Bölümler

Yüklenecek konu kalmadı!

Sıyamım yok, kıyamım yok, gözde yaş, gönülde heyecanım yok. Hizmette görünme riyakârlığı mevcut. Kapıdan da ayrılamıyoruz…

Yoklarla çepeçevre sarıldığını düşünen bir dertlinin gönül ızdırabı… Soru değil, bir bakıma hepimize ait bir vak’a raporu… Bir büyük şöyle der ve bu sözlerini sıkça tekrar ederdi:

        “Ne ilmim var ne a’mâlim
        Ne hayr u taata kaldı mecalim
        Garîk-i isyanım çoktur vebalim
        Acep rûz-i mahşerde n’ola hâlim.”

Gözyaşları, ihlâslı ve samimî insanlar için, başka bir ifadeyle, daima ciğeri ve bağrı yanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir. Âdeta, sinesinde Cehennem korları ve içi cayır cayır yanarken, onun duyguları dışa gözyaşı şeklinde dökülür. Onun içindir ki, Allah Resûlü tarafından, Cehennem’le gözyaşı arasında bir muvazene kurulmuştur. Cehennem kıvılcımlarının mahşerde insanları kovaladığı zaman, Cibril elinde bir bardak su ile görünür. Ve Allah Resûlü ona sorar: “Elindeki nedir?” Cibril’in cevabı şu olur: “Mü’minlerin gözyaşı.. Cehennem’i söndürsün diye!”

Başka bir hadislerinde bu muvazeneyi şu sözleriyle ifade ederler: “İki göz Cehennem ateşi görmez: Düşmana karşı nöbet bekleyen ve Allah (celle celâluhu) korkusundan ağlayan gözler.”1 Evet, Cehennem’in korkunç kıvılcımlarını söndürecek ancak gözyaşıdır.

Allah Resûlü, bu ve benzeri hadisleriyle, dışa karşı mücadele ve mücahede eden insanın bu durumuyla, içe karşı mücadele eden ve nefsiyle yaka paça olan, bu yüzden de gözyaşı döken insanın amelini aynı mütalâa ediyor.

Kur’ân-ı Kerim, ağlayan insanların durumunu bir ibret vesilesi olarak nakleder. Ayrıca, az gülüp çok ağlamayı, kazanılan günahlar karşısında iki büklüm olmayı emreden nice âyetler vardır.

Ruh inceliğinin şahidi durumunda olan gözyaşının her damlası, bir rikkat ürpertisidir ki, Cennet’teki kevserlere denk kıymete sahiptir. Gözyaşının kuruması cidden acınacak bir zavallılık örneğidir. Allah Resûlü, şeytandan sığındığı gibi, kurumuş gözden Allah’a (celle celâluhu) sığınmaktadır.2

Keşke her mü’min kendini sıkı bir kontrolden geçirip, bu acı hakikati itiraf ederek şöyle diyebilseydi: Ne ilmim var, ne a’mâlim; ne hayr u taate kaldı mecalim. Ne gözümde yaş, ne de yürekte dermanım. Ve ne de iradede ferim…

Ve yine, keşke her mü’min kendini şuna ikna edebilseydi: Ben bir hiçim. Eğer Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) bir kısım lütuflarına mazhar olmuşsam, bunlar benim liyakatimden değil, aksine muhtaç oluşumdandır. Benim bu müflis hâlim Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) rahmetini ihtizaza getiriyor ve bütün bu lütuflar da onun için geliyor.

İnsanın kusurlarından sıyrılmasının ilk yolu, kusurun kusur olarak bilinmesidir. Bu bilmeyi daima bir ürperti takip etmelidir ki, insan kusurlarından kurtulmayı becerebilsin.

İmana ait meseleleri sevmek.. küfür, isyan ve günahtan nefret etmek, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) insanlara ve bilhassa mü’minlere verdiği en büyük nimetlerdendir. Bu sayede insan imanda ve insan olmada zirveye doğru tırmanır ve onu aşağıya doğru çekmek isteyen her türlü engel ve engebeden kurtulur. Âyette bu husus bir nimet olarak şöyle anlatılır: “Fakat Allah (celle celâluhu) size imanı sevdirmiş; ve onu kalblerinize ziynet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu, Allah’tan (celle celâluhu) bir lütuf ve nimettir. Allah (celle celâluhu) Alîmdir, Hakîmdir.”3

Allah (celle celâluhu) inananlara imanı sevdirmiş ve kalblerinde imanı süslü göstermiştir. Onlar iman adesesiyle baktıklarından dolayı, sanki Cennet’i, hurileri ve hepsinin ötesinde Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) cemalini görüyor gibidirler.

Eğer âyetteki ifadelere muhatap sahabe ise, zaten onlarda bu hâl değişmeyen karakter hâline gelmişti. Onlar imana ait bütün meseleleri, ibadete müteallik bütün hükümleri delicesine seviyor; küfürden ve küfre götüren şeylerden de alabildiğine nefret ediyorlardı.4 Onlar imanları sayesinde daha dünyada iken Cennet’e girmiş ve Cennet ikliminde yaşamaya başlamışlardı bile.. onlar için tekrar küfre dönmek ise, Cehennem’de cayır cayır yanmayı Cennet’te reftâre dolaşmaya tercih etmek olurdu. İşte onlar bu sayede rüşde erenlerden olmuşlardı. Ve bu da, Rabb’in büyük ihsan ve lütufları arasında sayılması gereken nimetlerdendi…

Evet, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, insan kusurlarını hissedebiliyor ve onları görüyorsa, hatalardan sıyrılma adına ilk adımı atmış demektir. Ve eğer insan kendini kusursuz görüyor ve Müslümanlık adına, yapılması lâzım gelen her şeyi tam ve eksiksiz yaptığı zan ve kanaatini taşıyorsa, o da yavaş yavaş batıyor demektir.

İmam Kastalânî, on dört kadar sahabinin, nifaktan tir tir titrediğini ve münafıklar listesine kaydolup olmadıkları hakkında ciddî endişe taşıdıklarını nakleder. Bu endişe ve korku onlardaki imanın ayrı bir buuda ulaştığının alâmetidir. Onlar arasında Hz. Ömer ve Hz. Âişe Validemiz gibi sürekli zirvelerde dolaşan insanlar da vardır.

Hz. Ömer Cennet’le müjdelenmişti, fakat bir türlü kendinden emin olamıyordu O büyük insan. Allah Resûlü’nün: “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.”5 takdiriyle serfiraz olmasına rağmen, gidip Huzeyfe’nin yakasından tutuyor ve “Huzeyfe! Allah (celle celâluhu) aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu…

Hz. Âişe hane-i saadete girdiğinde, belki rüşdünü yeni idrak ediyordu. Erkek olarak Allah Resûlü’nden başka kimseyi görmemiş ve tanımamıştı. Günah onun ruhuna hiçbir zaman misafir olmadı. Hayaline Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir insan da girmemişti. O Allah Resûlü ki, O’nun silüetinde daima Hak (celle celâluhu) mütecellî idi. Demek ki o müstesna kadın Hakk’ın (celle celâluhu) tecellîsinden başka bir yere bakmamış ve Hak’la (celle celâluhu) bu denli bütünleşmişti.

Mir’ât-ı Muhammed’de daima Hakk’ı (celle celâluhu) müşâhede ediyor ve düşüncesiyle ötelerin yamaçlarında geziyordu. Gözü gönlü itminan içinde ve doygundu. Bulunduğu eve sağanak sağanak vahiy yağıyor; zaten ilham yüklü bulutlar çatıdan hiç mi hiç eksik olmuyordu. Yusuf’un güzellik dileneceği bir efendiye sahipti ve bir gün bunu ifade etmişti. “Mısır kadınları Yusuf’u görünce ellerini kestiler; eğer benim Efendim’i görselerdi ellerindeki bıçakları kalblerine saplarlardı.”

İbadetteki hassasiyeti ise herkesçe müsellemdi. Onun bir vakit namaz veya bir günlük oruç -kadınlık hâllerinin dışında- borcu yoktu. Ve bütün bunların yanında o, Allah Resûlü’nün en çok sevdiği insan olma pâyesine ulaşmıştı.

Şimdi bütün bu dediklerimizi ve daha yüzlerce denebilecek şeyi bir araya getirin.. Hz. Âişe Validemiz’in büyüklüğünü anlamaya çalışın. Sonra da şu tabloya ibretle bakın:

Ağlıyordu. Hıçkırıkları düğüm düğümdü gırtlağında.. Allah Resûlü sordu: “Âişe, seni ağlatan nedir?” Cevap verdi: “Yâ Resûlallah, biraz evvel, وَإِنْ مِنْكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا ‘İster istemez hepiniz Cehennem’e uğrayacaksınız.’6 âyetini okudum. Ve onun için gözyaşlarımı tutamadım.” Ve sözlerine devam ediyor: “Acaba o gün ehlinizi hatırlar mısınız?” Allah Resûlü cevap veriyor: “Üç yer var ki, orada kimseyi hatırlayamam: Sırat’ta, Mizan’da ve defterlerin herkese verildiği anda; evet, buralarda kimseyi hatırlayamam..!”

İşte kendisinden şefaat ümit ettiğimiz anamız Hz. Âişe, böyle bir endişeyle yaşıyor ve acaba ben münafık mıyım, kuşkusunu içinden bir türlü çıkarıp atamıyordu..!

Bir insanın kusurunu bilmesi kadar büyük irfan olmaz. Kusurunu itiraf edeni müjdelemeli ki, bu hâliyle o, kurtuluşa doğru ilk ve en çalımlı adımını atmıştır.

Sıyam, kıyam, gönül heyecanı ve gözyaşı denilen şeyler insanın mânevî hayatını kurup inşa edeceği esaslardır. Elbette bunlara ilâve edilecek hususlar da vardır. Meselâ insanın malıyla fedakârlık yapması, günümüzde farzlar ötesi farz durumunda olan cihadda bulunması gibi meseleler, mânevî çatının vazgeçilmez rükünleridir.

Bunlardan biri eksik olursa, insan, namazın rükünlerinden birini eksik yapmış gibi, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) rahmetiyle rezonans olamaz. Rabbimiz’in rahmetiyle tam temasa geçmemiz ve aynı frekanstaki alıcı-verici durumunu elde edebilmemiz için, O’nun bize, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımıza dair teklif ettiği bütün emirlerini arızasız ve kusursuz yerine getirmemiz icap etmektedir. Aynen bunlar, bir kilidin içine giren anahtarın dili gibidir. Dişlerden bir tanesinde herhangi bir arıza, bir bozukluk bulunsa, diğer bütünü uysa ve tutsa bile kapıyı açamazsınız. Ne olursa olsun, mükellefe düşen şey “kilide göre anahtar” deyip, sebepler plânında sorumluluklarını kusursuz yerine getirmektir.

Aslında kulluğun mânâsı da budur. Evet, kulluk bir ısrar ve kapıda durup beklemedir. Kul kapıda duracak, belki de bir ömür boyu kapının açılmasını bekleyecek; fakat hiçbir zaman kapıyı terk etmeyecektir. Hem de ilk günkü iştiyakı hiç eksilmeden, ülfet ve alışkanlıklar aşkını, şevkini alıp götürmeden, ibadetleri ruhsuz birer jimnastik hâline getirmeden.. ilk günkü tazelik, ilk günkü havf ve reca ile dopdolu olarak zamanla yarışmak, işte gerçek kulluk! Kur’ân’ın âyetleri bize bunu öğretiyor: “İman edenlerin Allah’ı (celle celâluhu) anma ve O’ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”7

Bu âyetin ilk muhatabı durumunda olan sahabenin, her an yenilenen atmosferini ve her defasında sanki gökten mânevî birer sofra inmiş gibi, hep terütaze şeylerle yüz yüze gelmelerini, bunun ruhlarda hâsıl edeceği değişiklik ve metafizik gerilimi de nazara alarak bu ifadeye muhatap olmaları düşünülürse, âyetin bize hitap etme yönü daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Zira onları ülfete götürecek şartlar henüz tamamlanmış değildi. Durmadan yeni âyetler nazil oluyordu. Ve onlar, İslâm adına her şeyi orijinalitesiyle yaşıyorlardı. Meselâ bir gün ezan sesini ilk defa duyuyor, onun heyecan verici nefesiyle camiye koşuyorlardı. Bir başka gün Allah Resûlü onlara yeni bir tesbih ve dua öğretiyor; bu sefer de zindeliklerini onunla sürdürüyorlardı…

Buna rağmen, yine de âyet onları ikaz ediyor ve onlardan kalb heyecanı ve gözyaşı istiyordu.

Eğer heyecanlarımız, iç burkuntularımız ve gözyaşlarımız, Kur’ân’ın talep ettiği ölçüde ve onun istediği keyfiyette değilse, bizim kendi kendimizi kınamamızdan ve levmetmemizden daha normal ne olabilir ki?

Evet, boyunduruğun yere konduğu şu dönemde, din-i mübin-i İslâm’ı i’lâ etmek için koşup cihad etmiyor veya edemiyorsak; küfrün savleti altında ezildiğimiz bir dönemde, hakkı batılın satvetinden kurtarmak için uykularımız kaçmıyor ve ciddî bir ızdırap duymuyorsak, kınanacak birisi varsa o da biziz. Ve bu mevzuda herkes kendini ayıplamalı ve kendine levmetmelidir.

Biz bu kapının azat kabul etmez köleleriyiz. Hizmet kapısından asla ayrılamayız. Zaten gidecek başka kapı mı var ki ayrılıp oraya gidelim? Sonuna kadar diretecek ve asla bu kapının eşiğinden yüz çevirmeyeceğiz.

Allah’ın (celle celâluhu) veli kullarından biri, senelerce Rabb’e kullukta bulunur. Nice müridler yetiştirir. Yetiştirdiği her müridin bir gün gelir ki gözünden perde açılır ve şeyhinin durumunu müşâhede eder. Ne acıdır ki Levh-i Mahfuz’da şeyhleri “şakî” olarak yazılmaktadır. Bir bir onu terk ederler. Sonunda sadece sadık bir mürid kalır.

Durumu çok iyi bilen; fakat bir ders daha vermek için sabırla olanları seyreden şeyh bu müride sorar: “Arkadaşların niçin dergâhı terk ettiler; artık gelmiyorlar.” Mürid, utanarak, hicap ederek cevab verir: “Efendim, der. Sizi şakî olarak gördüler ve onun için halkayı terk ettiler.” Şeyhin dudaklarında buruk bir tebessüm belirir. “Yavrum, der, ben onların daha henüz gördüklerini kırk seneden beri görmekteyim. Ama başka kapı mı var ki oraya gideyim?” Şeyhin bu sözü semayı ihtizaza getirir. Levha birden değişmiştir. Şimdi o, elden ele bir gül gibi koklanan bir mutlu ve bir saiddir.

Sahabeden sonraki devirlerde, toprak öyle münbit ve verimli hâle getirilmiştir ki, binlerce Allah dostu, Hak yârânı yetişmiştir. Ve bunlardan hiçbiri o kapıyı terk etmemiştir. Bak onlardan biri, İbrahim b. Edhem hazretleri ne diyor:

        “İlâhî, isyankâr kulun Sana geldi ve hep Sana gelir
        Günahlarını itiraf eder ve Sana yalvarır
        Affedersen, bu Senin şanındır, Sana yakışır
        Kovarsan, beni Senden başka kim affedebilir?”

Riya endişesi, eskiden beri en büyük zatların da, içlerinden atamadıkları bir endişedir. Elbetteki onların riya anlayışı bizimkilerden çok farklıydı ama yine de o endişe vardı. Bundan kurtulmanın belli yolları vardır:

Evvelâ, yaptığımız her işe Rabbimiz’in muttali olduğunu ve içimizden geçenler dahil bütün amel, fiil ve düşüncelerimizin Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) tarafından bilindiğini hiçbir zaman unutmamalı ve daima her hareketimizi bizzat O’nun murâkabesi altında yapıyor gibi yapmalıyız. Ayrıca, kalbimize hüşyarlık kazandıracak evrâd, ezkâr ve kitapları her an mütalâadan uzak kalmamak, bizi neticeye götürücü çareler arasında değerlendirilebilir.

Başka bir soruya cevap faslında arîz ve amîk anlatılmış olan bu hususu oraya havale edip kısa kesiyorum.

1 Tirmizî, cihâd 12.

2 İbn Hacer, Fethu’l-bârî 11/139.

3 Hucurât sûresi, 49/7-8.

4 Müslim, iman 67; Tirmizî, iman 10; İbn Mâce, fiten 23.

5 Tirmizî, menâkıb 17; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/154.

6 Meryem sûresi, 19/71.

7 Hadid sûresi, 57/16.

-+=
Scroll to Top