ashabım hakkında söz söylemekten sakının! Allah Allah! Aman ashabım hakkında söz söylemekten sakının! Zinhâr, benden sonra onları hedef almayın! Onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğzeden, bana buğzettiği için buğzeder. Onlara eziyet veren, bana eziyet vermiş, bana eziyet verense Allah’a eziyet etmiş sayılır. Allah’a eziyet vereni de, Allah hemen cezalandırır.”31

c. Yine, İmam Müslim rivayet ediyor:

اَلنُّجُومُ أَمَنَةٌ لِلسَّمَاءِ، فَإِذَا ذَهَبَتِ النُّجُومُ أَتَى السَّمَاءَ مَا تُوعَدُ.وَأَنَا أَمَنَةٌ لِأَصْحَابِي فَإِذَا ذَهَبْتُ أَتَى أَصْحَابِي مَا يُوعَدُونَ،وَأَصْحَابِي أَمَنَةٌ لِأُمَّتِي، فَإِذَا ذَهَبَ أَصْحَابِي أَتَى أُمَّتِي مَا يُوعَدُونَ

Yıldızlar, sema için emniyet sebebidir; (yani, semanın emniyetini, nizam ve intizamını sağlayan, yıldızların kendi aralarındaki nizam ve intizamlarıdır.) Yıldızların nizam ve intizamı bozulduğu zaman, semanın düzeni bozulur.. ve sema için vârid olan tehdit zuhur eder. Ben de, ashabım için bir emniyet ve güven kaynağıyım. (Hayatta kaldığım sürece, ashabım arasında nizam, intizam ve güven devam edecektir.) Ben gittiğim zaman, ashabım için vârid olan tehdit, onların başlarına gelecektir. Ashabım da, umum ümmetim için bir emniyet ve güven kaynağıdır. Ashabım gidince de, ümmetimin başına çok şey gelecek ve çeşitli gaileler açılacaktır.”32

Kıyametin vukûu, yıldızların tesbih taneleri gibi etrafa saçılmalarıyla meydana gelecektir. Aynı şekilde, Efendimiz, ashabı için; ashabı da ümmeti için, tesbihin imamesi gibidirler. Allah Resûlü, ashabının nizam ve intizamı adına kendini; içinde ebrâr, evliyâ, asfiyâ ve mukarrabînin bulunduğu ümmeti için de ashabını nazara vermektedir.

d. Buhârî, Müslim ve daha başka kütüb-ü sahihanın rivayet ettiği bir diğer hadis-i şerifte de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

خَيْرُ النَّاسِ قَرْنِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِين يَلُونَهُمْ ثُمَّ يَتَخَلَّفُ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ تَسْبِقُ شَهَادَةُ أَحَدِهِمْ يَمِينَهُ، وَيَمِينُهُ شَهَادَتَهُ

“İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum asırda yaşayanlardır. (Ak Çağ bu aydınlık çağdır) sonra onların peşinden gelenler (tâbiîn), daha sonra da onların peşinden gelenler (tebe-i tâbiîn). Onlardan sonra (kötü) bir nesil gelecek. Birinin şehadeti yeminini, yemini de şehadetini geçecektir.”33 Sonra, yalan asrı gelir. Şehadetleri yeminlerinin, yeminleri de şehadetlerinin önüne geçen hulfulvaad asrı; yalan, yalan yere yemin ve yalancı şahitlik çağı.

“Sahabe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Asrı” yalanın olmadığı ve yalandan alabildiğine uzak ve müberrâ kalındığı asırdır. Tebe-i tâbiînden sonra yalan zuhur etmiş, Mutezile imamları, Mürcie imamları, Müşebbihe imamları yalana çanak tutmuşlardır. Ve artık herkes, yalan söylemektedir.

Müsteşrikler yalan söylemekte, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîne yalan isnad edenler yalan söylemekte ve ilimde batıyı mihrap edinen; batı karşısında başı dönmüş, şoke olmuş zavallılar da bu yalana ortak olmaktadırlar.

e. Taberânî ve İbnü’l-Esîr’in, Kûfe’ye gönderirken Hz. Ömer’in, kendisi hakkında: “Ey Kûfeliler, sizi nefsime tercih etmeseydim, İbn Mesud’u size göndermezdim.”34 dediğini rivayet ettikleri Abdullah İbn Mesud’dan hadis kitapları şunu naklediyorlar:

إِنَّ اللّٰهَ * نَظَرَ فِي قُلُوبِ الْعِبَادِ فَاخْتَارَ مُحَمَّدًا * فَبَعَثَهُ بِرِسَالَتِهِ ثُمَّ نَظَرَ فِي قُلُوبِ النَّاسِ بَعْدَهُ فَاخْتَارَ لَهُ أَصْحَابَهُ فَجَعَلَهُمْ أَنْصَارَ دِينِهِ وَوُزَرَاءَ نَبِيِّهِ *

“Allah, kendisine kullukla serfiraz olanların kalblerine baktı, baktı da, Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) seçti ve mahlukatına nebi olarak gönderdi. Sonra da insanların kalblerine baktı (ve O’na ümmet olabilecek, kendisi gibi ısmarlama insanlar olarak) O’nun ashabını seçti; (Ebû Bekir’i seçti, Ömer’i seçti, Osman’ı, Ali’yi, Zübeyr’i, Talha’yı, Abdurrahman İbn Avf’ı, Ebû Ubeyde İbn Cerrah’ı seçti) onları dininin yardımcıları ve peygamberinin vezirleri yaptı.”35

f. Yine, Ebû Nuaym Hilye’sinde Abdullah İbn Ömer’den naklediyor:

مَنْ كَانَ مُسْتَنًّا فَلْيَسَْتَنَّ بِمَنْ قَدْ مَاتَ، أُولَئِكَ أَصْحَابُ مُحَمَّدٍ * كَانُوا خَيْرَ هَذِهِ الْأُمَّةِ، أَبَرَّهَا قُلُوبًا وَأَعْمَقَهَا عِلْمًا وَأَقَلَّهَا تَكَلُّفًا، قَوْمٌ اِخْتَارَهُمُ اللّٰهُ لِصُحْبَةِ نَبِيِّهِ * وَنَقْلِ دِينِهِ، فَتَشَبَّهُوا بِأَخْلَاقِهِمْ وَطَرَائِقِهِمْ فَهُمْ أَصْحَابُ مُحَمَّدٍ * كَانُوا عَلَى الْهُدَى الْمُسْتَقِيمِ وَاللّٰهُ رَبُّ الْكَعْبَةِ

“Kim dosdoğru bir yol tutup gitmek istiyorsa şu ölüp gidenlerin yolunu tutsun. Zira onlar Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabıdır: Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabı, O’nun ümmetinin en hayırlılarıdır. (Ümmet içinde büyük insanlar gelebilir, evliyâ, asfiyâ gelebilir ama, mutlak hayır ve fazilet ashab-ı kirama aittir.) Onlar ümmet içinde kalbleri en temiz, en duru, ilimleri en derin ve (kulluk adına) tekellüften (yapmacıklıktan) en uzak olanlardır. Onlar, Allah’ın, Nebi’sine dost olarak seçtiği, dinin tebliği, insanlara ulaştırılması için ihtiyar ettiği kimselerdir. Ahlâkınızı ahlâklarına, gidişatınızı gidişatlarına benzetmek için çaba sarf edin! Onlar, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabıdır. Allah’a, o Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, Allah Resûlü’nün ashabı dosdoğru bir hidayet üzereydiler.”36

g. Yine Hilye’de İbn Mesud’un şöyle buyurduğu rivayet edilir:

أَنْتُمْ أَكْثَرُ صِيَامًا وَأَكْثَرُ صَلَاةً وَأَكْثَرُ اجْتِهَادًا مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللّٰهِ * وَهُمْ كَانُوا خَيْرًا مِنْكُمْ. قَالُوا: لِمَ يَا أَبَا عَبْدِ الرَّحْمَنِ؟ قَالَ: هُمْ كَانُوا أَزْهَدَ فِي الدُّنْيَا وَأَرْغَبَ فِي الْاٰخِرَةِ

“Sizin orucunuz, namazınız ve ibadet adına cehdiniz, sahabeninkinden ileri olabilir. (Bu hususî yönlerinizle ashab-ı Resûlullah’ı geride bırakabilirsiniz. İçinizde Mesruk b. Ecdâ gibi, hiç yatağa girmeyen ve her geceyi, Kâbe’nin yanında secdede geçiren insanlar bulunabilir. Tavus b. Keysan gibi, kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını eda edenler olabilir. Esved b. Yezid en-Nehaî gibi sabaha kadar Allah karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde el pençe divan duranlar da olabilir.) Ama sahabe-i kiram, sizden daha hayırlıdır; çünkü dünya, umurlarında değildir. (Yani dünya onların ellerinden gitse idi ‘Ah!’ çekmez; bütün dünyayı kazandıklarında da ‘Oh!’ demezlerdi.) Bütün rağbetleri, (bütün çalışmaları) ahiret içindi, (yani yalnızca ahiretin peşindeydiler.)”37

6. Müksirûn-u Sahabeden Bazıları

Müsteşriklerle, onların İslâm dünyasındaki takipçilerinin hücum oklarına en fazla maruz kalan sahabiler, hadis ıstılahında “Müksirûn-u Sahabe” denilen, çok hadis rivayet etmiş olan ashab-ı Resûl (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve bunların başında da Ebû Hüreyre Hazretleri’dir.

Dinimiz bize sahabe-i kiram vasıtasıyla intikal etmiştir; dolayısıyla da onlara dokunan her şey, dinimize dokunmuş sayılır. Yaşayan Müslümanlar olarak bugün emanet, artık bizim üzerimizde olduğu için, dinimizi ona dokunacak her şeyden korumak da bize düşer.

Sahabe-i kiram, vazifelerini şerefle yapıp gittiler; hayatları ta’n u teşniin ulaşamayacağı bir kuşakta geçti. Aslında, onların korunmaya ihtiyaçları da yoktur; ancak, o pâk dâmenler bahane edilerek, temelde dinimiz hedef alındığı için, bu bahanenin yersizliğini, tutarsızlığını göstermek gerekmektedir.

İslâm tarihinde ilk asırlar çok duru ve çok pâk geçti. Ne zaman yabancı düşünce ve felsefî akımlar Müslümanların arasına girdi, ondan sonra Mutezile, Cebriye, Mürcie, Müşebbihe gibi değişik bâtıl mezhepler zuhur etti. Bu mezheb erbabı, kendi heva ve heveslerini okşamayan meselelerde hadis uydurma yoluna girdiler ve kendi heveslerine muhalif hadisleri rivayet eden sahabileri de tenkit oklarına hedef aldılar. O ilk dönemlerde Ebû Hüreyre gibi, hadisin direği büyük ve şerefli sahabileri tenkit eden ve karalamak isteyen, ya Nazzam gibi Mutezile imamları, ya da Ebû İshâk gibi Şîa imamlarıydı. Aslında her sahabi gibi Ebû Hüreyre de şerefiyle yaşayıp gitmiş, yüzümüzün akı şahsiyetlerdir.

Bu itibarla konunun ehemmiyetine binaen, şimdi de, Hz. Ebû Hüreyre başta olmak üzere, İbn Abbas, İbn Ömer ve İbn Mesud gibi, hadisin direği ve pek çok hücuma maruz kalmış sahabileri, kısa da olsa tanımaya çalışalım:

a. Ebû Hüreyre

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Yemen’in Devs kabilesindendir. Hicret’in yedinci yılı başında Müslüman olup Medine’ye hicret etmiş ve Allah Resûlü’yle dört yıl bir arada kalma şerefine nail olmuştur. Kabilesinin reisi olan Tufeyl b. Amr, Müslüman olduktan sonra gerilmiş yaydan fırlayan bir ok gibi Devs’in içine girmiş ve mukaddes bir alev, bir ateş hâlinde herkesin kalbini tutuşturmuştur. İşte, Ebû Hüreyre, bu zatın elinde Müslüman olup Medine’ye hicret eden muhacirlerdendir.

Hz. Ebû Hüreyre, Medine’ye geldiğinde, Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hayber seferindeydi. Bu itibarla da Ebû Hüreyre, hemen Hayber’e koşmuş ve en seri şekilde Efendimiz’e mülâki olmuştu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine adını sormuş, “Abdüşşems” cevabını alınca da: “İnsan ayın, güneşin kulu olamaz; sen Abdurrahman’sın.” diyerek, adını “Abdurrahman” koymuştu. Ama o, daha çok Ebû Hüreyre diye mâruftu.

Bir gün, Allah Resûlü onu kucağında taşıdığı kedilerle görünce, ona “Ebâ Hirr” (kedi babası) diye hitap etmişti ki, ondan sonra hep Ebû Hüreyre diye anıldı. O da, daha çok “Ebû Hirr” diye anılmayı severdi. Zira, fakir, mütevazi ve bir mahviyet insanı olarak o, kendine en çok yakıştırdığı, “kedi babası” tabiriydi. Ayrıca, Resûlullah, sevdiği bir anda, sevdiği bir noktada ona “Ebû Hirr” demişti o da kendisinin bu adla çağrılmasını istiyordu.38 Sırf bu bile, onun Resûlullah’a ne derece bağlı olduğunu göstermeye yeter.

Ebû Hüreyre Müslüman olmuştu ama, bir derdi vardı.. ve ona göre bu, büyük bir dertti.. annesi henüz Müslüman olmamıştı. Bu büyük sahabi, kendisini yetim büyüten annesini Müslümanlığa çekmeyi, hem bir vazife hem de vefa borcu biliyordu. Bir gün Resûlullah’a gelerek: “Yâ Resûlallah, dua etmez misin, Ebû Hüreyre’nin annesi de ‘Lâ ilâhe İllallah’ desin?” istirhamında bulundu. Sonra Allah Resûlü, ellerini kaldırıp dua buyurunca, bu füze hızıyla İslâm’a giren ve Allah Resûlü daha ellerini indirmeden duasının kabul olacağına inanan genç ve taze Müslüman, ok gibi fırlayıp evine koştu. Her gün: “Acaba bugün anneme bir şey anlatabilir miyim, kalbine girebilir miyim?” ümidi ve: “Acaba bugün de beni reddeder mi, yine yadırgar mı?” endişesiyle koştuğu evin kapısının tokmağına dokunduğunda, içerden annesinin: “Dur, olduğun yerde kal!” sözünü işitti. Kadın, “Lâ ilâhe illallah” dedikten sonra boy abdesti alması lâzım geldiğini öğrenmişti. Biraz sonra, başında örtü kapıyı açtı ve: “Oğlum, işte dediğin şeyleri diyorum: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah…”

Ebû Hüreyre, müjdeyi vermek üzere bu defa da hemen Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) koştu; koştu ve duanın kabulü, onda ikinci bir ümit hâsıl etmişti: “Yâ Resûlallah, dua et, mü’minler, beni ve annemi sevsinler!” istirhamında bulundu. Allah Resûlü, ellerini kaldırıp yine dua buyurdular: “Allahım, Ebû Hüreyre’yi ve annesini mü’minlere sevdir!”39

Evet, mü’minler, Ebû Hüreyre’yi sever; onu kimlerin sevmediğini ise okuyucunun iz’an ve anlayışına havale ediyorum.

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nden gece gündüz hiç ayrılmadı. O, bir zekâ ve hafıza kahramanıydı. Gecenin üçte birinde uyur, üçte birinde ibadet eder, evrâd ve ezkârını okur; kalan üçte birinde de hafızasındaki hadisleri unutmamak için tekrar ederdi. Aynı zamanda o, bir ilim adamı, bir fakih, bir hadis hafızı da olmuştu. Bir gün mescitte: “Allahım, bana hiç unutmayacağım bir ilim nasip eyle!” diye dua ederken Allah Resûlü duymuş ve mescidi ihtizaza getirecek şekilde: “Allahım, âmin!” demişti.40

Ebû Hüreyre’nin çok hadis bilmesinin arkasında, duasına Allah Resûlü’nün böyle “Âmin!” demesi de söz konusu idi. Yine bir gün Allah Resûlü’ne: “Yâ Resûlallah, senden duyduğum hiçbir şeyi unutmak istemiyorum.” deyince, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ridânı çıkar, yere yay!” buyurdular. Ebû Hüreyre de öyle yaptı ve Allah Resûlü, ellerini açıp dua buyurduktan sonra, gâibden bir şeyle dolmuş gibi, mübarek ellerini getirip o ridâya boşalttı; sonra da: “Onu dür ve bağrına bas!” buyurdu.

Ebû Hüreyre, bu hâdiseyi anlattıktan sonra: “Dürdüm ve bağrıma bastım. Yemin ederim, artık bundan sonra Resûlullah’tan duyduğum hiçbir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum.” derdi.41

Daha hayattayken kendisine: “Çok hadis rivayet ediyorsun!” diyenlere, kemal-i safvet ve samimiyetiyle: “Muhacir kardeşlerim çarşılarda alışverişle, ensar kardeşlerim de ziraatlarıyla meşgul olurken, ben karın tokluğuna Resûlullah’a hizmet ediyordum.”42 cevabını verirdi.

Gerçekten de öyleydi.. ve o, Resûlullah’tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmadı. Günlerce aç kaldığı olur ve visâl orucu tutardı; yani iftar için bir şey bulamazdı da, yeniden oruca niyetlenirdi ve böylece üç gün, dört gün üst üste oruç tuttuğu olurdu. Bazen, açlıktan sar’a tutmuş gibi yerlerde kıvranır ve gelen geçene, hem: “Bana Kur’ân okuyacak yok mu?”, hem de: “Bana yemek yedirecek yok mu?” mânâsında: اِسْتَقْرَاْتُكَ derdi.43

Çok defa Cafer-i Tayyar’dan başka hâlinden anlayan olmazdı; hatta bazıları kendisine birkaç âyet okur geçerlerdi. Ebû Talib ailesinin yüz akı, Hayber Gazvesi sırasında Habeşistan’dan Medine’ye hicretlerinde Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Bilmem ki, Hayber’in fethine mi, Cafer’in gelişine mi sevinsem?”44 buyurduğu, Allah Resûlü’yle az bir zaman kaldıktan sonra Mute’de şehit olup, Caferliği de, Aliliği de Ali’ye bırakan ve hakkında Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Cafer, Cennet’te yeşil kanatlarla sağdan sola pervaz ediyor.”45 müjdesinde bulunduğu Cafer-i Tayyar ise onu alır, evine götürür ve karnını doyururdu.46 Ve zaman zaman Allah Resûlü’nün doyurduğu da olurdu.

Bu ilim dağarcığı, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu şeylerin bir tekini bile kaçırmamış ve kıyamete kadar bâki kalmak üzere kemal-i ihtimamla kendinden sonrakilere nakletmişti. “Kur’ân’da: إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَۤا أَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُۨولٰۤئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللّٰهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاَعِنُونَ ‘Apaçık delilleri ve hakikatleri ve göndermiş olduğumuz hidayet nurunu Biz, insanlar için kitabda açıklayıp ortaya koyduktan (ve tebeyyün ettirdikten) sonra gizleyenler var ya, işte Allah, onlara lânet eder ve lânet edenler de lânet eder.’47 âyeti olmasaydı, hiçbir rivayette bulunmazdım.”48 derdi.

Bu masum, sempatik, nüktedan sahabinin, Allah Resûlü gibi mizacı âlî ve yüksek tavırlardan hoşlanan Büyükler Büyüğü bir zâtın yanında dört yıl kalması ve kurbiyetinin hiç mi hiç yadırganmaması bile, onun büyüklüğünü göstermesi bakımından yeter zannediyorum. Bir büyüğe yakın olmadan, bunun ne demek olduğu anlaşılamaz. “Reh-i sevdaya girdim; namus, ar bana lâzım değil!” demedikçe de büyüklere yakın olunamaz.

İddia edildiği gibi, sahabenin Hz. Ebû Hüreyre’ye karşı tavrı yoktu. Ensarın ilk Müslümanlarından, Resûlullah’la Akabe’de ilk el sıkışanlardan ve Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanesinde misafir etme şerefine eren İstanbul’un şanlı misafiri Hz. Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri, kendisinden rivayette bulunur ve: “Sen, ondan daha evvel Müslüman oldun ve sen de Allah Resûlü’nün sahabisisin.” diyenlere: “O, bizim duymadıklarımızı duymuştur.”49 cevabını verirdi.

Yalnız Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri değil, Abdullah İbn Ömer, Hıbrü’l-Ümme Abdullah İbn Abbas, Câbir b. Abdullah el-Ensarî, Enes b. Mâlik ve Vâsıle İbn Eslem gibi ecille-i ashab ve hadisin temel direkleri; sonra da, tâbiînin yed-i tûlâ sahibi imamları; Hasan Basri, Zeyd İbn Eslem, mürsellerini, yani kendisinden rivayette bulunduğu sahabinin adını anmadan rivayet ettiği hadisleri İmam Şafiî’nin esas kabul ettiği ve hadislerini arızasız nakletmek için Ebû Hüreyre’ye damat olan Said İbnü’l-Müseyyeb, Said İbn Yesâr, Saidü’l-Makburî, Süleyman İbn Yesâr, beş yüz sahabiden hadis rivayet etmiş olan Şa’bî, Muhammed b. Ebî Bekir.. ayrıca Nakşî tarikatında pîr sayılan ve silsilede:

“O Kâsım b. Muhammed pek güzeldir; İnâyât-ı keremi lem yezeldir.”

diye anılan Kâsım b. Muhammed, Ebû Hüreyre’den aldığı hadisleri bir kitapta (sahife) toplayan ve buradaki hadislerin aynen Kütüb-ü Sitte’de geçtiği, bugün karbon muayenesiyle de bu sahifesinin kendisine ait olduğu ispatlanmış bulunan Hemmam İbn Münebbih, Resûlullah denilince gözleri dolan ve ‘Bekkâ’ diye tanınan Muhammed b. Münkedir, kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. Sadece bu kadar da değil; bu insanlar seviyesinde tam sekiz yüz (800) kişi, Ebû Hüreyre’den hadis rivayet etmiştir.50

aa. Hz. Ömer ve Ebû Hüreyre

Hz. Ömer, kendisini çok severdi. Bahreyn’e vali tayin etmişti.. ancak daha sonra azletmiş ve yerine başkasını göndermişti. İhtimal, sebebi de, ticaret yapıp bugünkü bir fakirin seviyesinde sermaye sahibi olmasıydı. O gün, valiler, idareciler, halifeler sermaye sahibi olamazdı. Matarasını sopasının ucuna takıp da tayin olunduğu vilayete giden ve aynı şekilde dönen valiler çoktu. Zaten, aksi davrananlar geriye çekilir ve icabında azledilirlerdi. O, bu ufacık sermayesini şüphesiz irtişâ, iltimas ve irtikâbla toplamamıştı. Suçsuzluğu anlaşılınca Hz. Ömer, kendisini makamına iade etmek istemiş ise de Ebû Hüreyre: “Bana bu kadarlık emirlik yeter!” deyip, kabul etmemişti.51

Hz. Ömer, yalnız Ebû Hüreyre’yi değil, Sa’d b. Ebî Vakkas gibi, Aşere-i Mübeşşere’den bir zatı ve Umeyr İbn Sa’d gibi, sahabenin önde gelenlerini de vazifeden almıştı. Hatta, Medâyin halkı, valileri Sa’d b. Ebî Vakkas’tan: “Namazı tadil-i erkâna riayet etmeden kıldırıyor.” diye şikâyette bulununca, Hz. Ömer, İran fatihi bu büyük sahabiyi sorguya çekmiş, bunun üzerine Sa’d b. Ebî Vakkas dolmuş, hüzünlenmiş ve: “Bunlar mı bunu bana diyor?” demiş, sonra da geçmişinden bazı şeyler anlatma lüzumunu duymuştu:

“Biz, bu işe öyle bir zamanda sahip çıktık ki, yiyecek bir şey olmadığından ağaç yaprakları yer ve koyunların tersi gibi ıtrahatta bulunurduk. Bir gece o kadar açtım ki, idrarımı yaptığımda, idrarın topraktan çıkardığı sesle, yenecek bir cisim var gibi geldi bana. Elimi attım ve bir deri parçası buldum. Yıkadım, azıcık ısıttım ve ağzımda çiğnedim. O bana yirmi dört saat yetmişti. Biz, İslâm’a o günlerde sahip çıktık. Şimdi, falan oğulları kalkmış, ‘Sa’d, namaz kılıyor, namazında tadil-i erkân yok, huşû, hudû’ yok, Allah’a karşı teveccüh yok.’ diyorlar…”52

Ve Sa’d İbn Ebî Vakkas (radıyallâhu anh), bir daha da Medâyin’e dönmek istememişti. Evet; Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), azledilmekte de, vazifesine geri dönmek istememekte de tek değildi.

ab. Hz. Ali, Hz. Osman ve Ebû Hüreyre

Bazılarının iddia ettiği gibi, ne Hz. Osman, ne de Hz. Ali, Ebû Hüreyre’nin karşısındaydı. Vâkıa bir gün Resûlullah’tan “Halîlim” diye bahsedince Hz. Ali kendisine: “Resûlullah ne zaman senin halîlin oldu?”53 demişti ama, bu, Hz. Ali’nin safvet, samimiyet ve ihlâsının, böyle bir sözü Alice tevfik edememesinden ileri gelmişti.

Bir insanın, sevdiği bir kişi hakkında “Halîlim” demesinde yadırganacak bir şey yoktur. Ayrıca, Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi, sâbıkûndan daha sâbık olan ve hane-i saadette yetişen birisi, bunu Ebû Hüreyre’ye söyleyebilirdi. Emsal arasında konuşulabilir bu; ama, aşağıdan birisinin Ebû Hüreyre’yi ta’n etme maksadıyla söylemesi asla doğru olamaz. Sonra, bunu Hz. Ali’nin Ebû Hüreyre’ye ta’nı olarak görmek de, neyin ta’n olduğunu, neyin ta’n olmadığını bilmemek gibi bir şey.

ac. Emeviler ve Ebû Hüreyre

Hele Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), iddia edildiği gibi, Hz. Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e karşı, Emeviler’e de kat’iyen dost ve müdâhin değildi. Fitneler zuhur edince, o, her tarafta şu hadisi rivayet edip geziyordu:

سَتَكُونُ فِتَنٌ، اَلْقَاعِدُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ الْقَائِمِ، وَالْقَائِمُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ الْمَاشِي، وَالْمَاشِي فِيهَا خَيْرٌ مِنَ السَّاعِي…

“Fitneler olacak. O fitnelerde oturan, (fitnelere karışmak için) ayakta durandan, ayakta duran fitnelere yürüyerek girenden, yürüyen de bilfiil fitneye koşup karışandan hayırlıdır…”54

Bu, onun içtihat ve düşüncesiydi. Belki, fitneleri bastırmak için Hz. Ali’nin yanında yer alması icap ederdi. İhtimal, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadisi, o döneme bakmıyordu. Ama o, hadisten bu mânâyı çıkardı ve Hz. Ali Efendimiz (radıyallâhu anh) zamanındaki hâdiselere karışmayıp, evinde oturdu.

Allah korkusu ve salâbet-i diniyesi olmasaydı, bunu hiç yapar mıydı; hele hele, bazılarının iddia ettiği gibi kendisinde Emevi hayranlığı ve Muaviye taraftarlığı olsaydı, Muaviye’nin ordularına katılmaktan kendisini alıkoyacak ne vardı?

Goldziher, Ahmed Emin, Ebû Reyye, Ali Abdürrezzak gibi hakikati ters yüz etmeye çalışanlar, asla bir hadis kitabı olmayıp, edebiyatta ve bir dereceye kadar yorumda kendisine müracaat edilebilecek olan İkdü’l-ferîd’i kaynak göstermektedirler. Her şeyden önce bu zatlara, neyin nerden nakledilmesi gerektiğini öğretmek lâzımdır. Gariptir, bu zatlar, İbn Kesîr’in de el-Bidâye ve’n-Nihâye’sinde, Ebû Hüreyre’yi Hz. Ali’nin karşısında, Hz. Muaviye’nin yanında gösterdiğini ileri sürmektedirler. Oysa, İbn Kesîr, bu kitabında, onların iddialarının tam tersini söylemektedir; Ebû Hüreyre’nin Emevi taraftarı olması şöyle dursun, aksine bir bakıma onların başlarının belâsıydı.55 Abdülmelik’in babası Mervan’ın karşısına dikilir ve gözünün içine baka baka: هَلَكَةُ أُمَّتِي عَلَى يَدَيْ غِلْمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ “Ümmetimin helâki, Kureyş’ten birkaç gencin elinden olacaktır.” hadisini rivayet eder, Mervan’ın: “Kimlerin elinden olacaksa, Allah’ın lâneti üzerlerine olsun!” sözüne de: “İstersen ben, ismi, cismi, şekli ve şemâilleriyle onları size gösteririm.” derdi.56

Yine sokaklarda gezer ve: اَللّٰهُمَّ لَا تُدْرِكْنِي سَنَةَ سِتِّينَ “Allahım, beni 60. yıla (yani çoluk çocuğun emirliği zamanına) çıkarma!”57 diyerek dua ederdi. Onun bu dileği, o kadar meşhurdu ki, Ebû Hüreyre’yi gören herkes, aynısını mırıldanırdı. Allah, Ebû Hüreyre’nin bu duasını kabul buyurmuş, bu şanlı sahabiyi, Hicret’in 59. senesinde vefat ettirmişti ki, 60. sene de ümmetin başına çoluk çocuktan Yezid geçmişti.

ad. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre

Hz. Âişe Validemiz’in Hz. Ebû Hüreyre’yi tenkit ettiği iddiası da Bektaşi hikâyesi gibi, başı-sonu ve sebebi açıklanmayan bir siyakta verilmektedir. Validemiz, hane-i saadetlerinde namaz kılarken, Ebû Hüreyre de onun duvarının dibinde oturmuş, hadis rivayet ediyordu. Validemiz, namazını bitirdikten sonra onların yanına geldi ama, Ebû Hüreyre’nin gittiğini görünce “Resûlullah’ın hadisleri, arka arkaya süratli eklenip söylenmez.”58 dedi.

Validemiz’in bundan maksadı ihtimal, o mübarek sözlerin boşa gitmemesi ve dinleyenlerin hafızalarına nakşolması için Ebû Hüreyre’yi temkine davet etmekti.

ae. Ebû Hanife ve Ebû Hüreyre

Ebû Hanife, sözde: “Ben üç sahabinin sözünü hüccet kabul etmem. Bunlardan biri de, Ebû Hüreyre’dir.” diyesiymiş. İmam Âzam, âzamlığıyla telif edilemeyecek bu sözü kat’iyen söylemez. Şayet söylemiş olsaydı, Hanefi mezhebinin önemli imamlarından Fethu’l-Kadir sahibi allâme İbn Hümam: “Ebû Hüreyre, önemli fakihlerden biridir.”59 demezdi. Evet, İbn Hümam gibi mühim bir allâme, başının bağlı bulunduğu mezhebin imamı Ebû Hanife’nin: “Ben, kendisini hüccet kabul etmem.” diyeceği bir Ebû Hüreyre hakkında bu sözü sarfetmezdi. Kaldı ki, İmam Âzam’ın, nerede böyle bir söz söylediği de belli değildir.

Ebû Hüreyre, beş binin üstünde hadis rivayet etmiştir. Bu hadisler, bir kitap hâlinde toplandığında, Kur’ân’ın bir buçuk katı kadar bir hacme ulaşır. Kur’ân-ı Kerim’i altı ayda, hatta daha kısa bir sürede hıfzeden çok insan vardır. Resûlullah’ın yanında dört yıl kalan, hafıza ve zekâ kahramanı ve Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasına mazhar olmuş bir sahabinin, bu kadar hadisi ezberleyemeyeceğini iddia etmek, o sahabiyi -hâşâ- ahmaklıkla itham etmek olur. Sonra, rivayet ettiği bütün hadisler, bizzat Resûlullah’ın ağzından işittikleri değildir. Kendisinden bazı sahabiler hadis aldığı gibi, o da, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Fazl, Übey b. Ka’b ve Hz. Âişe Validemiz gibi (Allah hepsinden razı olsun) sahabilerden hadis almış ve rivayet etmiştir.

Kaldı ki Ebû Hüreyre, ta kendi zamanında bile denenmiştir. Mervan, Ebû Hüreyre rivayette bulunurken, bunların yüzlercesini kâtibine gizlice yazdırmış ve ertesi sene, Ebû Hüreyre’den aynı hadisleri rivayet etmesini istemiş, Ebû Hüreyre de, “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlayıp aynı hadisleri kelimesi kelimesine tekrar etmiştir.60

Ta o zaman Ebû Hüreyre’yi imtihana çekenlerin payına mahcubiyet düştüğü gibi, bugün de, ve gelecekte de, bu şerefli sahabiye, sünnetin bu mühim direğine söz söyleyen ve söz söylemek isteyenlerin de payına sadece mahcubiyet düşecektir.

b. Hıbrü’l-Ümme: Abdullah İbn Abbas

Hicretten dört-beş sene önce dünyaya teşrif etti. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), irtihâl-i dâr-ı bekâ buyurduklarında 14-15 yaşlarındaydı. Bu demektir ki, dört-beş senesi, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu şeyleri belleyebilecek bir yaşta geçmişti. Bu süre içinde çok şey belledi ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): اَللّٰهُمَّ فَقِّهْهُ فِي الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّأْوِيلَ “Allahım, ona dinin ruhunu öğret ve onu te’vile (Kur’ân’ın hakâik-i mekniyesine) âşinâ kıl!” duasına mazhar oldu.61 O kadar ki, o daha sağlığında ‘Hıbrü’l-Ümme’ (ümmetin allâmesi) ‘Bahr’ (ilimde derya) ve ‘Tercümânü’l-Kur’ân’ (Kur’ân’ı bize intikal ettiren, ilâhî muhtevayı tercüme eden) gibi sıfatlarla anılırdı.62

Tertemiz çehresi, güzel yüzü, ağzını açtığında herkese kendisini dinleten belâgatı, babası gibi iki metreye varan uzun boyu ve çekici endamıyla Haşimî soyunu bihakkın temsil eden bu kutlu sima, öylesine bir hafıza gücüne sahipti ki, Amr b. Rabîa’nın:

غَدَاةَ غَدٍ أَمْ رَائِحٌ فَمُهَجِّرٌ

أَمِنْ اٰلِ نُعْمٍ أَنْتَ غَادٍ فَمُبْكِرٌ

matlaıyla başlayan seksen beyitlik şiirini bir okuyuşta ezberlemişti.63 Tefsir, fıkıh ve hadisin yanı sıra, edebiyat ve şiir; bilhassa da cahiliye şiirine de vâkıftı ki, İbn Cerir et-Taberî, tefsirinde, hemen her âyetin tefsiri münasebetiyle, İbn Abbas’tan cahiliye şiirine ait bir beyit, bir mısra nakletmektedir.

Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) zamanında o, elde-avuçta bir gül gibiydi. Hz. Ömer, ashabın yaşlılarından oluşan “Meşveret Meclisi”ne, yaşının küçük olmasına rağmen İbn Abbas’ı da alırdı. Bir defasında yaşlıların bunu garip karşıladığını görünce Meşveret Meclisi’nde Nasr sûresini okudu ve ne mânâya geldiğini oradakilere sordu. “Allah’ın nusret ve fethi gelince kitleler İslâm’a dehalet ederler. O zaman, Rabbine tesbih, hamd ve istiğfarda bulun!” mânâsına gelir dediler. Hz. Ömer, bunu beğenmedi ve aynı soruyu İbn Abbas’a (radıyallâhu anh) yöneltti. İbn Abbas, şu cevabı verdi: “Bu sûre, Allah Resûlü’nün vefatını haber vermektedir. İnsanlar, fevç fevç İslâm’a girince, insanlara İslâm’ın mesajını getiren Peygamber’in vazifesi bitmiş demektir. (Artık, Resûlullah’a düşen, kendisine bütün bu nimetleri bahşeden Allah’a, müsebbibü’l-esbaba tesbih, takdis ve bütün sebepleri azledip, her şeyi O’na vermek ve her ne kadar günahı yoksa da, bizzat kendisi arkada bıraktığı mertebeleri kendisi için günah telâkki ettiğinden geçen günlerine istiğfar etmektir).”

Bu cevap üzerine Hz. Ömer: “İşte ben, bunun için onu aranızda bulunduruyorum.” buyurdular.64

İbn Abbas, firaseti, kiyaseti ve fetanetiyle dillere destandı. Allah Resûlü’nün bağlı bulunduğu ağaçtan gelmişti; haklı olarak bununla iftihar eder ve: “Biz Peygamber hanesinde büyüdük.” derdi. Şahsî kemalâtı da vardı. Her uğradığı mecliste kendisi için ayağa kalkarlardı ve büyüklüğü ölçüsünde mütevazi de olan bu muhteşem insan, bundan çok rahatsızlık duyar, kendisi için ayağa kalkan ensara, nahiv kitaplarında bir kaideye misal olarak zikredilen şu sözü söylerdi: بِالْإِيوَاءِ وَالنَّصْرِ إِلَّا جَلَسْتُمْ “Allah yolunda Müslümanlara gösterdiğiniz barındırma ve yaptığınız yardım aşkına size yemin verdiriyorum; Allah aşkına bana ayağa kalkmayın.”65

Buna rağmen, Zeyd b. Sabit, ata binerken, İbn Abbas, onun atının üzengisini tutardı. Zeyd b. Sabit de ona: “Ey Resûlullah’ın amcasının oğlu, böyle yapma!” derdi. İbn Abbas da: “Âlimlerimize böyle yapmakla emrolunduk.” mukabelesinde bulununca Zeyd b. Sabit (radıyallâhu anh), hemen onun elini öper ve şöyle buyururdu: “Biz de Resûlullah’ın yakınlarına karşı böyle yapmakla emrolunduk.”66

Hayat-ı içtimaiyede, herkesin ondan görüneceği ve göreceği bir pencere vardır. Boyu uzun olan, yani şahsî kemalâtı ve fazileti bulunan, görünmek için tekavvüs edecek, iki büklüm olacak; boyu kısa, yani şahsî kemalât ve faziletten mahrum olan ise, görünmek için tetâvül edecek ve kendini büyük gösterecektir. Büyüklerde büyüklüğün alâmeti, mahviyet ve tevazu, küçüklerde küçüklüğün nişanı tekebbür ve gururdur. İbn Abbas, büyüktü ve büyüklüğü nispetinde de mütevazi idi.

Onun hemen her sahada hususî talebeleri vardı. Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr ve İkrime gibi tâbiîn imamları: “Her şeyi onun kapısında öğrendik.” derlerdi. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bağrında yetişen bu mümtaz insanın rivayet ettiği hadis sayısı 1600 kadardır. Şimdi kalkıp, bu hadisler hakkında şüphe ve tereddüt ortaya atmak, hatta fırtına koparmak ve: “Bunlar uydurmadır; Ka’bü’l-Ahbâr’dan nakildir.” demek, acaba, Resûlullah’ın bu mümtaz sahabi hakkındaki duasını; ve ümmetin ve bilhassa tâbiînin büyük âlimlerinin onu tavsif için kullandıkları “Hıbrü’l-Ümme”, “Bahr”, “Tercümânü’l-Kur’ân” gibi sıfatları hiçe saymak mânâsına gelmeyecek midir?

İbn Abbas, kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlan-mazdı ama, kabrine defnedildiği zaman, âdeta kabrin altındaki herkes ayağa kalkmıştı. Defin hâdisesini nakleden ravi: “Bu esnada, bir ses geldi, bu:

يَۤا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ۝اِرْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً۝فَادْخُلِي فِي عِبَادِي۝وَادْخُلِي جَنَّتِي

âyetleriydi.67 Kulaklarımla duydum; yerin üstünden gelen bir ses değildi bu.” demektedir.68 O, kabre konurken, toprak ayağa kalkıyor, toprağın altındakiler ayağa kalkıyor ve ruhanîler de yere iniyordu.

c. Abdullah İbn Ömer

Aslında hiç öyle olmamasına rağmen, müsteşriklere göre Ka’bü’l-Ahbâr’ın bir diğer talebesi de, Abdullah İbn Ömer’dir.

Hz. Ömer’in, Abdurrahman, Abdurrahmanü’l-Evsat, Abdurrahmanü’l-Asgar, Abdullah, Zeydü’l-Ekber, Zeydü’l-Asgar, Ubeydullah, Âsım ve Iyâz adlarında dokuz erkek çocuğu vardır. Ama, bunlardan yalnızca Abdullah İbn Ömer’e: “İbn Ömer”, yani “Tam Ömer’in oğlu..” denildi. Zira, Ömer’in oğlu denilince akla ilk gelen insan odur.

Ashab-ı kiramı belli ölçülere vurmak bize düşmez ama, İbn Ömer’in zühdü, takvası, ibadet ü taatı, inceliği ve sünnete ittibaı ile babasından üstün olduğu yanları bile vardı. Sünnete ittibada o, bir başka derinlik arz ederdi. O kadar ki, mevlâsı ve büyük İmam Malik b. Enes’in hocası (Bu üçlü, İbn Ömer, Nâfi ve İmam Malik, hadiste isnadın altın zincirlerinden birini teşkil eder.) Nâfi’nin nakline göre, bir gün birlikte Arafat’tan inerlerken İbn Ömer, bir yerde bir çukura iner ve tekrar yukarıya çıkar. Nâfi “Ey İmam, ne yaptın orada?” diye sorunca, şu cevabı verir: “Ben, Arafat’tan inerken Resûlullah’ın arkasındaydım. Burada inip, def-i hacette bulundular. Benim öyle bir ihtiyacım yoktu ama, O’na muhalefette bulunmak istemedim.”69

Allah Resûlü, suyu üç yudumda içmiş,70 bu noktada onun dört yudumda su içtiği görülmemiştir. Bu ölçüde bağlıydı sünnete. Bu öyle bir bağlılıktı ki; gösterdiği bu denli hassasiyet, o devirde bile biraz fazla bulunurdu. Rica ederim, böyle bir insanın sünnet adına, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı hilâf-ı vâkî beyanda bulunması mümkün müdür?

İslâm’ın ilk yıllarında doğmuş, babasının gördüğü işkencelere de şahit olmuştu. “Babamın başına yığılır, döver döver, döverlerdi; bir defasında Âs b. Vâil, gelip onu kurtarmıştı.” diye bunları nakleder.71 Hicrette on yaşında vardı yoktu. Bedir’de akranlarıyla birlikte Resûlullah’a arz edilmiş ve ayak parmaklarının uçlarına basıp, büyük görünmek istemelerine rağmen, Resûlullah kendilerini orduya dahil etmemişti. Boyları uzun da olsa, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşlarını soruyordu. Uhud’da da arzolunmuş, yine yaşı tutmadığı için orduya alınmamıştı. Arkadaşları gibi gözleri dopdolu, içi de hüzünlü evine dönmüştü. O gece sabaha kadar da hiç uyuyamamış ve: “Ne günahım var ki, beni Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda mücadele edecek sahabi topluluğu içine almadılar?” demiş, sızlanmıştı.72 Ancak bir-iki sene sonra reşit görülmüş ve Hendek Savaşı’na katılabilmişti.73

İbn Hallikan, Vefeyâtü’l-a’yân’da İmam Şa’bî’den şöyle bir vak’a nakleder: “Bir gün gençliklerinde Abdullah İbn Zübeyr, kardeşi Mus’ab İbn Zübeyr, Abdülmelik b. Mervan ve Abdullah İbn Ömer, Kâbe’nin karşısında oturuyorlardı. Her birimiz, şurada Kâbe’nin karşısında birer dua edelim; Allah’ın rahmetinden umulur ki, hepsini kabul buyurur.” dediler. Abdullah İbn Zübeyr: “Yâ Rabbi, azametin hürmetine, izz ü celâlin hürmetine, beni Hicaz’da melik kılmanı Sen’den diliyorum.” diye dua etti. Mevsimi gelince, İbn Zübeyr Mekke’de muvakkaten melik oldu; orada Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) âsârını bihakkın temsil etti. İslâm uğruna cansiperâne mücahedede bulundu ve nihayet Haccac-ı Zâlim tarafından şehit edilerek, mübarek cesedi de annesi Hz. Ebû Bekir’in kızı, Zâtü’n-Nitâkeyn Hz. Esmâ’nın gözleri önünde günlerce asılı bırakıldı. Bu kahraman kadın, Haccac’a: “Siz onun dünyasını berbad ettiniz; o da sizin ahiretinizi berbad etti!..” deyip Haccac’ı su-i âkıbetine karşı uyarmıştı.

Mus’ab b. Zübeyr: “Allahım, izz ü celâlin hürmetine, azametin hürmetine, arşın, kürsün hürmetine Irak’ta emirlik istiyorum.” demişti. Allah onun da duasını kabul buyurmuş… Mevsimi gelince, o da muvakkaten Irak’ın kaderine hâkim olmuştu. Abdülmelik b. Mervan: “Allahım, beni bütün Müslümanların başına emir kılmanı ve karşı çıkanların kelleleri pahasına da olsa, İslâm Birliğini temin etmeni istiyorum.” duasında bulunmuştu. Abdülmelik’in duasının da aynen kabul buyurulduğunu zaman gösterdi. En son Abdullah İbn Ömer dua etmiş ve şöyle demişti: “Allahım, Senden Cennet’i bana vâcip kılmadan ruhumu kabzetmemeni istiyorum.”74

Hâdiseyi nakleden İmam Şa’bî: “Üçünün dualarının kabul edildiğine şahit olduk; imamın duasının kabul edilip edilmediği ise orada belli olacak.” der.75 Şa’bî’nin bildiği bir şey vardır. İbn Ömer, hiçbir zaman Ehl-i Beyt’e muhalif ve Emeviler’in yanında olmamıştı. Bilhassa Haccac’ın en çok endişe duyduğu bir insandı. Bir defasında Haccac, ihtimal zulümlerini haklı göstermek için hutbeyi uzattıkça uzatmış ve neredeyse öğle namazının çıkma vakti gelmişti. İbn Ömer, durduğu yerden seslendi: “Ey emir, zaman senin hutbeni beklemeyip geçiyor.” Ve Haccac iğbirar üstüne iğbirar şişiyordu.76 Nihayet bir hac mevsiminde, Harem-i Şerif’te bu büyük sahabinin şehadetine tevessül etti; hem de arkasında ihramıyla. Adamlarından biri ucu zehirli mızrağıyla İbn Ömer’in arkadan topuğunu yaraladı. Derken bu yara ve zehir, o koca insanın şehadetine sebep oldu.77

d. Abdullah İbn Mesud

Çok hadis rivayet eden sahabilerden biri de Abdullah İbn Mesud’dur. İbn Mesud, sâbikûn-u evvelûndandır. Gençliğinde Ebû Cehil, Ukbe b. Ebî Muayt gibi Kureyş ileri gelenlerinin koyunlarını güderdi. İnsanlığın Ebedî Râîsi ile tanışınca, bir daha O’nun yanından ayrılmadı. Resûlullah’a o kadar yakın ve O’nunla o kadar içli-dışlıydı ki, hane-i saadete istediği zaman teklifsiz girip çıktığından, hep Ehl-i Beyt’ten zannedilir78 ve bilhassa seferde Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) matarasını, yatağını, nalinlerini ve serîrini taşıdığı için: صَاحِبَ النَّعْلَيْنِ وَالْمِطْهَرَةِ وَالْوِسَادِ diye anılırdı.79

Zâhir ve bâhir keramet sahibi idi İbn Mesud. Bunlardan bir tanesi, zayıf bir rivayete dayanan ve Mekke’de işkence görürken birdenbire kayboluvermesidir. Allah Resûlü, ona: اِبْنُ أُمِّ عَبْدٍ derdi. Yine: “Kim yeni indiği gibi Kur’ân-ı Kerim’i okumak isterse, onu İbn Ümm-i Abd’in kıraatı üzere okusun.”80 buyururdu. Bir defasında, yine Allah Resûlü kendisine: “Bana Kur’ân oku, dinleyeyim.” buyurmuş: “Yâ Resûlallah, Kur’ân sana inmişken, onu sana ben mi okuyacağım?” cevabını verince de, Allah Resûlü: “Başkasından dinlemek daha çok hoşuma gider” demişti. Bunun üzerine de İbn Mesud, Nisâ sûresini başından itibaren okumaya başlamış, ta: فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هٰۤـؤُلَۤاءِ شَهِيدًا “Her ümmeti şahidiyle, (peygamberleriyle haşredip) getirdiğimizde, seni de bunların başında (seni kabul edip etmemelerine karşı) şahit olarak getirdiğimiz gün, nasıl bir gün olacaktır o gün?”81 âyetine gelince, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gözleri dolmuş, kalbi duracak hâle gelmiş ve eliyle işaret ederek: “Kes artık, yeter.” demişti.82

İbn Mesud, fizik olarak çelimsiz bir insandı. Bir gün Allah Resûlü adına bir iş için ağaca çıktığında, orada bulunanlar bacaklarına bakarak gülümsemişler, bunun üzerine de, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Bu bacaklar, yarın mizanda uhrevî hesap itibarıyla Uhud Dağı’ndan daha ağır olacaktır.”83 buyurmuşlardı. Kendisini muallim ve bir nevi defterdar olarak Kûfe’ye gönderdiğinde Hz. Ömer’in Kûfelilere yazdığı mektupdaki ifadeleri unutulacak gibi değildir. “Ey Kûfeliler!” diyordu mektubunda Hz. Ömer (radıyallâhu anh): “Eğer sizi nefsime tercih etmeseydim, İbn Mesud’u size göndermezdim.”84

İbn Mesud (radıyallâhu anh), Hz. Ömer devrinde Kûfe’de kaldı ve insan yetiştirdi. İmam Ebû Hanife’nin kendisi için: “Sahabiden geri değildir” dediği Alkame İbn Kays, Esved İbn Yezid en-Nehaî ve İbrahim b. Yezid en-Nehaî gibi tâbiînin dev âlimleri İbn Mesud’un hazırladığı iklimde yetişmişlerdi. Bilhassa, hulefâ-i râşidînden de hadis rivayetinde bulunan Alkame, ilmini büyük ölçüde İbn Mesud’dan almıştı. Kendisini dinleyenlerden biri, bir gün: “Kimden aldın bunları?” diye sorunca: “Ömer, Osman, Ali ve İbn Mesud’dan” cevabını vermiş, soruyu soran da: “Bah bah!” diyerek takdir etmişti.

Kûfe Mektebi’nin kurucusu olan İbn Mesud, Hz. Osman devrinde de bir süre Kûfe’de kaldı. Bilâhare, hakkındaki asılsız bir şikâyet sebebiyle tahkik için Medine’ye çağrıldı. Artık yaşlanmıştı ve tekrar Kûfe’ye dönmek de istemiyordu. Günleri Medine’de geçerken, bir gün bir adam koşarak geldi ve: “Bu gece Resûlullah’ı rüyamda gördüm. Sen, yanında oturuyordun. Seni yanına çekti ve “Benden sonra sana çok cefa ettiler, gel gayrı!” buyurdu. Sen de: “Evet yâ Resûlallah, gayrı bundan sonra Medine’den ayrılmayacağım cevabını verdin.” dedi. Aradan birkaç gün geçti ve Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medresesi’nin bu ilk ve mümtaz talebelerinden ve İslâm’ı ilk kucaklayan beş-altı kişiden biri olan İbn Mesud (radıyallâhu anh) hastalandı. Uhud’da, Hendek’te, bütün meşâhidde beraber bulunduğu, iki kıbleye birlikte namaza durduğu Hz. Osman ziyaretine geldi ve aralarında şu konuşma geçti:

-Herhangi bir şikâyetin var mı?

-Çok şikâyetçiyim.

-Neden şikâyet ediyorsun?

-Allah’a giderken, günahlarımdan.

-Bir arzun var mı?

-Allah’ın rahmetini arzuluyorum.

-Sana bir tabip göndereyim mi?

-Zaten beni tabip hastalandırdı. Hastalandıran tabip olduğuna göre, göndereceğin tabibin yapacağı bir şey yoktur.”85 Ve, İbn Mesud (radıyallâhu anh) vefat etti. Allah Resûlü’yle (sallallâhu aleyhi ve sellem) 23 yıl beraber olan bu sahabi 800 kadar hadis rivayet etti diye, kendisine -hâşâ- ta’nda bulunmanın ne mânâya geleceğine varın siz karar verin.!

Haklarında kısa kısa malumat vermeye çalıştığımız bu dört büyük sahabiden başka Hz. Âişe-i Sıddîka, Ebû Said el-Hudrî, Câbir İbn Abdillah ve Enes b. Mâlik de çok rivayette bulunan sahabilerdendir. Artık daha fazla tafsilata girmeden, bu dört sahabiden de birer cümle ile bahsedip, tâbiîn-i izâma geçmek istiyorum.

e. Hz. Âişe-i Sıddîka (radıyallâhu anhâ)

Gözünü hane-i saadette açtı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’ye hicret buyurur buyurmaz, bu haneye girdi ve on yılını Efendimiz’le geçirdi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), çok gecelerinde onun yanında kaldığından, bu derin zekâ, firaset ve fetanet sahibi kadın, aile hayatına ait hemen bütün hususiyetleri Resûlullah’tan öğrendi ve bunları kadınlık âlemine taşımakta hiç kusur etmedi. Kadınlık âlemi, bütün ezvâc-ı tâhirâta çok şey borçludur; hususiyle de: “Dininizin yarısını şu Hümeyrâ’dan alın.” senetzede hadisiyle anlatılan86 Hz. Âişe Validemiz’e borçludur. Zeki, içtihada açık ve duyduğu her şeyi sorup tahkik eden bu müstesna validemizin çok hadis rivayet etmesinde istib’ad ve istiğrap edilecek hiçbir şey yoktur.

Onunla alâkalı denebilecek her şeyi muhakkikîn-i izâm yazıp, çizip anlattıklarından onlara havale edip geçiyorum.

f. Ebû Said el-Hudrî (Sa’d İbn Mâlik)

Kendi zamanında Medine’nin âlimi sayılmıştır ve Medine’de merci’ kabul edilmiştir. Babası ensarın ilklerindendir. Bu fakir sahabi, babasını Uhud’da şan ve şeref içinde uhrevî âleme gönderince, geriye kendisi kalmış ve Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmamıştır. Onun günleri de Ebû Hüreyre’ninkiler gibi Suffe’de geçiyor, vahiyle besleniyor ve hakikat-i Ahmediye’nin vâridatla köpüren ikliminde dolu dolu yaşıyordu. Daha sonraki mülâhazaları ve mülâhazamız her sahabi gibi…

g. Câbir b. Abdillah

Hz. Câbir, İkinci Akabe Bey’atı’nda bulunan, Uhud’un şanlı şehitlerinden ve şehadetinden sonra Cenâb-ı Hakk’ın huzur-u kibriyâsına alıp vicâhî olarak görüştüğü büyük sahabi Abdullah b. Amr b. Harâm el-Ensarî’nin oğludur.

2. Akabe Bey’atı’ndan itibaren küçük olduğu için babasının engellemesinden dolayı katılamadığı Bedir ve Uhud hariç, seferde de hazerde de devamlı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakın çevresinde bulunan87 Hz. Câbir’in çok hadis rivayet etmesinden daha tabiî ne olabilir ki? Bunda yadırganacak bir şey olmasa gerek!

İşte bu âlim sahabi Şam’a ve Mısır’a geldiğinde halk, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu hadisleri almak için çevresinde halkalanırlardı. Ayrıca Hz. Câbir’in Medine’de Mescid-i Nebevî’de de bir tedrîs halkası vardı. Amr b. Dînâr, Mücahid ve Atâ b. Ebî Rebah gibi tâbiînin büyük imamları, talebelerinden bazılarıdır.88

h. Enes b. Mâlik

Tam on yıl fasılasız Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmet etmiştir.89 Altı ayda Kur’ân ezberlenebildiğine göre, Enes b. Mâlik’in, on yılda yirmi Kur’ân kadar tutacak hadis ezberlemiş olması her zaman mümkündür. Oysa eldeki bütün hadisleri içine alan Kenzü’l-ummâl’de topu topu 46.624 hadis vardır. Zaten, hadis külliyatına büyük ölçüde hacim kazandıran da isnad zinciridir.

Burada bizim maksadımız, menkıbe yazmak ve sahabiyi tanıtmak değildi. Niyetimiz, dinimizin nâkil ve muhafızlarından yarım düzine pak dâmenin dâmenlerine atılmak istenen kirli düşünce ve levsiyata karşı onları müdafaa eden yüzlerce muhakkikîn kahramanın yanında, sırf şefaatları hakkında ümit beslemek ve onca kahraman müdafi arasında kadirşinaslık deyip bu mini gayreti, o insanlığın kerimlerine bir adres gibi sunmaktı. Niyet, amelden daha büyük, daha tutarlı; Allah’ın inayeti ise her şeyden daha vâsi’dir.

1 Bkz.: Fetih sûresi, 48/18; Enfâl sûresi, 8/72; Haşir sûresi, 59/8-10.

2 Bkz.: Fetih sûresi, 48/29.

3 İbn Hacer, el-İsâbe 1/7.

4 Tevbe sûresi, 9/100.

5 Hadîd sûresi, 57/10.

6 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/89-90; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/132.

7 Müslim, fedailü’s-sahabe 222; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/266.

8 Buhârî, tefsir (7) 3.

9 Hâkim, Ma’rifet-ü ulûmi’l-hadis 22-24.

10 Irâkî, et-Takyîd ve’l-îzâh s.295; Azîmâbâdî, Avnü’l-Ma’bûd 12/248.

11 İmam Rabbânî, el-Mektûbât 1/70 (58. Mektup).

12 Fetih sûresi, 48/29.

13 Ahzâb sûresi, 33/23.

14 Buhârî, tefsir (98) 1-3; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 245; fedâilü’s-sahâbe 121-122; Tirmizî, menâkıb 32.

15 Ahzâb sûresi, 33/37.

16 İbnü’l-Arabî, Muhâdaratü’l-ebrâr ve müsâmeratü’l-ahyâr 2/179.

17 Ma’mer b. Râşid, el-Câmi s.129; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/170; Beyhakî, Şuabü’l-iman 7/363.

18 Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.

19 İbn Hazm, el-Fasl fi’l-milel 3/119; İbn Hacer, el-İsâbe 1/10.

20 Tirmizî, menâkıb 25; Ebû Dâvûd, sünnet 8; İbn Mâce, mukaddime 11.

21 Fetih sûresi, 48/29.

22 Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32) 1, tevhid 35; Müslim, îmân 312, cennet 2-5.

23 Buhârî, meğâzî 9; rikak 51; Tirmizî, tefsir (23) 3.

24 Tevbe sûresi, 9/100.

25 Fecr sûresi, 89/27-30.

26 Tevbe sûresi, 9/100.

27 Buhârî, menâkıbü’l-ensâr 3, nikâh 7, büyû’ 1; Tirmizî, birr 22.

28 Haşr sûresi, 59/9. Buhârî, tefsir (59) 6; Müslim, eşribe 172-174.

29 Ahzâb sûresi, 33/23.

30 Buhârî, fedâilü’l-ashab 5; Müslim, fedâilü’s-sahabe 221; Tirmizî, menâkıb 58.

31 Tirmizî, menâkıb 58; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/57; İbn Hibbân, es-Sahih 16/244.

32 Müslim, fedâilü’s-sahabe 207.

33 Buhârî, şehâdât 9, fezâilü ashâb 1, rikak 7, eymân 27; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 210-215.

34 Tabarânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/86; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 3/388.

35 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/379; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/112; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/375.

36 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/305.

37 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/135.

38 Hâkim, el-Müstedrek 3/579; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 2/587; İbn Hacer, el-İsâbe 7/434.

39 Müslim, fedâilü’s-sahabe 158; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/319; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/328.

40 Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 3/440; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 2/54; Hâkim, el-Müstedrek 3/508.

41 Buhârî, ilim 42; menâkıb 28; Müslim, fedâilü’s-sahabe 159; Tirmizî, menâkıb 46.

42 Buhârî, ilim 42; hars 21; i’tisâm 22; Müslim, fedâilü’s-sahabe 159; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/240.

43 Buhârî, et’ime 1; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 11/34; İbn Hibbân, es-Sahîh 16/102; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 3/317.

44 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/381, 541; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/108, 110, 22/100; Hâkim, el-Müstedrek 2/681, 3/230, 233.

45 Tirmizî, menâkıb 29; İbn Hibbân, es-Sahîh 15/521; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/107.

46 Buhârî, fedâilü’l-ashab 10; et’ime 32; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/117.

47 Bakara sûresi, 2/159.

48 Buhârî, hars 21; Müslim, fedâilü’s-sahabe 159; İbn Mâce, mukaddime 24; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/240; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/363.

49 Hâkim, el-Müstedrek 3/586; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 8/109.

50 İbn Abdilberr, el-İstîâb 4/1771; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 1/207; Tehzîbü’t-tehzîb 12/289-290.

51 Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’ s.323; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/381; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 2/612.

52 Buhârî, ezan 95; menâkıbü’l-ensâr 52; Müslim, salât 158; salâtü’l-müsâfirîn 162; Tirmizî, zühd 39.

53 İbn Kuteybe, Te’vîlü muhtelifi’l-hadis s.22, 41.

54 Buhârî, fiten 9; Müslim, fiten 10.

55 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 8/108-114.

56 Buhârî, fiten 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/324.

57 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 6/229; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 13/10; İbn Hacer, el-İsâbe 7/443; Suyûtî, el-Hasâisu’l-kübrâ 2/236.

58 Müslim, fedâilü’s-sahabe 160.

59 el-Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî 1/28.

60 Hâkim, el-Müstedrek 3/583; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 2/598; İbn Hacer, el-İsâbe 7/433.

61 Buhârî, vudû 10; Müslim, fedâilü’s-sahabe 138; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/335. (Lafız Müsned’den)

62 Hâkim, el-Müstedrek 3/618; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 3/291; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 3/331; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 7/100, 9/655.

63 İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 45/94; Ziriklî, A’lâm 4/95.

64 Buhârî, tefsir (110) 3; meğâzî 51; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/337.

65 Zemahşerî, Rebî’u’l-ebrâr 2/416; Esasü’l-belâga 1/26.

66 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/360; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve 1/706; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 2/442; İbn Hacer, el-İsâbe 4/146.

67 Fecr sûresi, 89/27-30.

68 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/236; Hâkim, el-Müstedrek 3/626; Ahmed İbn Hanbel, Fedâilü’s-sahâbe 2/962.

69 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/131.

70 Buhârî, eşribe 26; Müslîm, eşribe 122-123.

71 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/193; İbn Hacer, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/82.

72 Buhârî, meğâzî 6; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/298.

73 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/143.

74 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân 3/30.

75 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân 3/30.

76 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/159; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 3/344.

77 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 4/185-187.

78 Buhârî, fedâilü’l-ashab 27; Müslim, fedâilü’s-sahâbe 110.

79 Buhârî, fedâilü’l-ashab 20, 27; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/153.

80 İbn Mâce, mukaddime 11; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/139; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/318.

81 Nisâ sûresi, 4/41.

82 Buhârî, tefsir (4) 9; Tirmizî, tefsîrü’l-Kur’ân 5.

83 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/114; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/155.

84 İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/408; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 6/7-8.

85 Beyhakî, Şuabü’l-iman 2/491; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 7/183.

86 Aliyyü’l-Kârî, el-Masnû’ s.98; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/449.

87 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 2/307; İbn Hacer, el-İsâbe 1/434.

88 İbn Hacer, el-İsâbe 1/434; Tehzîbü’t-tehzîb 2/37.

89 Buhârî, edeb 39; Müslim, fedâil 51; Tirmizî, menâkıb 46.

-+=
Scroll to Top