Sohbet ve Musâhabe

Sohbet; Cenâb-ı Hakk’a yönlendiren yararlı konuşmalarda bulunma, söz ve düşünce ile başkalarının ufkunu açma, bir insanın kendisine karşı duyulan hüsnüzannı, gönülleri sonsuza yönlendirmede bir kredi gibi kullanma ve hep hayırhahlık mülâhazasıyla oturup-kalkmaya denir ki; zannediyorum Yunus da, “Asayiş kılan cânı evliyâ sohbetidir.” diyerek, işte böyle yüksek hedefli musahabenin hayatiyetini vurgulamak istemişti..

Sofiyece, hakikate ulaştıran iki önemli yol vardır; bunlardan biri sohbet, diğeri de hizmettir. Hizmet, himmete mazhariyetin bir vesilesi ve yolu; sohbet de, zâhir ve bâtın duygularla hakikati duyma, hissetme, yaşama hâlidir ki, öteden beri hep ehemmiyetli bir “insibağ” sebebi addedilegelmiştir. Ne var ki, her insibağ, sohbetin merkez noktasını tutan zatın mertebesiyle mebsûten mütenasip (doğru orantılı) olduğundan, tezahür ve tesirlerinde de bir kısım farklılıklar söz konusudur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, câmiiyyeti itibarıyla hak sohbeti sayesinde mazhar olduğu insibağ, en kâmil mânâdadır ve صِبْغَةَ اللّٰهِۚ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّٰهِ صِبْغَةً “Sen, Allah’ın boyasıyla boyan ve O’nun verdiği rengi tam al; (zaten) o ilâhî boyadan boyası daha güzel olan kimdir ki?”1 hakikatinin aşkın bir remzidir. Ondan sonra, O’nun metbûiyyetine bağlı bir tâbiiyyet içinde ve asliyetine nisbeten bir zılliyet mahiyetinde diğer bütün dava-i nübüvvet ve dava-i vilâyet vârislerinin insibağları gelir ki, verenin ve alanın istidadına göre çok farklı ve mütefâvittir ve bu konudaki ahz ü atâ da tamamen kabiliyetlere göre cereyan etmektedir.

“ Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi,

Ebr-i nisandan ef’i sem, sadef dürdane kapar.”

(Mîrî)

Hizmet, ihlâs ve samimiyet içinde Hak rızasını aramak ve Hakk’ın hoşnut olduğu kimselerin terbiye ve vesayetinde bulunmak; sohbet ise, gönül kapılarını ardına kadar ilâhî vâridât ve mevhibelere açık tutarak, bir hak dostuna mülâzemette bulunup, onun Hak tecellîlerine açık o zengin atmosferini paylaşmak demektir. Sahabe, hizmette zirveleri tuttuğu gibi, sohbette de en yüksek şâhikaların üveyki olma pâyesiyle serfirazdır ki, bu, o toplumun musâhabesinde merkez noktayı tutan zatın bir tek nazarı –bu konu, Nazar başlığıyla ayrıca tahlil edilecektir– müstaid ruhları bir hamlede evc-i kemale çıkarmasında aranmalıdır. Tabiî, kalblerini, iradelerini, hislerini, şuurlarını o Kutup Yıldızı’nın çevresinde dönmeye bağlamış bu aktif sabır kahramanlarının istidat ve performanslarının da nazardan dûr edilmemesi gerekir..

Her hak dostu, “Sıbğatullah”tan belli bir tasarruf mevhibesiyle şereflendirilmiştir; bu mevhibenin sınırları da, mum ışığı ölçüsündeki bir ziya ile himmet örfânesine iştirak eden herhangi bir hak erinden, kehkeşanların ışık kaynağı sayılan “Şemsu’ş-Şümûs”lara kadar olabildiğine geniştir. Ayrıca, daha önce de işaret edildiği gibi, bunda istidat ve kabiliyetlerin istifade ve istifazasının sınırlayıcılığı da söz konusudur ki, bu da, evliyâ ve asfiyâ adedince “Sıbğatullah tecellîsi ve insibağ keyfiyetinin var olduğunu gösterir.” Evet, Hazreti “Nuru’l-Envâr”a bir mir’ât-ı mücellâ olan zattan, zılliyet ve cüz’iyet planında ona düz bir ayna olmaya çalışan en küçük bir sâlike kadar, birbirinden farklı pek çok sıbğ u insibağ mertebesi söz konusudur. Asliyet ve külliyet planında bu mazhariyetin ferd-i ferîdi olan zatın sohbet ve musâhabesi, umumî fazilette erişilmeyen öyle bir pâyedir ki, hiçbir kimse, hiçbir zaman, hiçbir “seyr u sülûk” helezonuyla kat’iyen o mertebeye ulaşamaz. Düşünün ki, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُور۪ي “Allah’ın haricî vucûd nokta-i nazarından varlık olarak en önce ortaya koyduğu, benim nurumdur.”2 diyen Hz. Mazhar-ı “Nuru’l-Envâr”ın sohbetiyle şereflenmiş o bahtiyar kimseler, hakkın en birinci tâlipleri, Hak yolunun en müştak sâlikleri, Allah rızasının da en kusursuz müridleri oldukları hâlde, bu hususlardan herhangi biriyle değil de, sohbet pâyesiyle öne çıkarılarak, bu güzide topluluğa, “musâhabe kahramanları” mânâsına, “Ashab” denmiştir.

Her sohbet eri, musâhabe merkezinde bulunan zatın, Hazreti Ehad ü Samed’e imanını, irfanını, O’na muhabbetini ve O’nunla münasebetini –şuuru taalluk etsin, etmesin– onun her tavrında müşâhede ederek, asliyetteki bu aşkınlığı zılliyet planında duyup yaşaması açısından, hemen her zaman âsârı görülen, fakat yakalanıp değerlendirilemeyen, tarifi, teşhisi zor sırlı bir lâhûtî atmosfer içinde bulunur. Nisbet farklılığı mahfuz, bu durum, hemen her hâlis hakikat eri için de söz konusudur ki, Mevlâna’nın ifadesiyle; merkez noktayı tutan zatın ilelmerkez (merkezçek) câzibe-i kudsiyesi etrafında pervaz ederek “Şemsu’ş-Şümûs”a yürüyenler, hem onun irfan deryasından istifade eder hem de onun zincirinin halkaları olmaları itibarıyla, tebaiyyetin gerektirdiği edep içinde, onun uğradığı hemen her noktaya uğrayabilirler.

Bana göre, bazı feyiz kaynakları çevresinde halkalar teşkil ederek, belli yol ve yöntemlere bağlılık içinde değişik ad ve unvanlarla müesseseleşmeye gitmenin arkasında da bu espri olsa gerek.. evet, işte bu mânâ ve bu esasa binaen çok erken dönemde sofiye, Cenâb-ı Feyyaz’la ferdî plandaki münasebetini, ötelere açık olduğuna inandığı bir heyet içinde daha da pekiştirmek niyetiyle hep tekye ve zâviyelere ya da o türden “bî kem u keyf” Hakk’ın rasat edilebileceği nurefşân evlere koşmuş ve “Mescid-i Nebevî’deki “Suffe”nin birer gölgesi kabul ettiği bu ışık komplekslerinde damlayı deryaya, zerreyi güneşe, cismanî zulmetleri de nura dönüştürme yollarını araştırmışlardır. İşin temel esprisi bu olduğuna göre, böyle bir telakkinin dinin ruhuna ters düştüğünü söylemek mümkün değildir. Bu şekildeki bir anlayışın dinin ruhuna münafi olması şöyle dursun, böyle bir yorum ve hamlede, ferdî plandaki zaaf ve boşluklara karşı, cemaat referansıyla Hak sıyanetine sığınma söz konusudur ki, böyle bir şeyi gerçekleştiren herhangi bir fert, artık bir kafa ile değil, pek çok akılla düşünür; mensubu olduğu o heyetin gönlüyle Allah’a yönelir, sesini-soluğunu onların âh u efgânıyla besleyerek, ferdî nağmelerini bir yüce koronun gür sadâsı hâline getirebilir ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle, o insan, “iştirak-i âmâl-i uhreviye”ye ait tasavvurlarıyla, ibadet ü taatında bir aşkınlığa ulaşabilir.

Evet, aynı ruh, aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkûre etrafında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk’a yönelişlerinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikr ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertler ve en kâmil insanlar bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçüğünü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir. Evet, sohbetin nuranî atmosferinde ifade de istifade de, ifaza da istifaza da, hissettirme de hissetme de, hep farklı buudlarda cereyan eder ve her şey, ferdîlikteki riyâzîliğe mukabil, hendesî açılıma bağlı bir keyfiyette gerçekleşir.

Aslında bu sohbetlerde en önemli gaye, imanın mârifet ufkuna ulaştırılması, mârifetin “yakîn”in değişik mertebeleri sürecine bağlanması, Hakikat-i Ahmediye vesayetinde kalb ve ruhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu seyahatlerin de şuurlu temâşâ ile değerlendirilmesidir. Böyle bir seyahat ve temâşâda gönül erlerinin en önemli sermaye ve azıkları da, zikr ü fikir gibi kalb ve lisan amelleriyle letâifi harekete geçirmek, şevk ü şükürle de ilâhî mevhibelere karşı liyakatını ortaya koymaktır. Bu türlü mevhibelere mazhariyet umumiyet itibarıyla Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın risalet ve siyadetine baktığından, dahası, bu siyadet ve risaletin şahitleri ve burhanları olduklarından, zılliyet planındaki memerri olmaktan daha çok, asliyet çerçevesindeki mazharı bulunan Hz. Sahib-i Kur’ân’ın hakkaniyetine birer hüccet sayılırlar. Bu, biraz da, muvakkat mümessillerin mahviyet ve tevazularına, ayrıca “nefs-i emmare”den sıyrılmalarına bağlıdır. Aksine, sohbet erleri, tabir-i diğerle, hakikat yolcuları eğer nefs-i emmarelerinden bütün bütün sıyrılamamış; sıyrılıp, hevâ ve heveslerinin yerine Hak rızasını tam ikame edememiş iseler, değişik mevhibelere mazhariyeti veya bazı letâifin inkişafını kendilerinden bilme gafletine düşerek, şükür makamında fahre girebilir ve gölgeyi asıl zannederek iltibaslar yaşayabilirler. Hele bir de, bazı ikram veya cezb ü incizablara memer iseler –bilhassa mazhar demiyorum– şatahat vadilerine yuvarlanarak; aslında bu kabîl başarı kulvarlarında iç içe kazançlar söz konusu olduğu hâlde onlar üst üste hasaretler yaşayabilirler.

Evet, seyahat ve musâhabeleri Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın mişkât-ı nübüvveti altında gerçekleştiremeyenler, dinin ruhundaki muvazeneyi her zaman tam koruyamayacaklarından, yer yer laubaliliklere girebilir, zaman zaman söz ve davranışlarıyla, seviyesinin huzuru sayılan makama saygısızlıkta bulunabilir; hatta bazen, vilâyeti nübüvvete tercih etme gibi küstahlıklara düşebilir; dolayısıyla da, pîrlerinin, pîr-i muganlarının söz, sistem ve vaz’ettikleri esasları peygamber yolunun esas, erkân ve âdâbına tercih ederek, güneşi bırakıp mum ışığına sığınma gibi hatalar irtikâp edebilirler. Vilâyeti nübüvvete tercih eden nâdânların, efendilerini, hakikî ve aslî sohbetin mümtaz talebeleri sayılan sahabeden üstün görme tavırlarından söz etmeyi zaid görüyorum… Eğer durum yukarıda arz etmeye çalıştığımız çerçevede –daha doğrusu, tam bir çerçevesizlikte– cereyan ediyorsa –ki, günümüzde bu çarpık anlayışın pek çok örnekleriyle karşılaşmak mümkündür– sohbetin yerini, onun dedikodusu almış.. mânâ kendi vizyonunda karartılmış.. lâhûtîliğe bağlı esaslar, yerlerini havâîliğe ve nefsanîliğe bırakmış.. câzibe-i kudsiye uçup gitmiş; gelip, onun o nur ufkuna nefsanî incizablar oturmuş..

“ Er olan erimiş, yağ gibi gitmiş;

Şirin erler, zîr u türaba yatmış;

Sümbüller yerinde muğeylan bitmiş;

Petekler sönmüş, ballar kalmamış..!”

(M. Lütfî)

demektir ki, böyle bir ortamdaki musâhabenin insibağından da, hakikata ve hakikat-i Ahmediye’ye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaştırmasından da asla söz edilemez. Doğrusu, düşünülen, konuşulan şeyler itibarıyla kahvehanelerdeki sohbetleri hatırlatan tekye, zaviye ve halvethanelerdeki musâhabelerde ilâhî vâridâttan bahsetmek şöyle dursun, şeytanî şerarelerden endişe duyulmalıdır. Dolayısıyla da, ihsan ve ihlâs ufkundan uzaklaşmış bu mekânlardaki feyiz alış verişine benzeyen her muamele bir aldanma veya istidraç, buralarda Allah’ın hususî iltifatına mazhariyet beklentisi bir vehim ve bu yerlerin cemaat görünümündeki müdavimleri de birer yığının ruhsuz parçalarından ibarettir. Hele bir de mesleklerinin revacı adına başkalarıyla uğraşıyor; gıybetlere, iftiralara giriyor ve suizan gibi bir küfür silahını kullanıyorlarsa, böylelerinin oturup kalktıkları yerler tekye değil, birer mahall-i takiyye, zaviye değil birer hâviye ve bu meclislerin merkez noktasını tutanlar da sofî değil, birer softadır. Her zamanki erbab-ı kemali tenzihle beraber itiraf etmeliyim ki, sohbet ve musâhabe meclisleri gibi, dünden bugüne en müteâl mazhariyetlerin meşcereliği veya helezonları sayılan müesseselerin, hiç olmazsa bunlardan bazılarının, yukarıdaki çerçeve içinde mütalâaya alınmaları çok acı ve şâyân-ı teessüftür. İhtimal, bu mekânlara uzayan yolların perişan olup, köprülerin göçmesinde ve bu eğilimi engin tavırların şiddetlenip bir kısım aşılmaz zorlukların ortaya çıkmasında kaderin tembih ve tenkil ifade eden gizli bir fetvası oldu ki,

“ Bâd-i hazân esti, bağlar bozuldu;

Gülistanda katmer güller kalmadı…”

(M. Lütfî)

اَللّٰهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الْأُمُورِ كُلِّهَا، وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الْاٰخِرَةِ،3

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِ الْأَنَامِ مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَة.ِ

1 Bakara sûresi, 2/138.

2 Bkz.: es-Suyûtî, el-Hâvî 1/325; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 1/240.

3 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/181; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/33.

-+=
Scroll to Top