SÜLEYMANİYE

Süleymaniye, muhteşem günlerin hâtırâları üzerinde de­vâsâ bir menşûr ve sanatın mâbedde zirveleştiği, mâbedin gerçek sanatla buluştuğu kristal ruhlu granit bir yapıdır. O, Mehmet Âkif ve Yahya Kemal gibi iki şiir üstadı ve sanat dâ­hîsinin duygularını besteleştirdikleri bir güfte ve şanlı dünlerimizin dili dudağı sessiz bir bediîyât tercümanıdır.

1550’li yıllarda Sinan’ın, sanat dünyasına iki şaheser armağanı vardır: İstanbul Süleymaniye Külliyesi, Şam Süley­ma­niye Külliyesi. İkisi de, adına inşâ edildikleri Muhteşem Sü­ley­man’ın ihtişamını aksettirecek seviyededir. Şam’daki kül­liye, Sinan’ın bir kalfası tarafından kontrol edilir. Baraka Ir­mağı kıyısında hac kafilelerine hizmet vermek için planlanmış bulunan Şam Süleymaniye Külliyesi; camii, aşhanesi ve ker­van­saraylarıyla plana esas teşkil edecek mahiyette entegre bir tesistir. Bu muhteşem külliye, tesis gayesini gerçekleştirmedeki mükemmeliyeti, mimarîsi, hizmetleri ve daha sonraki ilâveleriyle başlı başına sultanî bir eserdir ve müstakil bir araştırma ister…

Bizim şimdiki konumuz İstanbul Süleymaniye Camii.. geniş külliye hâlindeki müştemilâtıyla Süleymaniye, yerleşik belde mimarîsinin en güzel örneklerinden biri, belki de birincisi.. Fatih Külliyesi’nin geliştirilmiş, olgunlaştırılmış, mütekâmil bir örneği ve inançtan muâmeleye uzanan çizgide duygu ve düşünce dünyamızın tehaccür etmiş, granitleşmiş bir ehramı gibidir. Zaten öyle olması hedeflenerek inşâ edilmişti.

“ En güzel mâbedi olsun diye en son dinin,

Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin” (Y. Kemal)

Sıbyan mektebinden yüksek eğitim veren medreselere, imarethânelerden hamamlara, şifahaneden dâru’t-tıbba kadar topyekün bir hayatı kucaklayan Süleymaniye Külliyesi, bütün o geniş gayeli mekânları, bu mekânların tıpkı zincirin halkaları gibi birbiriyle irtibatı, el ele, omuz omuza ve diz dize bir sanat armonisi içindeki bütünlüğüyle âdeta bir halka-i zikri, caminin de bu halkanın serzâkiri olduğu imajını uyarmakta ve bu düşünceyi ilham etmektedir.

Bir taraftan konaklama, diğer taraftan beslenme işlerini birleştirerek, misafir odalarından mutfağa, medreselerden imarethâneye, dâru’t-tıbdan şifahaneye, hamamdan mescide bütün beşerî ihtiyaçların kucaklanıp karşılandığı çok üniteli mekânları ve bu ayrı ayrı mekânların gizli bir kısım atkılarla mâbedle irtibatlandığı, ihtiyaç ve estetiğin kutuplaşıp gökkuşağı hâline geldiği semavî buudlu fakat arzî bir sanat harikasını görmek için, iç muhtevayı da düşünerek, yukarıdan kuşbakışı bu mübarek hazîreyi bir kere temâşâ etmek yeter zannediyorum. Evet,

“ Sanatın ruhunu seyyâl bulut şeklinde ” (M. Âkif)

görmek istersen gel Süleymaniye’yi beraber seyredelim.

Süleymaniye Camii; konumu ve yeri itibarıyla, bilhassa Yeni Cami, Galata Köprüsü ve Unkapanı hattından bakılınca, bütün İstanbul’a hâkim, minareleşen bir mâbed, olabildiğince derin, ürperten ve ihtişamla tüten, burayı ve öteleri gözetlemeye açık bir rasathane gibi görünür. Öyle ki Y. Kemal’in

“ Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,

Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi..

Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne…”

sözleri mübalağa değil, hatta eksik sayılabilir. Hele iç yapı ve dahilî dizayn itibarıyla, biraz dikkat eden hemen herkese o, bir muhteşem dönemin muhteşem mimarının elinden çıktığını ve yine muhteşem bir hükümdarın eseri olduğunu fısıldar ve ruhlarımıza:

“ Sanki ummân-ı bekânın ezelî bir mevci,

Yükselirken göğe, donmuş da kesilmiş inci!…

Dur da Mâbûduna yükselmek için ilme basan,

Mâbedin halini gör işte serâpâ iman!..” (M. Âkif)

nağmelerini duyurur.

Bu mübarek mâbed, dışıyla-içiyle hep bir vakar ve ciddiyetle tüllenir; tüllenir de, ona göre basitlik sayılan plastize süslemelere kapalı kalır.. evet bir kısım mâbed ve türbelerdeki gibi nakış, arabesk, boya ve çini süslemelere burada fazla yer verilmez. Eğer son cemaat revâkının, alt pencerelerinin tepelerindeki lacivert zemine beyaz hatla işlenmiş kitâbe.. ve mihrabın iki yanını süsleyen panolar istisna edilecek olursa, Sü­ley­maniye Camii’nde Sinan’ın, dış süsleme endişesine hiç mi hiç kapılmadığı ve sanat ruhunu ihtişam büyüsüyle soluklamak istediği hemen hissedilir.

İnsan, camiin ön kapısından, şadırvan avlusuna adım atar atmaz, revâkların sıcaklığı, şadırvanın dinlendiriciliği, kıb­le kapısı önündeki kubbe mukarnaslı çıkmalar ve pembe so­maki, kırmızı taş, beyaz mermerlerden, sütun başlıklarının bü­yüleyiciliğiyle karşılaşır ve kendinden geçer. Şadırvan insan ruhuna üflediğini üfler, âdeta onu konsantrasyona hazırlar ve mâbede doğru “Yürü!” der.

Camiin içine girince, ilk defa, görkemli dört fil ayağı üzerinde yükselen muhteşem bir kubbe göze çarpar.. ve onu İslâm’ın remzi olan beş küçük kubbe çevreler. Zannediyorum bu konumda ana kubbenin diğer beş kubbeye inzimâmıyla ortaya çıkan altı rakamı, iman esaslarını hatırlatır; ayrıca, büyük kubbe, İslâm’ın en temel rüknü olan tevhidi minarelere ulaştırıp ilan ederken, beş küçük kubbe de onu kucaklar, ona destek olur ve onun varlığının birer gölgesi gibi ona sımsıkı tutunurlar.

Camiin bir diğer büyüleyici yanı da, günün değişik saatlerinde değişik pencerelerden içeriye yayılan ışık hüzmeleridir. Evet tam yedi kat üzere tanzim edilmiş iki yüz dokuz pen­cereden her zaman camiin içine ışık akar gelir.. bu renkli cam­lardan sızıp içeriye dökülen ışıklar, insanda ne romantik dü­şünceler ne romantik düşünceler uyarır. Şayet, daha sonra ilâ­ve edilen bir kısım nesepsiz nakışların tedâî ettirdiği münasebetsizlikler olmasaydı, kim bilir ruhlarımız daha neler neler hissederdi! Evet,

“ Mâbedin cephe cidarındaki loş pencereler,

Güneşin sırtına bir ince tül atmış, esmer,

Mütemâdî sağıyor dahile bir gölgeli nûr” (M. Âkif)

Yeryüzünde bulunan bizler her zaman, göklere ve gökler ötesi mâneviyat âlemlerine açılma arzusuyla, semaların derin­liklerini, ötelerin ciddiyetini, sonsuzun ürperticiliğini gönüllerimize duyuracak bir ses ve soluğa ihtiyaç hissederiz. Tıp­kı uzun bir sefere hazırlanan ruhun tam gerilime, eksiksiz zâd u zâ­hi­re­ye ve yol düşüncesine ihtiyaç hissettiği gibi ihtiyaç hissederiz. Bu­na duygunun, düşüncenin, ruhun gıda alması da denebilir ki, her yolcu ve her türlü yolculuk için kaçınılmazdır. Hiç şüphesiz, bu en hayâtî gıda ve mânevî besin kaynağının semavî sofralar hâlinde inip kalktığı yerlerin başında da, derin tedâî gücü, uhrevî motivasyonu, her parçası ayrı bir Cennet kapısına menfez sayılan aksesuarıyla mâbed gelir. Süleymaniye ise, bütün bunları tedâî, tahattur ve tahayyül ettirecek engin, rengin ve zengin bir koleksiyon gibidir.

Şimdilerde bazılarımızın gözleri, onun derinliklerine, güzelliklerine ne kadar alışmış, ne kadar kanıksamış da olsa, bu mânâ endamlı, tarih renkli, sanat ahenkli mâbed, hazîresine sığınan herkese, bir güzellik, bir şiir, bir romantizm banyosu aldırtacak kadar hâlâ canlı, hâlâ cazip, hâlâ güzel ve hâlâ bir kısım husûsî duygularımızı şahlandırma adına önemli bir vâridâtın gürül gürül kaynağı olabilme büyüsünü taşımaktadır. Evet o, cesedine yenik düşmemiş, bedenini aşabilmiş aydınlık ruhlar için hâlâ med vaktini yaşayan bir deniz gibi dalga dalga ve köpük köpüktür.. istersen

“ Cephe dîvârına bak, camlara bak, minbere bak,

Sonra mihrap ile mahfillere, kürsîlere bak

………………………………………………..

Dalgalansın da, denizler gibi kalbinde celâl,

Görmesin dîdelerin reng-i sivâ, reng-i zılâl!” (M. Âkif)

Süleymaniye’nin, bilhassa Haliç tarafından bakılınca, ba­şını dikmiş, göğsünü germiş derin derin İstanbul’a, Haliç’e, hatta Boğaziçi’ne bakan ve bir beklentiyle yutkunan muam­mâlı bir hâli vardır. Daha çok vakarlı bir çehreye benzeyen hey­ke­linin, gözlerimize, gönüllerimize sinen mânâsı ve öbek öbek çevresini saran müştemilâtıyla ruhlarımızda kendini his­settirince, insan bu anlamlı simâ karşısında garip şeyler duymaya başlar ve bu ürperten sükût karşısında ruhunda ne râ­şeler ne râşeler uyanır!

Süleymaniye bulunduğu noktaya o kadar uymakta ve o kadar yakışmaktadır ki, en âmiyâne bakışlar bile, bulunduğu yerle onun ruhu arasındaki mânâyı hemen sezebilirler. Öyle ki, onunla yerleştiği mekân arasında o derin münasebet eğer kavranabilse, o, öyle rastgele planlara göre ve rastgele malzeme ile değil de, kendi iç derinliği ve dış husûsiyetleriyle bulunduğu yerden fışkırıp çıkmış gibi bir his uyarır insanın ruhunda. Mâbede açık ruhlar, başları onun gölgesine ulaştığı andan itibaren kendilerini, seven, okşayan, bağrına basan sımsıcak bir anne kucağında hissederler. Bu satırların yazarı için bir mazhariyet sayılan böyle bir okşanma ve kucaklanma, hem de geçmişi geleceğe bağlayacak köprü bir nesle hitap makamında okşanıp kucaklanma –dinleyenler kendi tali’sizliklerine saysınlar– diyen için böyle tasavvurları aşan zevk ve hatıralara inkılap edince, kim bilir, hayatı her zaman uhrevî derinlikleriyle yaşayan yüce kametler onu nasıl düşünmüş ve nasıl hissetmişlerdir?

Evet insan, ihtişam dönemimizin bu pırlanta âbidesini, onun sağında ve solundaki müştemilâtı, her yeri kendi ruh ve mânâsıyla mâbede sığınmaya koşuyor bir görünüm arz eden medreseleri, şifahaneleri, dâru’t-tıbları, dâru’l-kurrâları, dış cemaat mahalleri ve revâklarıyla hepsini birden kavrayıp ruhuna sindirdiği zaman, daha camiye adım atmadan derin bir uhrevî sükûtun şiirini dinler.

Süleymaniye’ye, Allah’a yükselme ve ulaşma yollarını remzediyor gibi değişik kapılardan girilir. Bu giriş bazı yerlerden düz ayak, bazı taraflardan da biraz merdiven çıktıktan sonra gerçekleşir. Hazîreye başını soktuktan sonra herkes bahçede bir konsantrasyon yürüyüşü yapar ve hangi yandan olursa olsun ona ulaşmak için “bi-kaderi’l-keddi tüktesebü’l-meâli –Sıkıntı ölçüsünde seviye elde edilir.” düşüncesini pekiştirmek üzere birkaç merdiven daha çıkmadan şadırvan bölümüne girilemez. Şadırvan bölümünde, mütekabil, aynı boyda ve birbirine bakan revâklar, ukbâya açık kapılara benzeyen halleriyle, mâbede koşanlara bir şeyler fısıldıyor gibi, onların ümitlerine tebessüm eder, endişelerine tekallüsler fırlatır ve hep mü’minin gönül dünyasının haremi sayılan mâbedin iç kısmına işaret ederler. Derken, herkes duygularıyla ikinci kez beslenmiş, herkes ikinci kez azığını almış, hazları köpük köpük Dost’la halvete yürür.. ciddî bir temkin ve olabildiğince bir edeple yürür ve kendilerini gönüllerin harem dairesinde bulurlar.

“ Bir gelişle ki; ne mübarek, ne garip âlem bu!..

Hava boydan boya binlerce hayalle dolu.

Kimi gökten, kimi yerden uçuşup her kapıya,

Giriyor birbiri ardınca ilâhî yapıya.” (Y. Kemal)

Burası iç yüzü ve mânâya açık aksesuarıyla o kadar rengin, o kadar olgun ve o kadar geniştir ki, o âna kadar gördüğümüz kısımlar ona nispeten âdeta mütevazi bir selâmlık gibi kalır. Mâbedin bu iç kısmı koca külliyenin en güzel, en ferah, en gönül alıcı ve hülyâlarımızı coşturan sihirli bölümüdür. Burada, o âna kadar ruh ve mânâ adına gönüllerimize sinmiş ne büyülü şeyler duyar ve hissederiz. Sadece biz değil, orada bizim içeriye girmemizi bekliyormuşçasına çöküp yanlarına oturduğumuz, bizi sımsıcak tebessümlerle selâmlayan, kalblerinin iyiliği çehrelerine aksetmiş ve hislerini yüzlerinde okuduğumuz bütün inanmış gönüller zengini-fakiri, yaşlısı-genci, âmiri-memuru, âlimi-ümmîsi, makam sahibi-düz insanı, yerlisi ve yabancısıyla; –tabiî kimi, deryadaki mâhinin deryayı hissetmesi nispetinde; kimisi de, dalgıçların derinlikleri sezişi ölçüsünde– hemen herkes farklı bir temâşâ zevkine erer. Allah’tan başkasına gönül vermemiş ve gözlerinin içine başka hayal girmemiş bu iman ve itminan insanları, gönüllerde birikmiş sevgiyi sarf edecek sine arar, mâbedin her yanında muhabbet ve alâka esintileri uyarır, sonra da Hak mihmandarlığına ulaşmış bu tali’li ruhlar ve gönülleri “gıll u gış” adına her şeyden arınmış bu insanlar: “Bizi bu saadetlere eriştiren Allah’a hamdolsun!. Hamdolsun o Allah’a ki, bize verdiği sözü yerine getirdi ve bizi bu yerlere vâris kıldı.” der ve bahtlarına tebessümler yağdırırlar.

Süleymaniye, dış ihtişamı ve iç derinlikleriyle, hazîresine sığınan temiz gönüller üzerine birer mızrap gibi kalkıp indikçe, biz şanlı geçmişimizi bütün “hayhuy”uyla sinelerimizde duyarız; o, dağılmış bir büyük ülkenin gurbetler yaşayan bir köşesinde, sanki bu toprağın derinliklerine kök salmış ve granitlerle bütünleşmiş de, önünde, temelinin esas harcı olan bize ait duygu ve düşünceyi sürükleyip götürmek isteyen azgın bir kısım sellere karşı metin bir sed gibi durmakta ve ezilmişliği, tükenmişliği kabullenmiş bugünkü nesillere sessiz infialleriyle bir şeyler anlatmaktadır.

Ben, onu hep akıp giden, akıp gittikçe de netleşen bir dün­ya ve o dünyanın merkezinde bir saltanat ve debdebe, bir ih­ti­şam ve hâkimiyetin fihristi olarak görmüşümdür. Bu itibarla da, onu gönlümde hep taze, ruh ve mânâsını da hep bayıltıcı bulmuşumdur.. ve yine bu itibarla onu, ne zaman içine gir­sem, zaten ruh dünyamda mevcut olan enginliği ve ihtişa­mıyla daha derin iç katmanlara saldığımı ve onun büyüsünü daha derinden duyduğumu hissetmişimdir. Diyebili­rim ki, her mü­şâ­hede edişimde bu Osmanlı yetimi muhteşem mâbedi hemen her zaman içimde hazır bulmuş, hayâl âlemi­me açılan bir kapı gibi hissetmiş ve ondan geçerek, geçmişin hülyâlı âlem­le­rinde dolaşmış ve:

“ Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,

Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan”

(Y. Kemal)

mısralarını duymuşumdur. Bu mânâ ve bu ruh elbette geçmişimizle alâka ve irtibattan, mânâ kökümüze saygı ve nesep düşüncesinden kaynaklanıyordu. Kaynaklanıyordu ki, ne zaman onun yanından geçmiş, ne zaman onun hazîresine uğramış, ne zaman onu temâşâ zevkine ulaşmışsam, onun herhangi bir yanında, gerçekten varmış gibi bir menfez bulmuş ve asırlar ötesinin o destanlara sığmayan büyülü manzaralarıyla kendimden geçmişimdir.

Bu itibarla denebilir ki; Süleymaniye, o baş döndüren duruşuyla ve o hemen dile gelip konuşacakmış gibi ilhamla tüllenen sükûtuyla ve içindeki inanmış gönüllerin heybet tüten füsûnuyla bize hep şiir söyleyen, hikmetten fasıllar açan, ruhlarımıza varlık üfleyen ve bize dirilme yollarını gösteren bir üstad gibi olmuştur.

Bir muhteşem dönemden geriye kalmış dünya kadar saltanat yetimi sanat eseri vardır; ama o saltanat tâcının incisi Süleymaniye’de geçmişi görüp dinlemek bir başkadır. Sanki bizim önümüzde çağlayıp giden zamanın değerli bir parçası, küçük bir noktada toplanmış, sıkıştırılmış ve bu hazîrenin içine yerleştirilmiş gibidir. Âdeta bir ihtişam dönemi ve zamanın bir altın dilimi geçerken takılıp burada kalmış da, şimdi Süleymaniye ile o soluklanmakta.

Evet onda, tabaka tabaka birbirinin üstüne binen, katman­laşan bir ulu sessizlik ve güya içine günümüzün anlamsız sesleri hiç düşmemiş de bu kudsî harîm, bütün anlamsızlıklara karşı kapalı kalmış.. hep kendi içinde derinleşmiş, kuyulaşmış gibi gelir bize.. gelir de gönüllerimizde rengin ve zengin bir eski bestenin tesirini icra eder. Sanki, sesini kulaklarımıza dol­dur­duktan sonra susmuş bir enstrümanın tellerinden hâlâ bir şeyler duyuyormuş olma hissiyle yaşadığımız gibi, bu yüce mâ­bed­de, güya eskiden içinde icra edilmiş bir mûsıkînin dalga dalga nağmeleri, bütün tazeliğiyle hâlâ akıp akıp ruhlarımıza bir şeyler boşaltıyor gibi bir duygu uyarır hislerimizde.

Hülyâlarının tadına alışmış her hayâl çocuğu, Süleyma­niye’nin kokusunu duyar duymaz, geçmişin bütün şiirini, bütün mânâsını ve bütün zevkini birden tadar. Evet herkes, hülyâ ufku ölçüsünde Süleymaniye’de rüyaya yatmış gibi, onun herhangi bir menfezinden kanatlanarak asırlar ötesine yürür; önceki günü dünle, dünü de bugünle bir arada görür ve ruhuna zaman üstülüğün en engin hazlarını duyurur. Her ruhta bir çiçek gibi açılan mahrem hülyalar, Süleymaniye’nin tedâî ettirdikleriyle en derin şekilde ve birden açılır, açılır da kendilerini bu tedâîlerin gelgitlerine salabilenler içlerinde bin bir haz, dudaklarında sımsıcak bir tebessüm, uğradıkları her yere kucak kucak huzur ve itminan taşırlar.

İnsanlar bu yüce mâbedi tam duyduklarında eğilip bir de ruhlarına bakabilseler, onda içlerinden kopup gelen duygularını, ümitlerini, arzularını, isteklerini besleyen bir büyü bulurlar. Bulurlar da, yaşadıkları hayat içinde ayrı birer şahsiyetle daha var olduklarını duyarlar. Sanki hakikatin çerçevesini dar bulup da, hayâlî dünyalara pencereler açıyor gibi bir kısım mahrem âlemleri temâşâya koyulurlar.

Süleymaniye’de her şey nazlı bir çiçek edâsıyla güzelliğin son rikkatine kadar açılmış olarak yaşıyor gibidir.. ve her güzellik umumî bir ahenk içinde, noktasıyla, çizgisiyle, kelimesiyle, satırıyla zevke açık gönüllere hazların en enginini sunmaktadır.

-+=
Scroll to Top