Takdim

Şu anda bir demet bahar çiçeği tutuyorsunuz elinizde. Sızıntı ve Yeni Ümit dergilerinde yayınlanan başyazılardan derlenen bu demet, mü’min, müslim ve muhsin bir ruhun ihlâs ve samimiyet tüten kokularını taşıyor. Bir tutam kır çiçeği, bir küçük ağaç, bir büyük bahçe, hatta bir bahar mevsimi bile bir demet gibi görülebilir. Yerine göre bir Güneş Sistemi, bir yıldız kümesi, bir galaksi dahi insan ruhu için bir demettir. Bu, bakış sahibi ruhun çapına göre değişir. Öyle ruhlar vardır ki, âlemler onda kaybolur gider. İnsandaki maddî nazar bile nice muhteşem manzaraları yutuyor da doymuyor ve “Daha yok mu?” diyor.

“Çağ ve Nesil–5” yani “Günler Baharı Soluklarken”, her ruhun eline uygun bir buket. Dokunan el, koklayan burun, gören göz ve hissedip düşünen ruha göre algılanan bir bahar demeti. Bu demet, bir güzel ruhun engin inanç ikliminden derleniyor. Kâinat çapında, esmâ ve sıfât tecellîlerine mir’at olan ruhlar vardır. Onların zengin iklimlerinde nice günler, nice mevsimler tüllenir.

İnsan, muhtevasıyla bir kıymet ifade eder. O muhtevayı belirleyen şey de insanın peşinde koştuğu, yolunda olduğu ve uğrunda öldüğü maksattır. Bu maksat Allah ise, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmak ise, bu ahlâkı, mensubu olduğu insanlık ailesine aksettirmek, orada da yaşatmak ise, o ruhun yüceliğine pâyân yoktur. Bu yüce ruhların iç âlemlerinde Cennet bahçeleri boy gösterir. Bu ruhların mürebbilik yaptığı, muallimlik ettiği cemiyetler de, Cennet bahçelerinden birer bahçe hâline gelirler. Oralar, birer zikir, fikir ve şükür meclisidirler. Nefsin amansız kışına tutulmuş milletlerin bağrına bir bahar beneği gibi giren bu necib gönüller, kutlu soluklarıyla, kudsî sesleriyle birer İsrafil sûru, Cebrail sözü kesilir, tarihin bahar kapılarını açarlar. Artık, o millet, Cennet yansıması bir kutlu bahar topluluğudur.

“Büyük Doğu”, Necip Fazıl demekti; “Diriliş” de Sezai Karakoç… Bu dergiler birer ekoldü. Bu güzel insanlar bir kutlu geleceğin haberini verdiler, yolunu işaret ettiler. Bir “beklenen”in portresini çağın yüzüne çizip durdular. “Çağırmasını bilirseniz gelecektir.” dediler. “Sızıntı” ve “Yeni Ümit” de bir bakıma onların arkasındakiler demekti.. bu mevkutelerin “Baş”ı ve “Kalb”i, baş ve orta sayfa yazarları da onlar demekti. Dergi bu baş ve bu kalb ile yürüyor. Bu muzdarip başın ve bu hassas kalbin sözünü ve sesini bu dergilerle dinliyor, bu kırık mızrabın iniltilerini bu dergilerle duyuyoruz. Böylece kafa ve kalbler elest bezminin ezelî âhengine akord oluyor, o kudsî ruhlarda ebed sevdası akkor hâlinde tutuşmaya başlıyor. Bu korlar cemre cemre, fert ve cemiyet hâlinde bütün bir milletin ruhuna yayılınca, dört bir yandan bahar naraları yükselmeye başlıyor, bahar çiçekleri boy atıyor. Diğer dergiler birer haberciydiler. Bir bekleyişi, bir bekleneni haber verdiler. Sızıntı ise bir haberdi. O, bekleyen olmadı, beklenen olmaya çalıştı. Zamanın beklediği oldu. Beklenenleri yetiştirdi. Bağrında mayaladığı baharla buluşturdu bekleyenleri.

Beklenenler Bezmi’ni kuran Sızıntı, baharı soluklayan günlerin yeni ümit iklimi garipler kuşağını yetiştirdi.

Bazı kutlu dağ zirveleri, ruhun ışık yuvaları oldular. Göklerden vuran ışık tayflarına kalb prizması kesildiler. Bir mağara, bir ağaç tepesi, bir kulübecik bu elmas kalblere yuva oldu. Bu yuvalardan fışkıran nurun aksettiği evler, “Ümmü’l-Kurâ” (Şehirler Anası)’nın ailesi olan evleri kurdu. Bu aile bir millet ve bu millet de bir medeniyet doğurdu. Doğumların ölümlere, ölümlerin de nice doğumlara açık olduğu gibi, kâinat kucağında nice nice güneşler doğar ve nice güneşler batar. Tarih kuşağında da nice milletlerin doğuş ve batışlarına rastlanır. Birinci Cihan Harbi’yle batıp giden İslâm devleti, zamanın ana rahminde yepyeni bir tarihî doğuşa hazırlanıyor. Ne muhteşem bir doğuştur bu ki, nefsin ve şeytanın radyasyon sızıntılarına mukabil, ruhun ışık sızıntıları, kutlu tayflar hâlinde toplanıp kalblerde yoğunlaşarak hidayet lazerleri hâlinde küfrün, karanlığın urlarını, kanserlerini kuruta kuruta geliyor. Nefis kışının inkâr kefenlerini yırtıp, ruhun bahar filizlerini vere vere ilerliyor. “Günler Baharı Soluklarken”de, böyle bir gelişin destanı sunuluyor.

“Işık Evler”le giriyoruz kitabın sırlı dünyasına. Bu evler, kudsî bir programın yürürlüğe konduğu ruh oluşum ocaklarıdır. Ruhlar, orada aslî kaynaklarıyla temasa geçer, o kaynaktan aldıklarıyla beslenip büyüyerek karanlık dünyaların fethine çıkarlar. Asıllarından uzaklaştırılmış, asılları unutturulmuş ruhların ellerinden tutup, onların ebedî kurtuluşlarına ve zengin bir medenî kuruluşa gitmelerine vesile olurlar. Bu medenî yapının planı Kur’ân, mühendislik merkezleri mâbedler, mektebler, medreseler, tekyelerdir. Şantiyeleri ise evler, çarşılar, pazarlar, köyler, kasabalar ve şehirlerdir.

Bu iman ve aşk dolu maceranın muhteşem destan ocağı “Işık Evler”den sonra, bu evlerin çağırdığı, bu evlerin mayaladığı yeni bir mevsime açılıyorsunuz. Bir şiir dünyasındasınız. Dilin sırlı mûsıkîsine kendinizi kaptırıyor, ruhun tatlı med ve cezri içinde hiç de yabancısı olmadığınız, sanki daha önce bulup da kaybettiğiniz bir âlemin sihirli koridorlarında, cezbedici, büyüleyici ufuklarında dolaşıp duruyorsunuz. Hiç bitmesin istiyorsunuz bu yolculuk. Ama her miracın bir de dönüşü var. Rehberiniz, Cibril soluklu, İsrafil mizaçlı bir yüce ruh ise, siz de buna akraba ve âşina iseniz kavsiyeleriniz bitmez. Her sonu, yeni bir başlangıç olarak bulursunuz. Dante’yi karanlık ormanından kurtarıp ötelerin sırlı yolculuğuna çıkaran şair, Işık Evler Rehberinin tuttuğu lambanın çevresinde kanat çırpan bir sinek bile olamaz. Işık evler mimarının gönül mühendisi, kutlu doğum kahramanı, kâinat kandilinin nuru, kutlu resul, Yüce Nebi’nin diriltici soluklarını ruhunuzun derinliklerinde serin ve taze okşayışlarıyla duyar, bir daha dirilir gibi olur, gufranla tüllenen ayların bayram düşüncelerine dalıp gidersiniz.

Düşlerdeki Türkiye’de mâbedlerin sırlı dünyası, tekye ile size takdim edilir. Ümit ve endişe, hak ve kuvvet muvazenesi içinde yeni dünyalara doğru, dinin yenilmeyen gücü Kur’ân-ı Kerim’le bir mâbeddesiniz artık. Bu mâbedin imamı, ışık evlerin kutlu mimarıdır. Onun minberinde tarihimizin ve tâli’imizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün hutbesini dinliyor, tarihî devr-i daimlerin sırrına eriyorsunuz. Bu devr-i daimde yerinizin şimdi de bahar günleri olduğunu anlıyor, bir bayram sevinciyle kanatlanıyorsunuz. Müslümanca yaşamanın aşkı, heyecanı, bir meltem gibi yakalayıp sarıveriyor sizi. “… İnsanın içinden kopup gelen ve bütün bir gönlü aksettiren hiçbir şiir, hiçbir mûsıkî, bu kadar içli, bu kadar derin ve bu kadar güzel olamaz. Bunlar, insan ruhuna hitap eden mahrem birer lisandır, ifadeleri, bildiğimiz muayyen kelimelerden ses ve söz almaz. Cümleleri, ötelerden akıp gelen mânâlardan örülmüş bu dil, gerçek ruh insanlarının ve ledünnî zevk erbabının anlayabilecekleri, malzemesi fizik ötesi sesler ve sözlerden alınmış bir ilham dili ve bir melek lisanıdır. Bu dil ve bu beyanın dalgaları arasında, yer yer gönüllerimizi bir umut, bir sihir ve bir sevda sarar. Gözlerimiz, ukbanın mavi, parlak ve başımızı döndüren güzellikleriyle dolar. Derken, kulaklarımızda aşkın ve güzelliğin çınlayan mûsıkîleri duyulmaya başlar…”

Günler baharı soluklarken, siz, bu baharı seyreder, bu bahara girer; ama, bir türlü sırrını kavrayamazsınız. Bu baharı sezer ama bir türlü dile getirip anlatamazsınız. Nefsin bodrumunda (emmare katında) kalıp da Ruh’un yüce katlarında yaşanan dünyanın macerasını anlamak ve anlatmak ne mümkün. Oradan gelen sesleri ve sızan ışıkları anlamak ve anlatmak… O, yüce ruh saraylarının Efendileri sizi bir kıtmir gibi, kucaklarına alıp kendi katlarına götürüp gezdirseler de, siz oraları yine de kıtmirce görür ve kıtmirce anlarsınız, işte o kadar… Onlara, “hay hay” demek, bize de, “hav hav” demek düşer. Bazen, avcı kıtmirleri de yol gösterirler. Bu kutlu kapının önünde kısık sesimizle sizleri o yüce katların hay hay’larına çağırabilirsek bu büyük şeref olur. Bu kutlu miraçta kalbiniz burak, gönlünüz refref olsun. Ruhun solmaz, pörsümez baharına hayırlı yolculuklar.

M. Garib

-+=
Scroll to Top