Selâm Sana Ey Nebi!..

Efendiler Efendisi’ne Salât u Selâm

Her fırsatta, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) salât u selâm getirmemiz O’na karşı vefamızın gereğidir. Çünkü, salât u selâmlarla O’nu her anışımız, hem O’nun peygamberliğini bir tebrik, hem getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkür ve hem de bildirdiği fermanlara itaatimizi ve biatımızı yenilememiz mânâsına gelmektedir.

Evet, Efendiler Efendisi’ne salât u selâm okumakla, ahd-ü peymanımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluyoruz. “Seni andık, seni düşündük; Allah Teâlâ’ya senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk.” demiş ve دَخِيلَكْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ “Bizi de nurlu halkana al ey Allah’ın Resûlü!..” talebimizi tekrar ederek onun engin şefkat ve şefaatine sığınmış oluyoruz. Dolayısıyla, salât u selâma Efendimiz’den daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. O’na müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş; aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle melce ve mencâ olarak Resûl-i Ekrem’e dehâlet etmiş, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı hâlde bulunmuş oluyoruz.

Bildiğiniz gibi, “salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât” gelir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât (ve dua) edin ve samimiyetle selâm verin.”1 Bu âyet-i kerimeyle, Peygamberimize salât ve selâmlar getirerek hürmetlerini arz etmek her Müslüman’ın yapması gerekli olan bir görevdir. Her Müslüman en azından اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ “Allâhım rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed üzerine olsun.” diyerek salât getirmek mecburiyetindedir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtülsün, hakarete uğrasın!” buyurmuştur. Bununla beraber, Peygamberimizin ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı âlimler, bir yerde, Hazreti Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir derken, âlimlerin çoğunluğu ise, Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selâm getirilmesi gereklidir demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selâm getirmesinin vacip olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celîl-i Muhammedî ne zaman anılırsa anılsın hemen salât u selâmla O’na senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim, hadis ilmiyle uğraşanlar, Hazreti Peygamberimiz’in hadislerini rivayet ederken, O’nun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir. Hatta, bazı yerlerde, ezanda Efendimiz’in ism-i şerifi de anıldığı, أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ dendiği için, ezandan sonra da salât u selâm okunagelmiştir. Erzurum da bu yerlerden birisidir. Orada da, ezanı müteakip اَلصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ ، اَلصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا حَبِيبَ اللّٰهِ ، اَلصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا خَاتَمَ النَّبِيِّينَ şeklinde salât okurlar. Aslında, ezan kelimelerinin içinde böyle bir salât u selâm yoktur, fakat bir vefa borcu olarak söylerler.

Evet, salât u selâm meselesine bir vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Biz Efendimiz’e karşı borçluyuz. Allah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Hayatımızın her saniyesinde Onu hatırlıyor olma, Ona hiç durmadan salât u selâm getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten Onun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle Ona karşı medyuniyetimizi de sürekli ve fasılasız dile getirmiş oluyoruz.

Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünün her namaza yürüyüşümüzde,

“Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,

Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî;

Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,

Aks eyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.” (Yahya Kemâl)

sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Ulûhiyet’in yanında Efendimiz’in nâm-ı celîlini de anıyoruz. لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ’ın, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ’tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Üstad Hazretleri’nin de Mektubât’ta belirttiği gibi, kelime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve ispat ettiğini, biri birisiz olmayacağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette O, bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i mârifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: “Ey Sâdî! Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır.”2

Gözüm Seninle Aydın…

Cenâb-ı Hakk’ın isminin yanında Efendimiz’in de adının bulunmasıyla alâkalı Endülüslü büyük âlim Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif’inde şunu nakleder: Hazreti Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a Efendimiz’i şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Allah Teâlâ’nın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ yazısını gördüm. İsmi, Senin ism-i şerifinin yanında anılan biri, Senin yanında en kıymetli olsa gerek!”3 şeklinde cevap vermiştir.

Bazı kitaplarda rivayet edildiğine göre, ezanı işiten kimse, birinci أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ denilince: صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ “Allah sana salât etsin, ey Allah’ın Peygamberi!” der. İkinci defa, أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ denilirken de قَرَّتْ عَيْنِي بِكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ “Gözüm seninle aydın oldu/olsun, ey Allah’ın peygamberi!” der. Bunları söylerken de, baş parmaklarının uçlarını öperek gözlerine sürer ki, bunun müstahab olduğu ifade edilir. “Gözüm seninle aydın oldu”, ne güzel bir söz. Hani, Türkçemizde “göz aydınlığı” tabirini kullanırız; çocuğu doğana, oğlu askerden gelene, evladını evlendirene… hep “gözünüz aydın olsun” deriz ya!. İşte قَرَّتْ عَيْنِي بِكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ sözünün karşılığıda aynı mânâdır. Yani, onun nam-ı celilinin her ilan edilişinde âdeta yeni bir viladete, yeni bir vuslata ve bambaşka bir şeb-i arûsa şahit oluyor gibi “Yâ Resûlullah, Seninle gözümüz aydın oldu.” deriz: Sen geldin her şey karanlıktan kurtuldu, her varlık ışığa gark oldu. Sen geldin, gözlerimizin içi aydınlandı, kalbimiz aydınlandı, dünya aydınlandı, ukbaya giden yollar aydınlandı. Sen geldin, yürüdüğümüz yollar nurlandı, adımımızı atacağımız, ayağımızı basacağımız yerler aydınlandı.

Ezan bitince, bu defa da ezan duasıyla vefa borcumuzu eda etmeye çalışır, Efendimiz’e bir nevi salât u selâm getirir ve O’nun Makam-ı Mahmûd’a nâil olması için dua ederiz. Sonra ikâmet getirilir, orada da bir kere daha nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi zikrederiz.

Evet, şuurlu ya da şuursuz, ama keyfiyeti nasıl olursa olsun bu vefa borcumuzu ve şükran hissimizi ezanla, ikametle, namazla, teşehhüd ve tahiyyatla bir şekilde ifade ediyoruz. Keşke, şeker şerbeti kuvve-i zâika ile tattığımız ve tatlarını tam aldığımız gibi, bu kelimelerin hepsini de zihnî ve ruhî zâika sistemlerimizle duysak, her kelimenin tadını tam alabilsek. Keşke, mârifetullah ve zevk-i ruhanî nasıl duyuluyor, onlardan nasıl tat alınıyorsa, onun için hangi sistem harekete geçiriliyorsa, işte o sistemi harekete geçirerek Efendimiz’e karşı o medyuniyetimizi tam duyabilsek. Fakat, gereken ölçüde olmasa da bir günlük hayatımızı hatta tek bir namazımızı düşünsek onda bile Kâinatın İftihar Tablosu’na karşı vefamızı ifade etme gayretinde olduğumuz görülecektir.

Aynı zamanda, her şey Efendimiz’den bir hatıradır bizim için. Ezan, ikamet hatıra olduğu gibi namazda “Sübhaneke” okuyor yine O’nu hatırlıyoruz; “Fatiha”yı terennüm ederken bir kere daha O’nunla doluyoruz/dolmalıyız. Onlar da birer hatıra ve sonra tahiyyâta oturuyoruz. İki rekâtta bir Allah’a tahiyyâtımızı, tayyibâtımızı, mübârekâtımızı takdim ettikten sonra, Efendimiz’e de selâm veriyoruz. اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ، اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ لِلّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ… “Bütün dualar, senâlar, malî ve bedenî ibadetler, mülk ve azamet Allah’a mahsustur. Ey şanı yüce Nebi! Selâm sana. Allah’ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun.” diyoruz.

Bu tahiyyâtımızla, Miraç gecesini, o gecenin kutlu yolcusunu, Peygamber Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’ın selâmına mazhar oluşunu da hatırlıyor ve o muhteşem selâmlaşmaya “Selâm sana yâ Resûlallah” diyerek biz de dahil oluyoruz. Orada bir tefrikte de bulunuyor, salât ile selâm arasını ayırıyoruz. اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ diyerek salâtı Allah’a veriyor, Efendimize de selâm ediyoruz. Çünkü salât, Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar, mü’minlerden de dua demektir. “Melekler salât ediyor” deyince biz, istiğfar anlarız. “Allah salât ediyor” deyince, merhamet anlarız. Biz salât edince de, bizim yaptığımız dua olur. Dua ise, Efendimiz için olsa da Efendimiz’e olmaz, Allah’a olur. İşte, bundan dolayı, namazda Allah’a salâtın yanında, “Efendimiz’e de salât olsun” demiyoruz, O’na selâm gönderiyoruz. Fakat, kendi kendimize salât u selâm okurken, madem Cenâb-ı Allah bize “Ey mü’minler, siz de Ona salât edin ve samimiyetle selâm verin.”4 buyuruyor, biz de uyuyoruz o emre.

Kırık Testi

اَلتَّحِيَّاتُ (et-tahiyyâtu) dediği zaman Üstad Hazretleri kim bilir onu kaç defa tekrar ediyordu. Bütün zihin, his, şuur ve iradesiyle Allah’a yönelerek ve tam konsantrasyon içinde belki defalarca اَلتَّحِيَّاتُ… diyordu; onu söylerken âdeta başı dönüyor, gözleri doluyordu. Çünkü Allah’ın huzurunda olduğunun tam şuuru içindeydi. Biz, Üstad’ın zevk enginliği ölçüsünde belki onu duyamayız ama kendi söz ve mülâhazalarımızı da Sultan’a arz edilen bir “kırık testi” gibi düşünürüz ve kendimizi Üstad Hazretleri’nin Yirmi Dördüncü Söz’de misal olarak gösterdiği o insanın yerine koyarız: “Bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Sonra der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini daha sana hediye ederdim.” Yani, “Ey padişahlar Padişahı! Ey Sultanlar Sultanı! Bu insanlar Sana şu kıymetli hediyeleri arz ediyorlar; benim elimde ise ancak bu pek az sermaye var. Eğer elimden gelseydi, gücüm yetseydi, bütün o hediyeler kadar bir hediye Sana takdim ederdim.”5 deriz.

Bu mülâhaza, Rabbimize karşı kulluk vazifelerimize hâkim olduğu gibi Efendimize karşı hürmet ve vefa duygumuza da tesir etmelidir. Yani, dudaklarımızdan dökülen her salât ve her selâm bin bir âh u eninle, acz ve zaaf hüznüyle, hakkını veremesek de kapıdan da ayrılmama azmiyle dökülmeli; dilimiz salât okurken gönlümüz de:

“Varıp bezmine âşıkân bin bir leâl ister,

Ben bir garîb-i nâlân u şeydâyım Efendim!

Geçerler candan, girenler nûr hâlene bir kez,

O dertten bin belâya müptelâyım Efendim..!

Olur Mecnûn görenler ruhsârını a cânân!

Kapında mülk-i serâp bir gedâyım Efendim!”

demeli.

Bazen, ben de kendimi Ravza-i Tahire’nin, muvâcehenin önündeymişim gibi hissederim. Hayalen o mübarek Merkâd’in önüne varınca, ümit ve emel heyecanıyla çırpınıp duran yüzlerce âşık ruh arasında, bir-iki kadem ötede Sevgili’yle buluşacakmışım gibi bir his ve heyecanla köpürür ve dilimin döndüğü kadarıyla O’na salât u selâm okurum. Sonra da O’nun meclisinden sızıp gelecek en mahrem fısıltıları duymaya çalışırım. Merak ederim, acaba ne dedi benim selâmıma karşılık? Acaba nasıl mukabele de bulundu? İçimi derin bir merak sarar… Bir şey demiştir mutlaka. Zira, salât u selâmın kabul edileceği hususunda şüphe yoktur. Önemli olan onu daha içten, daha gönülden ve derinden söylemektir.

Evet, “tahiyyât”ta, kabul olmuş bir duaya bir ilavede daha bulunur ve اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ “Allahım, Habibin hürmetine, bizim üzerimize ve salih kulların üzerine de selâm olsun.” deriz. Belki bazıları bu mânâyı yakalamak için o lafızları üç-dört defa tekrar ediyorlardır. Siz de vicdanınızda duyuncaya kadar اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ deyip tekrar edebilirsiniz. Bir defa demekle o mânâyı duyuyorsanız; o sözler, tepeden tırnağa kadar vücudunuzda bir karıncalanma hâsıl ediyorsa şayet, gerektiği gibi söylemiş ve gönlünüzde duymuşsunuz demektir. Yani, o kelimelere şuur derinliği, his derinliği de katmak lazım. O sözlerin içinde irademizle de bulunmak lazım. Vücudumuzun bütün zerratıyla da onları söylemek lazım. Bu da ibadet u taati iradî olarak ele almaya, onları aynı zamanda tabiatımıza ait çok önemli bir ihtiyacı yerine getiriyor olma mülâhazasıyla yapmaya, her şeyi mutlak duymaya, tezekkür ve tahayyül etmeye bağlıdır.

Burada kastettiğim şey, mânâ mülâhazası da değildir; yani, söylediğimiz, okuduğumuz şeylerin mânâsını bilme ve düşünme mülâhazası değildir. Esas olan, Allah karşısında bulunma şuuru, Hazreti Resûlullah’a seslenme ve O’nun cevabî sesini hissediyor gibi olma duygusudur; görüyor ve görülüyor olma esprisine bağlı kalmadır. İbadeti bütünüyle bu his, ihsas ve ihtisaslara bağlama ve gevşekliği affetmeme, esnemeyi ve gafleti affetmeme, kendi nefsine hesap sorma, “Burada bu gevşeklik ve gaflet olmaz a dostum; burası teyakkuzda olma yeri ve zamanıdır.” demedir. İşte siz bu incelikleri duyuyor ve hissediyorsanız, Allah Resûlü’yle gelen armağanları şuurunuzla derinleştiriyorsunuz demektir. Ne biliyorsunuz, sizin şuurunda olarak ve gönülden hissederek okuduğunuz bir ezan duası, söylediğiniz bir salât u selâm bir yönüyle Efendimiz’in oradaki makamının daha bir irtikasına, daha bir irtifasına, hatta şefaat dairesinin genişlemesine vesile oluyordur. Dolayısıyla, siz orada yine kendi kurtuluşunuz adına bir yatırım yapıyorsunuz, yine kâr sizin hesabınıza yazılıyor. Eğer Allah Resûlü’nün şefaat edeceği kimseler, burada kendisini O’na tanıtan, bir nevi adres bırakan, salât u selâm referanslarıyla O’na müracaat eden kimselerse, O’na karşı ifade ettiğiniz her vefa sözünüzle yine kendi hesabınıza yatırım yapıyorsunuz demektir.

Meselâ; Peygamber Efendimiz, “Şüphesiz ki, benim ümmetim “gurr-u muhaccel”dir; kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağırılacaktır.” buyuruyor ve şunu ilave ediyor: “Ben onları mahşerde tanırım, çünkü onlar alınlarındaki secde izlerinden bellidir; abdest uzuvları nuranidir.”6 Hadisin metninde geçen غُرٌّ kelimesinin dilimizdeki karşılığı, atın alnındaki beyazlıktır. İnsan için kullanıldığında “nurlu yüz” anlamına gelir. مُحَجَّلٌ de atın ayaklarındaki seki yani beyazlıktır. Bu da insan için kullanıldığında “el ve ayak gibi uzuvların parlaklığı” anlamındadır. Efendimiz kendi ümmetini iman ve ibadetin hâsıl ettiği nur ve parlaklıkla tanıyacağını hadisteki teşbihle ifade ediyor, “Ben tanırım adamlarımı” diyor. Demek ki, burada Onun dini istikametinde, dinini yaşama yolunda yapacağınız her şey, bir yönüyle Onun tarafından kabule, bilinmeye, aranmaya, hatta Allah korusun, Cehenneme girseniz bile oradan alınıp çıkarılmaya vesiledir ve bunlar öyle normal bir borcu ödeme gibi şeyler de değildir. Allah’ın size imdadı, inayeti, raiyyeti ve Efendimiz’in şefaati, âleme diyet ödeme gibi değildir; onlar birer bahanedir. Allah ve Resûlü, sizi belli bahanelerle kendilerine döndürürler, size tevcihâtta bulunur ve kendilerine tevcih ederler. Niçin yaparlar bunu? Ahiretinizi kurtarmak için yaparlar; yoksa sizden bir şey bekleme, bir şey alma değildir maksatları. Siz vermeniz gerekli olan şeyleri ortaya koyun da, Onlar da daha büyüğünü size versinler diye yaparlar.

Aklımız O’na Kurban…

Hep Allah Resûlü’nü mülâhazaya alma, sürekli Onu düşünme, yapılan her işte Onun sevgisini, kabulünü ve şefaatini kazanma gayreti içinde olma çok önemlidir. Meselâ, O misvak kullanmayı tavsiye buyurmuşsa, bana düşen, onun faydasına ve sıhhat açısından yararlarına bile bakmadan, sırf O kullandı ve tavsiye buyurdu diye misvak kullanmaktır. O işi, elde edeceğim bir faydaya bağlamak da ne demek? O kullandı ise ben de kullanırım. Efendimiz bana dese ki takla atacaksın. Bu meselenin mantığı var mı? Aklım öyle inceliklere ermez benim. Senin mantık dediğin şey nedir ki? Mevlâna Hazretleri demiyor mu, “Aklını Hazreti Muhammed’e kurban et.”7 Ben de aklımı kurban ederim Efendime ve Onun emir ve tavsiyelerini yerine getiririm.

Öyleyse, siz de bazı şeyleri yaparken, kendi hislerinizi, size râci bir faydayı nazar-ı itibara almayın. O işin içinde o fayda da olabilir; Allah o işten size bir kısım yararlar da hâsıl edebilir. Fakat, siz şefaat zeminine ulaşmaya bakacaksınız. O Zatla tanışmaya ve buluşmaya çalışacaksınız. Onun daire-i kutsiyesi içine girince sizin bir şey talep etmenize zaten lüzum yoktur. Rica ederim, evinize bir misafir geldiği zaman siz ne yapacağınızı bilmez misiniz? Buraya şimdiye kadar gelen misafirlerden kim aç kaldı, kim çay-kahve içmedi. Siz boş çevirmiyorsunuz misafirlerinizi. Şimdi, siz O’nun maide-i semaviyesinin başına gidecekseniz, O’nun da ne yapacağını bildiğine iman edeceksiniz. Allah ne yapacağını, misafirlerini nasıl ağırlayacağını bilir. O zaman ibadet ve hasenâtınızın karşılığını neden Allah’ın rahmetinin enginliğine bırakmıyorsunuz? Neden o türlü şeyleri teşhis ve tayin etmek suretiyle meseleyi daraltıyorsunuz? Neden شَفَاعَتِي لِأَهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.”8 diyen bir Sultan-ı zîşân’ın size teveccühüne meseleyi bırakmıyor da, onu kendinize göre bir kısım kücük, sinek kanadı kadar menfaatlere bağlıyorsunuz. Öyle bir tavır hem O’na karşı bir saygısızlıktır, hem de himmetinizi dar tutma ve verilecek şeylere bir yönüyle filtre koyma demektir.

Bu açıdan, misvak kullanmanız, misvağınız yoksa parmaklarınızı dişlerinize sürüp onları sıvazlamanız (sivak), abdest sırasında genzinize su çekmeniz… gibi şeyleri bile Efendimiz yaptığı için yapmanız bunlara bir şuur katma mânâsına gelir. “Yâ Resûlallah, bunu Sen yaptın ya, ben de onun için yapıyorum. Abdest dualarının Sana ait olup olmadığını bilmiyorum ama madem İbn Hümam onları Sana isnat ediyor ve ‘Bunlar abdestte okunsun!’ diyor, bunları Sen abdest alırken söylediğin için ben de söylüyorum. Abdestten sonra bir yudum su içtiğin için ben de içiyorum…” bütün bunlar hep O’nu duymaya çalışma, hayatın her safhasını O’nun hayatı ve atmosferiyle bütünleştirme ve O’nun yaptığı şeyleri paylaşma cehd u gayretidir.

Siz O’nun sevgisi, hoşnutluğu ve şefaati arkasında bu kadar koşarsanız, o Rahmet Peygamberi de mutlaka geri dönüp size teveccüh buyuracak ve elinizden tutacaktır. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sorayım:

“ Sen Mevlâ’yı sevende Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına ivende Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,

Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?”

Evet, “Sen gönülden bir kerecik ‘Yâ Resûlallah!’ deyiversen, O “Ümmetim!..” deyip imdadına koşmaz mı?” Kaldı ki, yine Üstadımızın dediği, bazı sadık kâşiflerin ifade ettiği ve bir kısım kitaplarda da geçtiği gibi, mahşerde “Ümmetî, ümmetî!” diyecek olan Şefkatli Nebi, doğduğu zaman da “Ümmetî, ümmetî!” demişti.9 Allah, Onu çok özel bir mahiyette yaratmış ve gönlünü insanlığın kurtuluşuna bağlamıştı. Diğer peygamberlerin şefkati onun şefkatinin yanında deryada katre kalırdı. Öyleyse, siz bir kerecik “Habibî” deseniz, o da mutlaka “Ümmetî!” diye çağrınıza icabet edecektir.

Hâsılı, salâvatın mânâsı rahmettir. Allah Teâlâ, Efendimiz’e bizzat salât etmiş, meleklerinin de Peygamberimize salât ve selâm ettiklerini bildirmiş ve bize de onu bir vazife olarak tahmil buyurmuştur. Bizim salâtımız, Üstad’ın ifadesiyle, “Yâ Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.”10 mânâsına bir duadır. Bununla beraber salât u selâmın ayrı bir hususiyeti daha vardır. Salât u selâm makbul bir duadır; yapılan diğer duaların başında ve sonunda salât u selâm okununca, iki makbul dua arasında istenilen şeyler de makbul olur. Onun için hem duanın başında, hem de sonun da salât u selâm okumak lazımdır. Gerçi, Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm duaların يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ hitabıyla noktalanmasını tavsiye buyuruyor;11 fakat, o sözü Efendimiz’in tevazuuna verip, onda başka bir mahmil düşünüp duaları يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ’la beraber salâtla bitirmek daha doğru olsa gerektir. Evet, hem kendilerinin ifadesiyle, hem sahabe-i kiramın hassasiyetiyle, hem de büyük zatların keşfiyle salât u selâmın ayrı bir hususiyeti vardır ve o geriye çevrilmeyen bir duadır.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مًحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِه۪ أَجْمَعِينَ “Allahım, Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun aile fertlerine ve ashabına salât ve selâm eyle.”

1 Ahzâb sûresi, 33/56.

2 Bediüzzaman, Mektubat s.378 (Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, Beşinci Mesele).

3 Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/313-314; Kadı Iyâz, eş-Şifâ 1/173-174.

4 Ahzâb sûresi, 33/56.

5 Bediüzzaman, Sözler s.385 (Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal, İkinci Meyve).

6 Buhârî, vudû 3; Müslim, tahâret 34-36.

7 Mevlâna, Mesnevî 4/483.

8 Tirmizî, kıyâmet 12; Ebû Dâvûd, sünnet 21.

9 Buhârî, tefsîru sûre (2) 1, tevhid 36; Müslim, îmân 322, 326, 327.

10 Bediüzzaman, Barla Lâhikası s.256.

11 Tirmizî, daavât 91; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 4/409.

-+=
Scroll to Top