Sübühât-ı Vech
Cenâb-ı Hakk’ın, ârifân kalbinden bütün mâsivâullahı (Allah’tan gayri her şeyi) silip-süpürüp setretme sadedinde –bî kem u keyf– o müteâl varlığını onların o temizlerden temiz gönüllerine duyurma murad-ı sübhânîsine bağlı tecellî eden ve bütün beşerî ihsaslar, ihtisaslar ufkunu kuşatan Zâtî bir nur ve ziya tufanıdır sübühât-ı vech. “Vech” kelimesiyle Zât-ı Bârî’nin kastedilmesi açısından ona, esmâ ve sıfât-ı sübhaniye nurlarını da ihata eden “envâr-ı Zât” diyenler de olmuştur ki, böyle perdesiz, hâilsiz ve min vechin hicabsız bu Zâtî nurlar karşısında, ârifin iç ihtisasları ufkunda كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ “O’nun Zât’ı müstesna her şey hâlik ve mütelâşîdir.”1 hakikati zuhur eder gibi olur da bütün mâsivâ, hatta esmâ dahi tamamen silinir gider ve ârif-i billâh, böyle bir şuaât karşısında kendini hayret ve hayret üstü değişik ahvâl içinde bulur.
Sofiyeye göre, bütün eşya ve hâdiseler (hakâik-i eşya) esmâ-i ilâhiyenin tecellîlerinden ibarettir. Varlığın esası sayılan esmâ-i ilâhiyenin yanında bir de Zât-ı Ulûhiyet’i tenzîhe delâlet eden isimler vardır ki, bunlar, Hazreti Zât’ın icraatına karşı birer hicab mahiyetindedirler. Sofîlerin: “Zât-ı Ulûhiyet’i müşâhedeye mâni yetmiş veya yedi yüz perde vardır; eğer bu izzet ve azamet perdeleri bir an açılıverse, envâr-ı Zât’ın tecellîsiyle her şey silinir gider; ortada ne arz kalır ne semâ ne isim ne de O’ndan başka bir müsemmâ.” sözleri min vechin bu hakikati ifade eder ki, bu da ehadiyet-i Zât tecellî edince –bazıları buna vahidiyet tecellîsi demişler– mümkinâtın da, onların taayyünlerinin de bütün bütün gaybûbeti demektir.
İşte böyle zevkî ve hâlî olarak, envâr-ı Zât’ın tecellîsine mazhar olan ârifler, çok defa bütün kevn ü mekânların ziya-i Hak’la kuşatılması ihtisaslarını –bunda mizaç ve meşreplerin tesirini de unutmamak icap eder– ya لَا مَوْجُودَ إِلَّا هُوَ2 veya لَا مَشْهُودَ إِلَّا هُوَ3 sözleriyle seslendirmiş ve mâsivâullah’ın bir zıll-i zâil olduğuna hükmetmişlerdir.
Aslında, bütün varlık O’nun ziya-i vücudundan, bütün şuûn u harekât O’nun esmâ-i sübhaniyesinden, umum keyfiyât ve hususiyetler de O’nun ilim, irade ve kudret… gibi sıfât-ı sübhaniyesindendir. Herkesin anlayacağı bir dille ifade edecek olursak; bütün varlık ve hâdiseler, arkalarındaki Sıfât-ı İlâhiye ve Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellîlerinden ibarettir. Her ârif-i billâh, –yerinde arz etmeyi düşünürüm– seviye ve donanımına göre Esmâ-i Hüsnâ’nın çehresinde Müsemmâ-i Akdes’i okur; Sıfât-ı Sübhaniye vesâyetinde O’nu Zât’ına uygun tanımaya çalışır; hâl ü zevk ufku itibarıyla envâr-ı Zât’ı müşâhede zevkine ulaşmışsa o muhît ziya ile kuşatılır; hayretten dehşete, dehşetten kalaka, kalaktan heymâna yürür/yürütülür de nefsi dahil artık ağyâr adına hiçbir şeyi duymaz ve hissetmez olur. Hatta duyup hissetme elinde olsa da kat’iyen böyle bir arzu ve teşebbüste bulunmaz. Onun gözleri hep sırrının ufkunda ve latîfe-i rabbâniyenin dur dediği yerdedir. Bu iradî midir, gayr-i iradî mi; yoksa bir semere-i cezb ve lütf-u incizab mıdır; مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ “Tatmayan bilmez.”, bilenler de söylemez. Zaten akl u fikrin sükût edip birkaç adım geriye çekildiği böyle bir noktada dilin söyleyeceği fazla bir şey de olamaz. Aslında eğer haddini biliyorsa, kalbin arkasına geçer ve sükût murâkabesine dalar.
Bu makam, cemal ve kemal-i mutlak sahibi Zât’ın izzet ve azametiyle kendini ifade ve işhad makamı olduğundan ya bütün bütün diller lâl kesilir veya mazmunlar, mefhumlar ilâhî heybet ve ululuğun tesiriyle kalıp değiştirerek remizlere, işaretlere ve imalara dönüşürler. Bazen bu ima ve işaretler beraberlerinde bir kısım iltibaslar da getirirler ki, çok defa bunlar avam halk için birer fitne ve ibtilâ vesilesi olagelmişlerdir. Ne var ki, Zât-ı Baht’ın şiddet-i zuhur, azamet ve ihatasından dolayı his ve idrak dünyamızda varlığın silinip gitmesi başka, eşya ve hâdiselerin bütün bütün yok olması daha başkadır.
Bazı muhakkıkîn, ârifin ihsas ufku itibarıyla kâinat ve içindekilerin duyulup hissedilmediği veya tamamen nazardan silinip gittiği böyle bir hâli, bir nesnenin fenâ bulup gaybûbet etmesi ve aslıyla-faslıyla mütelâşî olması mânâlarına gelen “ıstılâm” sözcüğüyle seslendirmişlerdir ki, konuyla alâkalı genel mülâhazalara uygun düştüğü söylenebilir. Biraz daha açacak olursak, ârif-i billâh, cemal ufkunda kemalin, kemal şâhikasında da cemalin tecellîleriyle hayret üstü hayret ve dehşet üstü dehşetle mest olduğu bazı ahvâlde, bir inayet-i hâssa ile –ki buna “hucub-u inayet” demişlerdir– ferâiz-i diniyesini yerine getireceği süre zarfında ubûdiyet mülâhazasıyla kendine gelir; seviyesini aksettiren bir derinlikte vazifesini eda eder; sonra da yeniden hususî ihtisaslarına bağlı o ıstılâm hâliyle envâr-ı Zât’ın tecellî ufkuna yönelir ve orada bir kere daha erir gider.
Hucub-u inayet, Hazreti Zât’ın izzetine, azametine, her şeyi muhît bulunmasına ve hiçbir nesneye taayyün hakkı vermemesine mukabil; tıpkı, kudret ve iradenin, aklın zâhirî nazarında hasîs işlere taalluku uygun düşmediğinden sebeplerin birer perde olarak vaz’edilmesi gibi, müntehî bir sâlikin iç ihtisasları yanında, din ü diyaneti adına bazen esmâ ve sıfât ufkuna döndürülerek ihsaslarının diliyle ona, ubûdiyet veya ubûdetin hiçbir zaman zimmetten düşmediğini-düşmeyeceğini hatırlatmak için, celâlin kuşatan tecellîleri içinde bir cemal ve ehadiyet teveccühüdür. Aynı zamanda böyle bir teveccüh, mümkine mümkince bir soluk aldırma ve cem içinde onun ruhuna fark’ı da duyurma mânâsına gelmektedir. Böylece ârif, bir yandan sübühât-ı vechin kâhir şuaâtı karşısında sekr, mahv, fenâ ve ıstılâmla nefsi dahil her şeye karşı tamamen kapanıp, Mezkûr-u Mutlak alâkasıyla zikri, Mâbud-u Mutlak münasebetiyle ibadeti, Vücud-u Mutlak ziyasıyla zıllî vücudu hissedemeyerek hâlî bir vuslat yaşarken, diğer yandan da hucub-u inayet ile yer yer kendini ubûdet çağlayanlarına salar, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ ’le4 soluklanır ve hep kul olduğunun şuuruyla oturur kalkar.
Seyahatlerini mişkât-i nübüvvetin ziyasına bağlayamayan/bağlayamamış olan bir kısım hak yolcuları bazen bu gibi ahvâlde ittihad ve imtizaç mânâlarına gelebilecek sözler söylemiş olabilirler. Bunların temel akideleri sünnet çerçevesinde ve usûlüddin prensiplerine de uygun ise, biz onları hâle mağlup olmuş kabul eder ve haklarında hüsnüzanda bulunuruz. Yok, bazı mutasavvıfînin yaptığı gibi böyle bir anlayışı akide olarak kabulleniyor ya da o mülâhazaya bağlı felsefe yapıyorlar ise, bunların da hayatta bulunanlarına Peygamber’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) yolunu göstermeye çalışır; ölüp gitmiş bulunanları da Allah’a havale ederiz.
Bence, hucub-u inayetin ifade ettiği/edeceği mânâlardan biri de işte budur; kısmen dahi olsa, onunla, biraz da temadiden kaynaklanan iltibaslar önlenmiş olur; sâlik, yer yer kendi kendine: “O Rab, ben ise abdim, O Hâlık, ben ise mahlukum, O Kâdir, ben bir âciz, o Ganî, ben de bir muhtac u fakirim.. varlığım O’nun ziya-i vücudundan, hayatım O’nun hayat tecellîsinden, benim ve başkalarının devam-ı vücudları da O’nun kayyûmiyetindendir.” der ve fark’ı vurgular. Sekr, mahv ve ıstılâm hâllerinde bazen böyle bir temyiz kaybolsa da her zaman “sahv” hâlinde o hep bunları mırıldanır.
Aslında seyr u sülûk-i ruhanîlerini “usûlüddin” çerçevesine bağlı sürdürenler, sübühât-ı vech ziyasıyla her şeyi min vechin mahcûb görseler de, konumları icabı bir hayret, hatta heymân yaşayabilirler; ama, sükûtlarıyla olsun temkinde kusur etmemeye gayret gösterir; farkına vardıklarında da iltibasa açık ifadelerini tashih eder ve başkalarının değişik vartalara düşmelerine meydan vermemeye çalışırlar.
Hz. Mevlâna bir rubâîsinde:
دَرْ بَاغِ هَـزَار شَاهَدْ مَهْ رو بُـود،
گوُلهْا وُ بَنَفْشَهايِ مُشكِين بُو بـود،
وَآنْ آبِ ذَرّه ذَرّه كِه أَنْدَر جُو بـود
آنْ جُملَه بَهَانَه بُود، اُو خُود اُو بُـود
“Bağda binlerce ayyüzlü güzel var; güller var, misk kokulu menekşeler var, dereler içinde coşkun coşkun akıp giden sular var. Bütün bunların hepsi zatında birer bahane; âlemde yalnız O, yalnız O var.” İltibasa açık gibi görünen –aslında öyle olmadığı da söylenebilir– ifadelerini bir başka rubâîsinde, herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde şöyle seslendirir:
آنى كِه وُجُـودُ و عَدَمَت اُوسْت هَمَه،
سَرْمَايَي شَادِي وُ غَـامَت اُوسْت هَمَه،
تُو دِيده نَـدَارِي كِه بَـدُو دَرْ نَـكَرِي
وَرْنَي زِسَرَتْ تَا قَـدَمَتْ اُوسْـت هَمَه
“Ey insan, sen öyle bir yaratıksın ki, varlığın da yokluğun da hep O’dur. Sevincin de gamın da sermayesi hep O’dur. Ama sende görecek göz yok ki, bakıp da O’nu, O’nun yaratma gücünü ve ortaya koyduğu eserleri göresin. Senin varlığında O’nun sanatı, O’nun kudreti müşâhede edilmektedir.” der, bütün iltibas ve su-i tevil kapılarını kapar.
Sübühât-ı vech karşısında duyulup hissedilen mahv u fenâ veya ıstılâmın, yerinde şâyân-ı takdir bir kısım sonuçları olduğu gibi mahzurlu ve hatarlı neticelerinin olması da çok defa kaçınılmazdır: Bu seviyedeki ârif-i billâhın, tamamen Allah’a müteveccih bulunduğundan –şer’î muvazeneyi koruma şartıyla– bütün mâsivâyı tâlî, hatta tâlînin de tâlîsi görmesi, her şeyi Hak tecellîlerinden ibaret sayıp zâhir u bâtınıyla O’nun ziya ve nurlarının bütün varlığı kuşattığını duyması takdire şâyân görülebilir. Şuursuzca sekr ve mahv u fenâ hissiyle nâsezâ, nâbecâ sözler söylemesi, şathiyyât ve hezliyât türünden lakırdılar etmesi ise memnu, tehlikeli ve idlâl edicidir. Bu itibarla, şer’î ölçüleri şuuraltı müktesebât hâline getirememiş kimselerde mahv u fenâ veya sekr, bazen sebeb-i haybet ve hüsran olabilir.
Sâlik, hemen her menzilde Allah’a karşı derin bir alâka duyma, O’na muhabbet ve aşk u şevkle yönelmenin yanında her zaman temkin peşinde olmalı; insan, kâinat ve bütün eşyayı O’ndan bilmeli; Kadîm olanla muhdesi (sonradan olmuşu) birbirine karıştırmamalı; âbid-Mâbud vahdeti, Hâlık-mahluk ayniyeti mülâhazalarını, sevip perestiş ettiği Zât’a karşı saygısızlık ve kendi hesabına da bir sapıklık saymalı, hep temkinle oturup kalkmaya çalışmalı ve sürekli mehâfet ve mehâbet soluklamalıdır.
Bazı ârifîn, sübühât-ı vech veya envâr-ı Zât’ın tecellî ufkunu ve böyle bir tecellîye mazhariyet neticesinde kalbde hâsıl olan ıstılâm hâlini seyr u sülûk-i ruhanîde zirveler üstü zirve kabul etmişlerdir. Tavârık, bevâdî, tavâli’, levâmi’, levâih… gibi tecellîler ise –bunların hepsi aynı mânâya gelir– sâlikin durumu açısından mebde’den müntehâya doğru yükseldikçe değişen, aynı mânâdaki teşvik sürprizlerinin unvanlarıdır; daha çok da tefekkür, tezekkür, tedebbür yolcularına âfâkî ve enfüsî deliller yoluyla ifâza edilen lem’alardır ve yoldakilere de birer teşvik primi mahiyetindedirler. Bunlarla yol doğru görülür, yürüme iştiyakı artar, hedef sezilir; ama, Hazreti Matlûb, Hazreti Maksûd vicdanen tam bilinemez. Bu bilinme kemmiyet, keyfiyet ölçüsünde bir bilinme değildir; zira Zât-ı Bârî nâkâbil-i idraktir ve tariflere girmeme mânâsında da müteâldir. Bir hak dostu:
“Tarife gelir mi hiç Mevlâ
Tarife gitmemektir evlâ.”
der ki, Sünnî düşüncede esas olan işte budur.
Sübühât-ı vech veya envâr-ı Zât’ın zuhuru ise, yukarıdaki cemalî tecellîlerden çok farklı öyle bir ziya tufanıdır ki, böyle bir mazhariyetle kuşatılan ârif-i billâh, nefsi dahil mâsivâ adına hiçbir şeyi göremez olur; hatta ehadiyet-i Zât’ın muhît ve mütemadi şuaâtı karşısında esmâ ve sıfâtın envârını dahi hissedemez hâle gelir. Dahası bunlardan bazı müstağrak ruhlar ilim mertebesindeki temyiz ve taayyünü bile duymaz olurlar da ezelle alâkalı كَانَ اللّٰهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْءٌ “Allah vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu.”5 Peygamber beyanına, lâyezâli de katma mülâhazasıyla, اَلْاٰنَ كَمَا كَانَ6 ilavesinde bulunarak hâllerinin ifadesi bütün bütün hakâik-i eşyayı göremez hâle gelirler ve Câmî gibi her şeye “hayal” deyiverirler.
Ne var ki, bu hâl bazılarında temadi eder de bunlar mahv u sekr ve ıstılâm hâllerini hakikat; bizim idrak ufkumuza giren şeyleri de tasavvurlarımızın ve tahayyüllerimizin ürünü olarak görürler. Bunların bazılarında da “berkî tecellî” denen türden muvakkat envâr-ı Zât tufanı yaşandıktan sonra yeniden âlem-i fark’a dönmeler olur; olur da onlar, içinde bulundukları iç ihtisaslar atmosferinden sıyrılır ve zâhirî ihsaslar dünyasına avdet ederler. Böyleleri sübühât-ı vechin kuşatan şuaları karşısında tabiatlarının bir derinliği hâline getirdikleri ruh-u şeriatla her zaman temkin soluklar ve teyakkuz içinde bulunmaya çalışırlar. Bunun aksine, tabiatları mizan-ı şeriatla bütünleşememiş ve şuuraltları da diyanetin kontrolünde olmayanlar ise Zât-ı Bârî’yi de idrak alanları içinde mütalâa etme vartasına düşüverirler. Böyle bir durumda da had aşılmış, mutlak takyid edilmiş, muhît de muhît olduğu aynı anda muhât kabul edilmiş olur.
Oysaki, Sahib-i şeriat bizim düşünce alanımızı ef’âl, âsâr ve esmâ âlemiyle sınırlandırarak, bizleri “Zât-ı Baht” hakkında düşünmekten menetmiştir.
İster Zât-ı Hakk’ın envâr-ı muhîtası, ister berkî tecellî; bunlar, kalbî ve ruhî hayat kahramanlarına, Cenâb-ı Hakk’ın özel birer teveccühü ve ruhaniyet-i Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa’nın (aleyhissalâtü vesselâmü mil’e’l-ardi ve mil’e’s-semâvât) vesâyeti altında varlık ve hâdiselerin perde arkasına muttali olanlara, muttali olup havâss-ı zâhire ve bâtıneleri ile bütün fâniyât ü zâilâttan sarf-ı nazar edenlere vücud, kıdem, bekâ, vahdâniyet ve muhâlefetün li’l-havâdis Sultanı’na, tabir-i diğerle “Kâbe-i Rubûbiyet”e bir yönelme çağrısıdır.
Böyle bir mazhariyet, şart-ı âdî planında ârifin teveccühüne bir iltifat mukabelesi olabileceği gibi, O’nun fazlî bir surette bazı müstaid ruhlara özel bir nazarı da sayılabilir. Bir başka yaklaşımla böyle bir teveccüh, fıtrat-ı asliyesini koruyup inkişaf ettirme cehdi içinde bulunanlara bir Zât-ı Baht iştiyakı uyarma tecellîsi ve ârife de bir mârifet armağanıdır.
Aslında tâlib, sâlik veya ârif, ne zaman bu noktaya ulaşma azm ü kararı içinde bulunmuşsa, Hazreti Vehhâb da onu, değişik sürprizlerle ödüllendirmiş, ödüllendirip tehzîbe muvaffak kılarak arındırmış; iç ve dışını hürmet ve huşûuyla süsleyerek haremgâh-ı sübhaniyesine kabule hazırlamış; hıllet sırlarını ruhuna duyurarak, yönelmesi gerekli olan mutlak mihrabı göstermiş; kalbî uzlet duygusuyla onun ruhunda tevhid-i kıble hissini bilemiş; tebeddülle de onu kalbî ve ruhî hayat ufkuna yükseltmiş; böylece sürekli vuslat gölgelerinde dolaştırarak letâifine hakikî vuslat neşvesini duyurup üns billâh’a namzet hâle getirmiş; sonra da, sırrına sırr-ı Zât’ını ihsas ederek gönlünü “Hazîratü’l-Kuds” mülâhazalarıyla taçlandırıp sübühât-ı vechiyle de bütün vuslat rüyalarını gerçekleştirmiştir. Bu suretle o, her şeyden elini eteğini çekerek bütün benliğiyle Hakk’a yönelmiş, Zât-ı Bârî de nur-u vechiyle ona gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ekstra teveccühlerde bulunmuştur.
Bu mülâhazayı Şems-i Sivasî ne hoş ifade eder:
“Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan,
Kenz açılmaz şol gönülde ta ki pürnûr olmadan.”
اَللّٰهُمَّ يَا مَنْ لَا تَرَاهُ الْعُيُونُ وَلَا تُخَالِطُهُ الظُّنُونُ وَلَا يَصِفُهُ الْوَاصِفُونَ
وَلَا تُغَيِّرُهُ الْحَوَادِثُ، اِغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاهْدِنَا إِلَى السَّب۪يلِ الْأَقْوَمِ.
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى أَشْرَفِ خَلْقِكَ مُحَمَّدٍ وَاٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.
1Kasas sûresi, 28/88.
2“O’ndan başka hakikî bir mevcud yok.”
3“Meşhûd olan sadece O’dur.”
4Fâtiha sûresi, 1/5.
5Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-halk 1, tevhid 22; İbn Hibbân, es-Sahîh 14/11.
6Bkz.: ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 18/474, 19/344..