ŞEYTAN ve VESVESE
1. Şeytan ve fonksiyonu
Şeytan, isyan etmezden önce, ibadet ü taatte meleklerin içinde görünüyor ve onların yaptığı işi yapıyordu.1 Nurdan yaratılmış meleklerden olmadığı için de, melekler gibi teminat altında değildi. Melekler, daha önce ifade edildiği gibi, isyan etmez, başkaldırmaz ve emrolunanı yaparlar.2 Şeytanın içinde bulunan kibir nüvesi ve isyan tohumu, Âdem’e (aleyhisselâm) secde teklifi karşısında çatlayıp hortlayıverince, gerçek mahiyeti ortaya çıkmıştı. Kibirle, “Ben ondan üstünüm ve hayırlıyım; onu çamurdan, beni ise ateşten yarattın.” dedi.3 Âyetin beyanıyla, esas isyan eden İblis olup, İmam Şiblî’nin de ifade ettiği gibi, bu isyanından sonra “Şeytan” ismini ve kıyamete kadar da yaşama iznini aldı ve “Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım (baştan çıkarıp, isyan ettireceğim) diye yemin etti.”4
Burada şu hususu öncelikle belirtmek isteriz: Savaşta düşman ordusunun tek tek fertlerinden ziyade mensubu bulundukları birliklerin kuvvet ve güç durumları, silah ve cephane keyfiyetleri, manevra kabiliyetleri, sayı ve silah üstünlükleri ve tuttukları mevziler gibi, muharebede en mühim yeri olan hususlar etüd edilir ve ona göre vaziyet alınır. Yoksa, düşman subay ve eratının saç ve göz rengi, elbise tipi ve diğer şahsî hususiyetlerini bilip tespit etmek hiçbir işe yaramaz. Yarasa da, diğer hususlar kadar ağırlığı olamaz. Durum, cin ve şeytanlar hususunda da böyledir; belki bu mesele üzerinde biraz fazla durduk, fakat yine de teferruata girmiş sayılmayız.
Bize bu mevzuda esas gerekli olan, şeytanların yaklaşma yollarını ve ebedî hayatımızın teminatı olan iman evimizden bizi vurabileceği hile ve desiselerini tespit edip, gerekli çareleri bulup kullanmaktır.
2. Şeytanın yaratılmasının ve insanları yoldan çıkarmasına müsaade edilmesinin hikmeti nedir?
a. Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının bir hikmeti olmazdı. Bir defa, Allah’ın (celle celâluhu) asla günah işlemeyen ve şeytanın vesvesesine maruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok yaratığı vardır. Allah (celle celâluhu), insandan ayrı ve farklı olarak nebatatı ve hayvanatı yarattığı gibi, ilâhî sanatları meleklerden farklı şekilde aksettiren aynalar olarak da insanları yaratmayı murad buyurmuştur. Evet, yarattığı insanların mahiyetlerinde meknî bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması için de, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakki vesilesi olarak şeytan ve habis ruhları çıkarmıştır. İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır. Şeytan, insanı arkadan kovalayan rakip bir maratoncu gibidir. İnsanın hedefe varabilmesi, muzaffer olabilmesi için, peşini bir an olsun bırakmayan bu ezelî rakibini aşabilmesi, geride bırakması ve ondan daima önde ve daha ileride olması gerekmektedir. Eğer kendisine böyle tahrik ve teşvik unsuru olabilecek bir rakip ve hasmı bulunmasaydı, onun bu ciddî yarışı yapması ve kabiliyetlerini geliştirmesi kat’iyen gerçekleşmeyecekti; daha doğrusu, kabiliyetlerini geliştireceği zemini bulamayacak ve neticede de körelip gidecekti. İnsanoğlu, en yüksek insanlık derecesini ve insan-ı kâmil mertebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmiş ve bağrında Ebû Bekir’ler yetiştirmiştir.. ve yine aynı insanoğlu, bu müsabakadaki acz ve iradesizliğiyle de Ebû Cehil’lerin meşcereliği olmuştur.
b. Şer olan, şeytanın yaratılması değil, ona tâbi olup şer işlemektir. Nasıl herhangi bir cinayete, o cinayette kullanılan bıçak veya tabanca değil de, cinayeti işleyen eller gerçek sebep olarak gösteriliyorsa, aynı şekilde, şeytan da insanın işlediği şerlerde kanlı bir alettir ve asıl suçlu, bu aleti istimal eden kanlı eldir. Evet, insandaki nefis ve nefsin emrine girmiş olan iradenin, şeytana ait telkinatın tesiri altında bazı kötülükleri işlemekle ulaştıkları kötü neticelerin esas sebebi şeytan değildir. Şeytan ve şerler, âdi birer sebeptirler; hakikî illet, insanın iradesidir. Evet insanlar, şeytanın var olmasıyla değil, kendi iradeleriyle kötülük işlemektedirler.
c. İnsan, her şeyi kendi dar dairesinde ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirme meylindedir; oysa Allah’ın (celle celâluhu) yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. Meselâ ateş, içine elimizi soktuğumuzda elimizi yakar; –ki, bu bir kesbdir– şimdi, ateşe “bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Haddizatında, onu şerli ve zararlı yapan bizzat kendimiziz. Haydi, bu türden cüz’î zararları olduğunu kabul etsek bile, biz onun umumî neticelerine bakıp, ateşin faydalı ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Elektrik de böyledir, yağmur da… Allah (celle celâluhu), bir şeyi yaratırken umum neticelere bakar. İşte şeytan da, yaratılış noktasında böyle umumî neticelere bakar; Ebû Cehil’in iradesinin dahliyle Cehennem’e sürüklenmesinde de, Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi elmas ruhlu binlerce evliyâ, asfiya ve kâmil mü’minlerin terakki edip, Cennet’lere yükselmesinde de şeytanın fonksiyonu vardır.
d. Büyük ve küllî neticelerini bırakıp da, cüz’î şerlere sebep oldular diye ateş, elektrik veya yağmuru muzır görüyor ve “olmasalardı!” diyor muyuz? Hayır. Aynı şekilde, “Neden şeytan yaratıldı?” da diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz’î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de, getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, birtakım şerlerden dolayı şeytanın varlığına da ses çıkarmamamız gerekir. Askerlerimiz ölüyor diye askerlik mesleğini kaldıralım ve muharebeye gitmeyelim diyebilir miyiz? Bunun gibi, şeytanın süsleyip püslemeleriyle alıp götürdükleri, nebinin iman adına kazandırdıklarının yanında binde bir nisbetinde ya vardır ya da yoktur. “Nasıl olur? Şeytanın iğvasıyla binlerce insan Cehennem’e gitmiyor mu?” denemez. Çünkü mü’mindeki keyfiyet, kâfirdeki kemmiyetten hem daha önemli, hem daha üstündür. Bir insanın hayatı mı daha önemlidir, yoksa bin böceğin hayatı mı? Bin hurma çekirdeğinden 11’i ağaç olup, gerisi çürüdüğünde, bin çekirdeğe sahip olmak mı, yoksa 989’unun çürümesine rağmen 11 hurma ağacına sahip olmak mı daha kârlıdır?
3. Vesvese nedir?
Vesvese, şeytanın insan kalbini kurcalaması ve hayal aynasına bir kısım resim ve manzaralar, hatıra ve hayaller atması demektir. Şeytanın bir insana, bilhassa mü’mine karşı oynayacağı son oyun, kullanacağı son siper, son mevzi ve silah, vesvesedir. O, küfür ve dalâlet adına alt edemediği kimseye karşı çaresizliğinin ifadesi olarak ‘vesvese’ ok ve mermisini kullanır. Bir cihetle vesvese, şeytanın “Bana yâr olmadın, kendine de olma” düşüncesiyle, mü’mini kendinden etme çırpınış ve gayretidir.
4. Lümme-i şeytaniye nedir?
Lümme-i şeytaniye, şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip, nişan aldığı mü’minin kalb merkezinde önemli bir noktadır… İnsan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanı başında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır.5 Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması, bir odada mü’minle kâfirin yan yana durması gibidir. Biliyorsunuz, pilde bile (-) ve (+) kutuplar vardır. Bir mânâda bunlar da, böyle bir tamamlayıcılık içindedir.
5. Vesvese daha çok kimlerde olur?
Mübtedî Müslümanlarda, işe yeni başlamışlarda pek vesvese olmaz. Vesvese, daha çok kendini can ü gönülden dine vermiş, zimamı ve dizginleri şeytanın elinden koparıp almış, Allah’a (celle celâluhu) karşı ubudiyetini az çok yapan ve iman mevzuunda da terakki edip safvete ulaşan bazı Müslümanlarda olur. Kalbî istidatlarıyla iç âleminde ilerleme yolunda olan, arşiye ve kavsiyeler çizerek insan-ı kâmil mertebesine doğru tırmanan mü’minler, yolun puslu noktalarında şeytanın vesvesesi ile yüz yüze gelirler. Evet insan, ruhun semalarına doğru yükselirken, her menzilde şeytan ayrı bir tuzak kurar ve bekler.. kendine göre en müsait anda okunu çekip atar ve kendine ait yamaçların yeşermesi için kalbe vesvese salar. Demek ki vesvese, biraz da iman babındaki derinlik ve istidata karşı şeytanın bir kıskançlık ve reaksiyonu oluyor.
Vesvese, bazen asabî ve hassas ruhlarda, bazen de fazla gıda alan tenperverlerde olur. Mü’mindeki vesvese, buhranlar ve depresyonlar şeklinde değil de, rahatsızlık verebilecek türdendir. Mü’min çok müterakki de olsa, yine kendisine vesvese gelebilir. Hatta, sahabeden sonra en büyük şahsiyetlerden İmam Rabbanî bile vesveseye maruz kalabilir. Her vesveseye müptelâ insanın mutlaka müterakki ve yükseliyor olması gerekmediği gibi, vesveseye mâruz kalmayanın da sukut ediyor olması lâzım gelmez.
Vesvese, kâfirde olmaz. Kâfirin küfrü vesvese değil, belki hesaplı, plânlı ve inadî bir küfürdür. Kâfirde bunalımlar, iç buhranlar, tatminsizlikler, sıkıntılar olabilir. Fakat bütün bunlar, onu iyice saldırgan ve mütecaviz kılar. Şeytan, kendisine orijinal ve yeni yeni felsefeler üfler; inkârcılık adına çeşitli fikirler verir ve sonunda kâfire kendini de inkâr ettirerek, “şeytan yok” dedirtir.
Evet şeytan, kendi defterine kaydolmuş, zimamını eline vermiş ve arkasından tıpış tıpış gelen kimselere vesvese vermez. Keza şeytan, onun atmosferi ve manyetik alanı içinde daire çizip duran, yerinde sayan, gözleri bağlı, beyinleri gözlerinde ve kalbleri midelerinde olanlara da ilişmez. Onlar, onun kafesinde ve tuzağında eli-kolu bağlı avlardır; “Ne yapalım da kurtulalım.” demeyen avlar. Onlar şeytandan, o da onlardan memnun geçinip gitmektedirler; tabiî ki gidecekleri yere kadar…
6. Şeytanın vesvese vermedeki gayesi nedir?
Şeytan inanmış, iman ve akide zaviyesinden mamur, ibadetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevk edemez. Ve hiçbir zaman onun kalbinde Allah’ın (celle celâluhu) mârifet ve muhabbetinin, Fahr-i Kâinat’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetine ittiba ve iktida düşüncesinin yerini alamaz; ona ibadetlerini terk ettirme mevzuunda başarı kazanamaz. Çünkü mü’min, her şeye rağmen sürekli terakki etmekte, Allah’a (celle celâluhu) kurbiyet kazanmakta ve ruhuyla, duygularıyla, cismiyle nurdan bir helezon içinde yükselmektedir. Bu durumda şeytan, “Hiç olmazsa son mevziinden ona taş atayım; vesvese oklarıyla kalbini bulandırmaya ve ibadetlerindeki huzurunu bozmaya çalışayım. Belki onu meşgul ederim; ederim de, ‘Hiç böyle şey olmazdı, bu da ne?’ der, vesveseye sahip çıkar ve derken ‘Bu kadarı da çekilmez ki’ deme noktasına varır.” umuduyla, mü’mine vesvese oklarını göndermeye başlar. Bu oklara maruz kalan vesveseli mü’minin başka zamanlarda aklına gelmeyen şeyler, namazda aklına üşüşür: Abdest aldıktan sonra, “Acaba kolumu yıkadım mı, başımı meshettim mi?” der ve tekrar abdest alır; bir daha, bir daha derken, artık abdest de, diğer ibadetler de ona zor gelmeye başlar ve –Allah (celle celâluhu) korusun– sonunda hepsini bırakıverir; neticede de, zaten hedefi kendisini ibadetlerden soğutmak olan şeytanın oyuncağı hâline gelir.
Vesveseler ibadetle alâkalı olabileceği gibi, akide ile ilgili mevzularda da olabilir. Bunun ötesinde şeytan, günahları süsleyerek hayali bulandırır, hissiyatı tahrik eder ve insanı akıl, mantık, muhakeme dinlemez bir hezeyancı hâline de getirebilir.
7. Şeytanın sağdan, soldan ve daha başka çok değişik yönlerden gelip, insana vurması ne demektir?
Şeytanın insana çeşitli yönlerden gelişi, onun içinde bulunduğu değişik durumlara göre değişik buudlarda fenalıklara karşı uyarılması mânâsını ifade eder. Mânâ ve muhteva itibarıyla çok buudlu olan insan, bu buudları geliştirmekle, cismaniyetine rağmen Cennet’e ehil hâle gelir. Hatta, daha dünyadayken bile Allah’ın (celle celâluhu) kendisine bahşettiği âdeta melek kanatlarına benzer kanatları sayesinde ruhanîlerle temasa geçer, cinlerle görüşüp konuşur, meleklerle münasebet kurar ve ötelerden vicdanlara esip gelen hakikatleri duyup, hissetmeye muvaffak olur. Buna karşılık, şeytanın da insanın içinde işleteceği birtakım madenler vardır; bütün himmet ve gayretini bu madenleri işletme üzerine teksif edip, insanı yoldan çıkarmak için uğraşır durur o. Evet, bir kısım fayda ve hikmetler için insanın mahiyetine konan şehvet, gazap, öfke, hiddet, akıl, hırs ve inat gibi şeylerden her biri, diyanetle tadil edilmediği takdirde vicdan mekanizması aleyhinde işlettirilebilir.. ve bu işi yapan da şeytandır.
Meselâ, insan nefsanîlik mekanizmasının altında kaldığı sürece, vicdan, yani meleklik mekanizması, bütün erkânıyla ezilip gitmiş demektir. Meleklik inkişaf edince de nefsanîlik, bütün mekanizmasıyla vicdanın emrine girmiş sayılır. Şeytan, insanın özünü bulmasına karşı hep nefis mekanizmasını kullanır. Sözgelimi, vicdan mekanizması veya vicdanın erkânı diyeceğimiz noktalara hiç yanaşmaz veya yanaşamaz; çünkü orada irade vardır; latîfe-i rabbaniye ve şuur vardır. İnsan, iradesini kullanmasını biliyorsa, kendisine şeytan yanaşamaz; şuur ve latîfe-i rabbaniye ile kanatlı ise şeytanî engellere takılmaz ve irfan semalarında pervaz eder durur. Evet, insan kalbinin daima Allah (celle celâluhu) ile doyduğu bu kuşakta kalbin kapıları, her zaman şeytana sürmelidir! Onun bütün velvele ve fırtınaları, dışarıda ve kendine ait sahada cereyan eder.
Şeytanî ve melekî saha, insanın mahiyetinde birbirine o kadar yakındır ki, biri diğerinden her zaman müteessir olabilir. Meselâ, şeytanî tarafta patlayan bombanın radyoaktif tesirleri melekî sahayı da tesiri altına alır. Yukarıda temas ettiğimiz gibi, şeytan şehveti kurcalar ve insanı nefsanîliğe zorlar; aklı kurcalar, cerbezeye sürükler.. keza, insanın hırsını, öfkesini, kibrini, dünyaya tamahını tahrik eder; ağına düşürdüğü kimselerin his ve ruh dünyalarını bulandırmak ve onları kendilerinden uzaklaştırmak ister.
Fakat şeytan, hep fenalıklarını hissettirerek ve fena şeyler yaptırarak üzerimize gelmez. Soldan geldiği gibi sağdan, önden ve arkadan da gelir. Şeytanın, Allah’a (celle celâluhu) karşı o korkunç düşmanlığını ve insanı nasıl baştan çıkaracağına dair terbiyesizce ve küstahça ifadelerini bizzat Kur’ân anlatmaktadır.6 Şeytan, önden gelir ve insanın ileriye matuf ümitlerini kırar; haşr ü neşri inkâr ettirir; “İslâm dini, vazifesini bitirdi; artık bir daha dirilmeyecek.” dedirtir; sinelere yeis atar, geleceği karanlık ve karadelikler, kaoslar gibi gösterir… Arkadan gelir, geçmişle alâkamızı, nur-u nübüvvet ve nur-u vilâyet ile bağlarımızı keser, “Devir değişti, onlar geride kaldı.” dedirtir. Yerinde maziye sövdürür ve kökünü inkâr ettirir. Şeytan, bu şekilde geçmiş ve geleceğe ait menfezleri kapatıp, dün ve yarınla alâkalı bütün bağları kopardıktan sonra, bize içi zehir dolu bir düşünce tarzı ve süslü püslü bir hayat felsefesi takdim eder: “Geçmiş gelecek hep masal, bir daha dünyaya gelecek değilsin; geçen de geçti, sen şimdi yaşamana bak ve ömrünü berbat etme!..” der.
Soldan gelir, insanı açık ve bilinen günah akıntılarına çeker götürür. Beşinci kol faaliyetleri, şeytanın soldan gelip yardımcılarına gördürdüğü faaliyetlerdir. Günümüzde çok yaygın olan bütün haram yolları, şeytanın soldan çarpmasının neticesidir. Burada tek tek bunları sayıp dökerek bâtılı tasvir etmek istemiyoruz…
Evet, şeytanın bir diğer geliş şekli de, suret-i haktan görünmek ve fena şeyleri iyi göstermek suretiyledir ki, bir mü’min için en tehlikeli olanı da budur. Günahlara kapısını kapamış, ibadetine düşkün bir mü’mine şeytan sağdan gelerek kendini beğendirme, muvaffakiyetleri nefsine, fenalık, şer ve hezimetleri de başkalarına nispet ettirme yollarıyla başarı kuşağında ona kayıpların en acılarını tattırır. Evet mü’min, gece teheccüde kalkar; kalkar da, ertesi gün bunu başkalarına anlatırsa, şeytanın sağdan mühim bir darbesine maruz kalmış demektir. Yaptıklarımız ve anlattıklarımızdan ötürü başkaları tarafından medh ü senâ edilmeyi hedefliyor, iş ve hizmet değil de övülmeler hoşumuza gidiyor ve bu övgülerle coşuyorsak, şeytan bizi sağdan vuruyor demektir. Evet, böyle birinin, Kâbe’de tavaf ederken de, cephede en ön saflarda savaş verirken de işi bitiktir.
Ömer bin Abdülaziz (rahmetullâhi aleyh), birine ifade âbidesi bir mektup yazar; sonra da, az çalımlı ve tumturaklı ifadelerle yazdığını fark edince, nefsine bundan pay çıkar mülâhazasıyla tutar, mektubu yırtar.
Yaptığımız işler, vazifeler ve hizmetlerden dolayı nefsimizde bir coşma, bir sevinç meydana geliyorsa, işin içine şeytandan bir şeyler karışmış olabileceği mülâhazasıyla Cenâb-ı Hakk’a yönelmeli ve biatımızı yenilemeliyiz. Evet bize gereken, nefsimizin hoşuna giden şeylere iltifat etmemek; yaptığımızı Allah (celle celâluhu) emrettiği için yapmak, amelin lâzımı olan hazları da ahirete bırakmaktır.
Her insan, Hakk’ın kendisine olan lütuflarını düşünmek ve hangi mertebede olursa olsun, Hakk’ın ihsanlarına mazhariyetin şükrünü eda etmek mecburiyetindedir. O, Allah’a karşı sorumluluk ve şükran vazifesini yerine getirecek, Allah da, engin rahmetinin muktezası olarak, onun niyet ve ihlâsına göre Cennet gibi, ebediyet gibi nimetlerle ihsanlarına ayrı bir derinlik kazandıracaktır.
Bunlardan başka, umumî mânâda, şeytanın sağdan yaklaşıp, büyük meseleleri küçük, küçük meseleleri ise büyük göstermesini de düşünebilirsiniz. Her zaman rastlarsınız; Müslümandır, hacıdır ve caminin müdavimlerindendir. Allah (celle celâluhu), ibadetten ayırmasın. Fakat evinde namaz kılmayan evlâtları vardır; böyle bir durum karşısında kalbi çatlayıp devrilmez de, gelir, camide teferruata ait bir meselenin kavgasını verir.. bazen böyle bir mesele, bid’at bile olabilir. Nesiller, sokaklarda derbeder ve perişandır; hatta bunların içinde onun da oğlu, kızı, torunu vardır; ama gel gör ki, bunları düşünüp üzüleceğine, üzülüp çare arayacağına kalkar, “Camide cenaze bekletilir mi; neden tesbih çekmiyorsunuz; İhlâsları neden okumuyorsunuz?” gibi teferruata ait meselelerin münakaşasını yapar. Bunlar, cenazenin arkasından yedinci, kırkıncı, elli ikinci gecelerdeki şenlikleri kaçırmazlar.. perşembe akşamları nikâh tazelemez ve istiğfar merasimi yapmazsanız, sizi topa tutarlar. Evlerinin en mutena yerinde bir Kur’ân-ı Kerim vardır ama, o hanede hiçbir fert ondan bir şey anlamamaktadır. İşte bu ve benzeri hâller de, şeytanın sağ tokadından da öte sağ kroşeleridir.
8. Vesvesenin faydalı yanı da var mıdır?
Esasen vesvese, yukarıda temas ettiğimiz gibi, çok kimselerin, özellikle de hassas fıtratların mahiyetinde, âhir ömre kadar terakkilerine medar olabilecek bir zemberektir. Tıpkı saat zembereği gibi onun kalbi de vesveseyle kurulduğu sürece daima çalışır ve onu ileriye, daha ileriye götürür; çünkü bu sayede imtihan ve mücadele ölünceye kadar devam eder. İtikadı sağlam, ameli yerinde ve nefsini teslim almış bir mü’minde böyle bir “Cihad-ı Ekber”i yaptıran ve ona gazilik sevabı kazandıran kaynak, vesvesedir.
Diğer bir yönüyle de vesvese, insanı daima müteyakkız ve uyanık tutar. Mü’min, işini halletmiş olmanın ve duruma hâkimiyetinin verdiği rehavet ve rahatlık içinde, uyku bilmez bir düşman olan şeytanın çukurlarından herhangi birine düşmemek için daima tetikte bir asker gibi hep uyanık kalabilir. Hasta, hastalığından dolayı Allah’a (celle celâluhu) karşı yalvarış ve yakarışa geçtiği gibi, vesveseli insan da, her vesvese emaresi karşısında “Aman yâ Rabbi!” der ve kendini o ifritten kurtarıp, gerilime sevk eder.. ve günahları içeri almayacak bir kalenin içine girer kurtulur. Elverir ki, işaret edeceğimiz üzere, vesveseyi büyütüp, zararlı hâle getirmesin.
9. Vesveseden kurtulmanın pratik ön çareleri
a. Vesvese, imanın kuvvetindendir
Önce hemen şunu belirtelim ki, vesvese çok korkulacak bir şey değildir, çünkü iman var ki, vesvese geliyor. Sahabe-i kiramdan Efendimiz’e gelip, “Yâ Resûlallah, vesveseye mübtelâyım.” diyen birine, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevabı, “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir.”7 şeklinde olurdu. Şeytan, sizde de iman cevheri, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı taarruza geçmektedir. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle Âdem (aleyhisselâm) ile başlamış olup, kıyamete kadar da devam edecektir.
Nasıl deniz korsanları, hazine taşıyan zengin gemilerine tecavüz eder ve define bulunan adalara saldırırlar, öyle de şeytan dahi, mü’minin iman cevheri taşıyan kalbine hücum eder. Zaten o, tamtakır, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz; böylelerine vesvese okları göndermez. Hırsızlar bile zengin evleri kollarlar; Doğu’nun ve Batı’nın kâfir ve zalimleri de öyle değil mi?..
Vesveseye düşen mü’min, “Şeytan bütün cephelerde mağlup oldu; bu yüzden, şimdi de iman ve İslâm’a ait vesveselerle, şüphelerle beni meşgul etmek, hazineme el atmak istiyor; ama, benden bir şey koparamayacak. Bu, onun son çırpınışlarıdır; bir gün gelecek, benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir.. kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi. Hoş, gitmese de kapılar ona sürmeli ve beni koruyan kale de çok sağlam; bana Allah’ın izniyle hiçbir şey yapamaz.” diye düşünmelidir.
b. Vesvese, kalbin malı değildir
Kalb rahatsız olduğuna göre, vesvese kalbe mal edilemez; çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmayacaktı ve böyle bir kalble şeytan da uğraşmayacaktı…
Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalb, vesveseye razı değil, sahip de değil; vesvese ile arasında mânâ ve mahiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki, kalb vesveseden rahatsız olmaktadır. Kişinin gösterdiği reaksiyondan, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştiha ve ağız tadının kaçmasından anlıyoruz bunu; tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda açtığı rahnelere, meydana getirdiği arızalara karşı vücudun muharipler üretmesi, antikorları devreye sokması ve bu ciddî muharebenin meydana gelmesi neticesinde hararetin yükselmesi gibi. İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği bizim malımız olmayan yabancı hayal, düşünce ve vesveselere karşı mânevî yapımız, iman potansiyelimiz, âdeta antikor üreterek, bu şer ve şerareler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır. Eğer, vücudumuz herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen teslim oluyorsa, o zaman, AIDS virüsüne karşı antikorların teslim-i silah ettikleri gibi, bizde de iş bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bu, “Gel, ne istersen yap!” demektir ki, şeytanın da istediği budur.
c. Vesveseye maruz kalb, içine kötülerin çer-çöp attığı pınara benzer
Meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı var; bileşikleri, tadı ve takdim ettiği şifasıyla zemzem suyu gibi bir su kaynağı. Herkes tarafından malum ve meşhur hâle gelmiş, dünyaca da kabul edilmiş mübarek bir kaynak. Şimdi, hain biri geliyor, sinsice kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer-çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, “Eyvah” diyorsunuz; “Pınarım kurudu, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!” Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerine atılan o çer çöpü götürecek ve safiyetini muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar ise, o zaman bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiçbir zararı olmayacaktır. O toz, toprak akıp gidecek ve sizin menbaınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil… Evet, işte vesveseye maruz kalb de böyledir…
d. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mesul etmez
Bildiğiniz gibi, mükellef ve mesul olmada irade ve şuur şarttır. Hayvanatın yanı sıra mecnunlara, aklı, şuuru yerinde olmayanlara teklif yoktur. Bu itibarla, vesvese için irade devrede değilse ve plân, programı yapıp, “gel” diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mesul sayılmayız. Elverir ki, onu fiiliyata dökmeyelim, işlemeyelim. İrade, umumiyetle böyle kendi kendine gelen vesveseyi karşısında bulur ve ona mukavemet edemez, çünkü o davetsiz gelir. Ayrıca insan, tedai-i efkâr ile iradesi dahilinde olmadan gördüğü, duyduğu ve okuduğu şeylerle de birtakım hatıralara, hayallere ve düşüncelere maruz kalabilir. Aslında, çok defa bunlardan kurtulmak mümkün de değildir; çünkü insanın bu hâli, yaratılışının muktezasıdır.
e. Vesvese, insanın ilerlemesine mâni olmayan örümcek ağı gibidir
Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur’ân, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır.”8 diye ferman etmektedir. Evet var ama, yok gibidir şeytanın hilesi. Meselâ, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağlarını gerip yolunuzu kapatmış; döner misiniz, devam mı edersiniz? Örümcek ağı sizin ilerlemenize mâni olabilir mi gerçekten? Şüphesiz hayır; onu bir engel olarak görmez ve hiçbir şey yokmuş gibi yolunuza devam edersiniz.
Efendimiz, şeytanın dalâleti, küfrü, küfranı, günahı ve kötülükleri yaptırmadığını ve elinden tutup da kimseye günah işletemeyeceğini beyan buyurur. Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip-püslemek, allayıp-pullamak, cazip ve çekici göstermektir.9 İyiyi de kötüyü de yaratan, dalâlete de hidayete de sevk eden Allah’tır (celle celâluhu). Rengârenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir şeytanın vesveseleri; fakat altında derin çukurlar bulunur, kilometrelere ulaşan derin çukurlar…
Gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz. Vesvese, üflemekle uçup giden tüy kadar zayıftır. Bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer o; ardından ne yağmur gelir, ne de yel!.. O, uçak yolcularının bir anlığına içine düştüğü hava boşluğu gibidir; ne feryat etmeye değer, ne de dövünüp yakınmaya!..
f. Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert hâline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez
Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayal aynasında sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif yansımalardan ibarettir. Akla ve hayale gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez, kir bırakmaz ve zarar da vermez. Elinizde tuttuğunuz aynaya karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, aynadaki o yılanın elinize zararı olur mu? Ya da, aynaya akseden bir pislik elinizi kirletir mi? Veya elinizdeki aynaya akseden alevli ateş, elinizi
Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert hâline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiçbir zararı olmaz. Ona hep tepeden bakacak ve “Allah’ın (celle celâluhu) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarım.” diyeceksiniz.
g. Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir
Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilâfına hareket edildiği takdirde vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvese, zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman zararlıdır. Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman zararlıdır o; büyük gördükçe, mühimsedikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hâle gelir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz.. vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır.
Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar; biz de cazip bulur ve onu işlettirirsek, o bir karelik manzara, hayal sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi hâline gelir de, farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele bu suretler, nefsanîliğe bakan, bedeni tesir altına alan suretler olursa… Evet, insan onu alır ve hayalinde maceralı bir film hâline getirir. Hâlbuki şeytana ait olan, o ilk sahnedir. Öyleyse, o ilk oltaya sahip çıkmamak, takılmamak ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayallerimizi gerçeğe dönüştürmesin; dönüştürmesin ki, biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.
h. Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar
Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke hâline gelir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve im’ân-ı nazarla büyütüp, kendine mâl eder. Derken onu huy hâline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında yeise düşüp, tam zarara uğramanın ifadesidir. Bu hâle mâruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde “Artık ben mahvoldum.” deyip, mağlubiyeti kabul eder ve böylece önce merkezi şeytanın salvolarına açık hâle getirir, sonra da onu terk eder. Bir kumandan düşünün; ileride sağ tarafta birkaç madenî parlama görerek, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevk eder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha etmesine açık ve hazır hâle gelmiş olur. Esasen bu, taktik bilmemenin ve düşmanı tanımamanın ifadesidir. Görüyorsunuz ki, şeytanın yaptığının vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıyor. Evet, dikkat edelim, onu hayalimizde ve düşüncemizde büyütmeyelim…
i. Vesvesenin manyetik alanından ibadet ile uzaklaşmalı ve psikolojik tesirinden çıkılmalıdır
Vesveseye karşı sizi vesvesenin manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunun. Hadiste de ifade edildiği gibi, böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi gadaplandığınızda, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekât namaz kılın ve iç dünyanızda değişiklik yapın; ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşru bir kısım davranışlarda bulunun!.. İradenizi devreye sokarak, psikolojinize tesir edebilecek, elinizde olmadan içine düştüğünüz hava boşluğundan sizi çıkaracak veya tutulduğunuz elektrik akımından sizi çekip alacak küçük de olsa bir vesile arayın.! Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir sefer dönüşü –bir defaya mahsus olmak üzere– yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca, “Burayı derhal terk edin; şeytan burada hâkimiyet ve saltanat kurmuş.”10 buyurmuşlardı.
Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsnü istikbalse, evrad u ezkâr, Allah’ı ilan ve O’nunla irtibatlanma, bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hatta bir taarruzdur. Meselâ, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yerde, şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını anlatır.11 Demek ki, onun ezana ve ezanın ihtiva ettiği mânâlara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikçe, biz de Allah ve Resûlü’yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lâhûtî hâtıralara dalmalıyız. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraç yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hatta esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenebilir. Keza bir yerde sol tarafınıza atacağınız üç tükürük,12 bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazen yumruğu sıkıp meydan okuma, bazen de hafife alma mânâsına tebessüm edip geçme, onun manyetik alanına karşı gerilimde bulunma ifadesidir.
Bir genç arkadaşımıza şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Şeytan, karşına çıkıp da bir harama bakmanı istediğinde şöyle düşün: Bakmakla elime ne geçecek? Bakacaksın, o boş… Daha ileri götürsen, yine boş… Kaldı ki, imanının sana vereceği pişmanlık ve ızdırap da var. Sonu böylesine boş, ızdıraplı ve karanlık olacak bir bakışın ne mânâsı olabilir ki!” Esasen, insan kendini böyle ikna ederken, o haram manzara da çoktan kaybolup gitmiş olur.
Akla gelen her vesvese, her süslü manzara, gelecekte elde edilecek daha mükemmellerini düşünmekle izale olabilir. Kur’ân’ın pek çok yerinde, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret bulunduğu ve gerçek hayatın ahiret hayatı, yaşanacak gerçek yurdun da ahiret yurdu olduğu ifade edilir.13 Vesvese, sana ıspanak ve tere otunu mu teklif ediyor; ama Allah (celle celâluhu) diyor ki, orada peş peşe koparılmaya hazır meyveler var.14 Hem, dünyadaki gibi hazımsızlık, karın ağrısı ve defekasyon lüzumu da duymayacaksın. Buradaki haramlara nazar noktasından gelen vesveseye de aynı şekilde mukabele edilebilir. Ama biz, dünyanın bütün güzelliklerine karşı “İsteyene ver Sen ânı, bana Seni gerek Seni.” diyeceğiz. Yaz aylarının kavurucu sıcağını bahane ederek, şeytan sizi hizmetten ve irşad gayesiyle etrafa gidip gelmekten alıkoymak ve başkalarına yaptığı gibi sizi de deniz kıyılarına veya gölgesi serin mesire yerlerine çekmek mi istiyor? Ona Cehennem ateşinin çok daha sıcak olduğunu hatırlatıverin.15 Öyle zannediyorum ki, kalbinize atmak istediği bu vesvese, kendi gırtlağına tıkanıp kalacaktır.
Hem “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun sadık yârânı ve arkadan gelen salihler bizi bekleyip dururken, benim şurada burada avare ve bana yakışmayan bir vaziyette dolaşmam hiç doğru olur mu?” diyerek, bu mevzuda şeytanın telkin etmek istediği gaflet ve rehavet vesvesesini izale etmek mümkün olur kanaatindeyim.
j. Abdest ve namazda “Eksik mi yaptım?” şeklindeki vesveselere de önem verilmemelidir
“Abdest ve namazda yanlış ve kusurum oldu mu acaba?” şeklinde gelen vesveselere de aldırış etmemek gerekir. Böyle bir vesvese ilk defa vukû buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama mükerreren oluyorsa, sözgelimi bir abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşen birisi, o zaman hiç vesveseye meydan vermeden, o uzvunu yıkadığını kabul ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekât kıldığı mevzuunda vesveseye müptelâ olmuşsa, namazının tamam olduğu kanaatiyle hareket etmelidir.
Vesvesenin ilka ettiği şeyin üzerine üzerine gidilmelidir. Vesvesenin üzerinde durmak değil, aksine, tam tersi istikamette yürümek lâzımdır. Hiç kâle almadan, önem vermeden, yapılan yanlış bile olsa, “Mezheplerimizden birine uyar.” deyip geçmek maslahata binaen daha muvafık olur kanaatindeyim. Gaye, şeytanın canına okuyup vesveseyi def etmektir.
1 Kehf sûresi, 18/50.
2 Tahrim sûresi, 66/6.
3 Sa’d sûresi, 38/76.
4 A’raf sûresi, 7/17.
5 Tirmizî, tefsîru sûre (2) 35.
6 A’raf sûresi, 7/17.
7 Müslim, iman 209, 211; Ebû Dâvûd, edeb 109.
8 Nisâ sûresi, 4/76.
9 ed-Deylemî, el-Firdevs bime’sûri’l-hitab 2/11-12; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 1/116.
10 Müslim, mesâcid 309; Ebû Dâvûd, salât 11; Tirmizî, tefsîru sûre 20; İbn Mâce, salât 10; Muvatta, salât 25
11 Buhârî, ezan 4; el-amel fi’s-salât 18; sehv 6; bed’ü’l-halk 11; Müslim, salât 19; mesâcid 83.
12 Buhârî, tıp 39; ta’bir 10; Müslim, rüya 2301.
13 Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/185; En’âm sûresi, 6/32; Ankebût sûresi, 29/64 ; Muhammed sûresi, 47/36; Hadid sûresi, 57/20.
14 Bkz.: Hâkka sûresi, 69/23; İnsan sûresi, 76/14.
15 Tevbe sûresi, 9/81.