Seni İsterim!
Soru: Ramazan-ı Şerif boyunca, toplumun bütün kesimlerinde az-çok bir farklılık hissediliyor. Bu farklılığı sadece kültüre bağlamak doğru mudur? Bu mübarek ayla gelen canlılıkta kültürümüzün tesiri ne kadardır?
Cevap: Duygu, düşünce ve tasarılar, evvelâ insanın içinde doğar, şekillenir, sonra da gelişme ortamını bulunca inkişaf eder ve ferdin bütün davranışlarını etkileyen birer unsura dönüşür. Kültür de, ilk önce iman ve iz’an şeklinde belirir, zamanla gelişip umum hayatı kuşatır; derken bütün beşerî davranışlarda ve hayatın her sahasında kendini hissettirir. Kültür, fertlerin düşünce ve his dünyalarının çevreye aksetmesiyle toplum vicdanında varlığa erer; iç ve dış kaynaklardan beslenir, gelişir ve zamanla milletin tabiatının bir derinliği hâline gelir. Öyle ki, mâbedden mektebe, sokaktan kışlaya, evden çarşı-pazara kadar her yerde bütün hayata tesir eder. İnsanlar kültürün tesirine iradî olarak girmeseler de, o iradeleri aşan sırlı bir güçle her zaman kendini onlara dinletir.
Evet, nazarî konular amelîye dönüşerek işlene işlene insanın benliğine mal olur, onun şuuraltı müktesebatını oluşturur; sonra da değişik çağrışımlarla –ki bunlar zemine ya da zamana ait çağrışımlar olabilir– ortaya çıkarak ferdin hâl, tavır ve davranışlarına yön verir. Böyle bir yönlendirme neticesinde ortaya konan faaliyetler çok defa zorlanmadan yapılır. İnsan, kültürün bir parçası olarak yaptığı işlerde şuuraltı birikiminin rüzgârını da arkasına alarak daha rahat ve daha istekli hareket eder.
Kültürün Tesiri
Bu itibarla, ruha mâl edilen ama şuur altında uyumakta olan nice inanç, kabul, örf ve âdetler vardır ki, bunlar zaman zaman zihne ait bazı sâik ve vesilelerle uyanır, canlanır, harekete geçer; bazen gayet net, bazen de biraz matlaşmış olarak şekillenip ortaya çıkar. Meselâ; biz, Allah’a, peygamberlere, Kur’ân’a ve ahirete iman hakikatlerini her zaman aynı derinlikte gönlümüzde duyamayabiliriz. Bu hakikatleri, delilleri ve tafsilatıyla her an aynı enginlikte hissedemeyebiliriz. Ancak, onlarla alâkalı bir hususa azıcık dokunulsa, hemen onları tam kavramış bir insan tavrıyla vaziyet alır ve tepkimizi ortaya koyarız. Resûl-i Ekrem Efendimiz’e imanımız, bağlılığımız, itimadımız, güvenimiz ve O’nun mesajına olan saygımız açısından duygu ve düşünce dünyamızda hep aynı çizgide bulunamasak ve sürekli sadâkat ufkunun insanı olamasak bile, bir kimse bizim o mevzudaki itikadımıza ters bir şey söylese, hemen ona tepki gösteririz ve elden geldiğince onu ikna yoluna gideriz. Çünkü, bu değerler, bizim tabiatımıza mâl olmuş, âdeta mahiyetimizin bir derinliği ve bir buudu hâline gelmiştir.
İşte, böyle çağrıştırıcı ve tetikleyici sebeplerle ortaya çıkan bir inancın da bir kıymeti vardır, hatta o da tam bir inançtır. Bu zaviyeden kültür, Ramazan’la gelen güzellikleri çağrıştıran, onlara karşı istek uyaran ve insanları hayırlı işlerin içinde bulunmaya teşvik eden çok önemli bir faktördür. Kültür, kökü mazimize dayanan bazı değerlerimizi hatırlamaya, onların rüzgârını da arkamıza almaya ve dünün ışığıyla bugünü aydınlatıp hâli iyi değerlendirerek geleceğe de ümitle bakmaya vesiledir.
Bildiğiniz gibi, “tembih”, Arapçada uyarma, ikaz ve nasihat demektir ve dilimizde de kullanılmaktadır. Eski kitaplarda dibacelerden (önsözlerden) sonra “tembih” diye bir bölüm olurdu. Bu kelime, اِسْتِحْضَارُ مَا سَبَقَ وَانْتِظَارُ مَا سَيَأْتِي şeklinde tarif edilirdi. Bu tabirle ve kitaba konan o bölümle, geçmişten o güne kadar okunan şeyleri bir kere daha hatırlama, önceki malumatı değerlendirme ve onun gölgesinde geleceği bekleme, sonraki bilgilere hazır olma, açık durma mânâsı kastedilirdi. İşte, bu nükte çok önemlidir. Hemen her sahada, geçmişi saygıyla anarak mazinin müktesebatını bir sermaye kabul etmek, hâlin kıymetini bilerek mevcut imkânları güzel kullanmak ve geleceği geçmişin birikimiyle örgülemek gerekmektedir. Zira, şu an rotamızı gösteren şeyler geçmişten tevarüs ettiğimiz şeyler olduğu gibi, gelecekte inkişaf ederek ve gelişerek hayatımızın gidişatını belirleyecek olan şeyler de bugünden miras kalan şeyler olacaktır.
Kökü Mazide Olan Âtî
Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harabîsin, harabatîsin.” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim.” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Güçlü bir gelecek bekliyorsanız sağlam bir kökünüzün olması lâzımdır. Aslında biz bugün kültür mirasımız adına geçmişten tevarüs ettiğimiz şeylerle varız. Gelecekte de varlığımız büyük ölçüde yine onlarla olacaktır. Bugün onların icmâliyle baş başayız; gelecekte de onların tafsiliyle daha farklı bir konumda bulunacağız; daha doğrusu gelecek nesillerimiz daha farklı bir konumda olacaklar.
İşte, kültürün böyle işin içine çekici bir yanı vardır ve bunu asla hafife almamak gerekir. Biz her zaman geçmişten bize intikal eden değerlerle iç-içe bulunuyoruz. Sonra onlarda derinleşme ve onları daha bir derince ele alıp değerlendirme azmiyle, o andaki hissimize, idrakimize ve şuurumuza bağlı bir inkişafa yürüyoruz.
Meselâ, şartlarını, rükunlarını yerine getirerek kıldığınız bir namaz, namaz olarak tamdır ve Allah onun mükâfatını verecektir. Fakat, namaz size bir vazifeyi eda etmenin ötesinde değişik şeyleri hatırlatırsa; kıyam, kıraat, rüku ve secde gibi namaz içinde yaptığınız hareketlerin mânâlarını ve kulluğa bakan yanlarını mülâhazaya alırsanız, o zaman, namaz kılıp vazifenizi yaptığınız aynı anda çok farklı derinliklere de yelken açmış olursunuz. Namazın her saniyesinde, Zât-ı Ulûhiyet’le alâkalı farklı bir mülâhazaya ulaşır ve O’nu çok daha farklı duyarsınız. Öyle ki, kendinizi namaza ve onun mânâsına vermeniz ölçüsünde, bambaşka duyuş ve hissediş ufkuna yürür, o güne kadar hiç tatmadığınız bir yakınlığın lezzetini alır ve “Allahım bugün Sana bir kere daha inandım; Senin bizim bildiğimiz mânâda elin olmaz; fakat şu an Seni kendime o kadar yakın buluyorum ki, âdeta yed-i ilâhiyenle başımın sıvazlandığını hissediyorum!” deyiverirsiniz. Kıyamda başka, rükûda daha başka ve secdede bambaşka şeyler duyar; kanatlanmış gibi olursunuz. Tahiyyâtı okurken meseleyi ayrı bir mânâya, mânâ içinde mânâya bağlar; bir nevi Miraç burcuna yükselir; ötelere selâm verir ve yücelerden selâm alırsınız. Namaz, bazıları için kültürün bir parçası ve folklorik bir hareket hâline gelmiş olsa da, siz ondaki sırrı anlamaya çalışmanız nispetinde onu hiç eskimeyen, renk atmayan, terütaze bir ibadet olarak ele alırsınız. Yine, çokları için, namazdan sonra hemen tesbihat yapıp elleri kaldırarak dua etmek bir folklor hâline gelmiştir. Milletimizin tabiatını yansıtır şekilde, bir komut gibi yükselen “Sübhanallah, Elhamdülillâh, Allahü Ekber” sesleri kültürümüzün bir yanı olmuştur. Fakat, tesbihatı hâlis bir ibadet olarak duyma, onu derinleştirme, kulluk renk ve deseniyle tam bezeme ve ibadet şivesi ile Cenâb-ı Hakk’a sunma meselesi sizin idrak ve şuurunuza bağlıdır. Siz bütün kalbinizle seferber olur, vicdan mekanizmanızı harekete geçirir, latîfe-i rabbâniye, irade ve his gibi bütün derinliklerinizle namaza, tesbihe, duaya yönelirseniz, o zaman her şeyde çok farklı mânâlar bulur, bambaşka hislerle dolar ve âdeta doyarsınız.
Ramazan ve Tamamiyet
İşte, kültürün cezbediciliği ile herkes ve her şey bir ölçüde Ramazanlaşıyor. Geçmişten günümüze yansıyan değerlerin güzelliği, çekiciliği ve göz kamaştırıcılığı bizi bugünün şartlarına uygun şekilde Ramazanla bütünleşmeye itiyor. Mahyalar, iftar çadırları, muhtaçlara yardım yarışları, lebaleb dolan camiler, kubbelerden taşan tekbir ve temcid sesleri, hatta Ramazan davulu içimizde bambaşka duyguları tutuşturuyor. Bütün bunlar, Kur’ân ayının bereketinden istifade etmeye bir çağrı oluyor. O çağrıya koşup, bu mübarek zaman diliminin hediyelerinden bol bol almak da bizim şuurumuza, irademize ve gayretimize kalıyor.
Hâsılı, kültürün hatırlatıcılığı ve çekiciliği insanı belki bir noktaya kadar taşır. Fakat, o noktadan sonra insan kalbinin, şuurunun, latîfe-i rabbâniyesinin ve iradesinin hakkını vermelidir ki, meseleyi daha engince duysun ve her şeyden azami derece de istifade etsin.
Ayrıca, her şeyde olduğu gibi Ramazan’ı idrak etmede ve ondan faydalanmada da tamamiyet çok önemlidir. Kur’ân ayı, insana kulluk adına çok mühim ipuçları verir; hayatı kulluk dantelasına göre örgüleme temrinatı yaptırır. Artık, o ipuçlarını değerlendirmek ve kulluk dantelasını tamamlamak insanın iradesine kalmıştır. İnsan iradesinin hakkını vermeli ve Ramazan’da alışıp uygulamaya başladığı güzel amelleri daha sonra da devam ettirmelidir. Meselâ, bir ay boyunca i’lâ-yı kelimetullah vazifesinin gereğini yerine getirip sonra kenara çekilmek işi yarım bırakmak ve tamama erdirmemek demektir. Oysa, bir mü’minin vazife-i asliyesi kulluktur ve kendini adaması icap eden vazife de i’lâ-yı kelimetullah yolunda olmaktır. Onun dışında ne kadar şey varsa, hepsi tâli işlerdir. Doktor, mühendis, asker ya da öğretmen olmak tâlî bir iştir; Allah, insanı kul olarak yaratmıştır ve mü’min her şeyden önce iyi bir kul olmalıdır. O, gayr-i iradî bir şekilde kul olarak yaratılmıştır; artık kendi iradesiyle de kul olduğunu ortaya koymalıdır. Gayr-i iradî kulluğunu, iradî kullukla derinleştirmelidir.. Çünkü insan, iradesiyle ortaya koyduğu ameller sayesinde Allah’ın rızasını kazanır.
Hedefin Kadar Kıymetlisin!
Unutulmamalıdır ki, talebin kıymeti insanın kıymetini yükseltir; insan talip olduğu şey ölçüsünde kıymet kazanır. Kimisi mala, mülke, bağa, bahçeye; kimisi makama, mansıba, şöhrete, pâyeye; kimisi keşfe, kerâmete, zevke ve hâle… Kimisi de doğrudan doğruya meâliye tâliptir. Oysa, iman, mârifet, muhabbet, aşk ve iştiyakın değerler hanesinde doldurduğu yerleri başka bir şeyle doldurmak mümkün değildir. Bu itibarla, en değerli insan, rıza-yı ilâhî peşinde olan ve iman, mârifet, muhabbet, aşk u iştiyak istikametinde derinleşmeye çalışan insandır. Velilik, kutupluk ve gavslık gibi makamlar da değildir asıl talep edilmesi gereken. Hakikî bir mü’min, bütün bunları mülâhazaya aldığı zaman da tercihini yine iman-ı billâh, mârifetullah, muhabbetullah, aşk u şevk istikametinde kullanmalıdır. O, gavslığı değil, bir gavsın mazhar olduğu imanı, mârifeti, muhabbeti dilemelidir. Hep Cenâb-ı Hakk’ın rızasını istemeli ve onu dilinden de hiç düşürmemelidir. Zaten, gerçekten onu isteyen bir insan, kendilerince en önemli şeyleri talep edip sürekli onları vird-i zebân edinen kimseler gibi, oturup kalkıp sohbet-i Cânân diyecek, daima O’nu zikredecek ve hep O’nun hoşnutluğunu dileyecektir. İyi bir hayat arkadaşı, salih bir çocuk, güzel bir hizmet ortamı talep ettiği gibi, hatta onların çok çok üstünde bir arzuyla rıza-yı ilâhîyi dileyecek ve sürekli O’nu telaffuz edecektir. Her zaman “Allahım, ben Seni istiyorum; rızanı dileniyorum!” duygularıyla dopdolu olacak ve bu mevzuda çok büyük bir istek ortaya koyacaktır. Böyle bir talepte ısrar etmek, bilerek tercih etmenin, tercihte kararlı duruşun ve sadâkatin ifadesidir.
Evet, âşıkâne ve delicesine bu talebin peşinde olmalı; onun tutkunu ve tiryakisi hâline gelmeli… Hatta, namaz kılma gibi en iyi şeyleri o istikamette değerlendirmeli; namazın içinde bile iç mülâhazalarıyla O’nun arkasında olduğunu hep ortaya koymalı. Meselâ, insan, secdeye vardığı zaman, ağzı ne söylerse söylesin, mülâhazaları mutlaka O’nun izzet ve azameti, O’nun rahmet ve merhameti ve O’nun rızası etrafında dönmeli. Dil bazı âyetleri, duaları terennüm etmeli, telaffuz edilen her kelime şuurdan da vize almalı; fakat, iman, yakîn, mârifet, aşk ve şevk isteği de tâlî bir ses gibi sürekli gönül diliyle ifade edilmeli. Hakikî mü’min, bütün söz ve hareketlerine rıza mülâhazasını içirmeli. Her zaman şu hislerle iç dökmeli: “Allahım, mehâfet ve mehâbet duygusuyla gönlümü abad eyle. Senden, fevkalade şeyler istemiyorum; harikuladeliklerle serfirâz bir insan olma peşinde değilim, senin sevdiğin kullardan biri olmayı arzuluyorum. Herkes tarafından bilinen bir insan olmayı değil, bilinmesem de Seni çok iyi bilen bir kul olmayı talep ediyorum. İsterse insanlar hiç tanımasınlar, hiç kabul etmesinler, hiçbir yere koymasınlar; bana yeryüzünde ayağımı basacak kadar bile bir yer vermesinler ama ben Seni çok iyi bileyim ve mârifetine ereyim. Ne olur Allahım, en iyi kime bildirmişsen Kendini, o ölçüde mârifet lütfederek sevindir şu âciz bendeni!”
Seni İsterim!
İşte, bu duygularla meşbu olan bir kul, Allah’ın rızası dışındaki istekler bir anlık gelip kalbine doğduğu zaman, hemen kalkıp bir hata işlemiş gibi tevbe eder, “Estağfirullah yâ Rabbi! Senden gayrı değişik şeylere evvelen ve bizzat gönlümü yönlendirdim, estağfirullah… Senin hakkını mâsivâya verdim ve böylece hak yedim. Evvelen ve bizzat gönül verilmesi gereken Sendin; Sana dilbeste olmam Senin hakkındı, benim de vazifem… Vazifede kusur ettim.” der. Alâka ve irtibat açısından o kadar içtendir… O’nun güç ve kuvvetinin her şeye yeteceği hakkında en küçük bir şirk şaibesine düşmeyecek kadar da muvahhiddir. “Allahım, sadece Senin havl ve kuvvetine sığınıyorum. Dünyalara yetebilecek mekanize ordulara sahip olsam ve onlara küçücük bir değer atfetsem, onu bile Senin kudretine toz kondurma sayarım. Öyle bir cürmü bir şirk kabul ederek başımı yere koyup tevbe etmem gerektiğine inanırım. Çünkü, Sen güç ve kuvveti her şeye yetensin.” şeklindeki mülâhazalar onun fıtratına mâl olmuş imanın, mârifetin, duygu ve düşüncelerin gereğidir. Evet, muvahhid bir mü’minin aklından başka kudret, kuvvet, güç ve servetler geçmemeli; o, Cenâb-ı Hakk’ın bitmez tükenmez hazineleriyle müstağni olmalıdır.
Bir menkıbede anlatıldığına göre; Harun Reşid, bazı özel günlerde halkına hediyeler dağıtırmış. Teb’asını memnun etmeyi ve halkın gönlünü almayı, Rabbin rızasına bir vesile bilirmiş. Yine hediyeler verdiği bir gün, nedîmi ve doktoru Cafer Bermekî’nin, kapının yanında boynu bükük oturduğunu görmüş. Ona dönerek, “Cafer’im, sana da bir şey vereyim. Herkese bir-iki altın verdim sana on tane vereyim.” diye seslenmiş. Bermekî, “İstemem Sultanım.” demiş. Harun Reşid, elli-yüz, ne kadar altın teklif ederse etsin, Bermekî, “istemem.” cevabını vermiş. Sonunda Sultan sormuş; “Be adam, peki sen ne istersin?” Cevap, bütün sâdıkların duygu ve düşüncelerini yansıtacak türden olmuş: “Seni isterim Sultanım, seni. Ben senin sevgine talibim. Sen benden razı olduktan sonra sarayın da, malın-mülkün de zaten benim demektir.”
Evet, makam-mansıp, mal-mülk, servet ü sâmân… Bunların hepsi fâni şeylerdir. İnsan bâkiye talip olmalıdır ki, bekâya mazhariyeti yakalasın. Bu mantık ve bu felsefeyle Allah’a yönelmeli ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın teveccühünü dilemelidir ki, ötelerde sonu olmayan en son nimete, وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِ أَكْبَرُ “Hepsinden âlâsı ise, Allah’ın kendilerinden razı olmasıdır.”1 beyan-ı ilâhîsiyle hedef gösterilen zirveye ulaşsın.
Hikem-i Atâiye’den “Cenâb-ı Hakk’ı bulan, neyi kaybeder? Ve O’nu kaybeden, neyi kazanır?”2 mânâsına gelen sözü zikreden Bediüzzaman Hazretleri, o ifadeyi şerh sadedinde, “O’nu bulan her şey’i bulur; O’nu bulamayan hiçbir şey bulamaz, bulsa da başına belâ bulur.”3 der. İşte, sadece O’nu talep etme, gerçek istiğnâ ve hakikî hürriyet yoludur. Başka şeylere gönül kaptırıp onlara köle olmaktan kurtulma ve kölelikten sıyrılmanın yoludur… Muvahhid mü’minin yoludur.
1 Tevbe sûresi, 9/72.
2 eş-Şürnûbî, Şerhu Hikemi’l-Atâiyye s.208.
3 Bediüzzaman, Mektubat s.23 (Altıncı Mektup).