Takdim

Avrupa Orta Çağındaki halkın hayatını ve değer hükümlerini Prof. Tawney şöyle anlatıyor:

“Şimdi mekanik olan şeylerin çoğu, o zaman şahsî, mahrem ve samimîydi; ferdî ölçülerin çok üstüne çıkan bir ölçüye göre kurulmuş bir teşkilâta, vicdanları kusturan ve her şeyi eninde sonunda ekonomik menfaatlere bağlayan bir doktrine yer yoktu.

O çağda, ekonomik menfaatler, hayatın asıl gayesi olan mânevî kurtuluşa tâbi idi ve ekonomik davranış, diğer davranışlar gibi şahsî davranış bütününün ahlâkî kurallara bağlı bir görünümünü teşkil ediyordu. Maddî zenginlik, ikinci dereceden bir önem taşımaktaydı. İnsanlar, şiddetli arzular şeklinde ortaya çıkan ekonomik saiklerden ürküyordu… İnsan servet için değil, servet insan içindi. Bir insanın toplum içindeki yerine göre yaşayabilmesi için gereken parayı kazanmaya hakkı vardı; daha fazlasını kazanmaya çalışmak ise, teşebbüs gücü değil, para hırsıydı ve büyük günahtı… Mal ve mülk meşrû yoldan kazanılmalı ve mümkün olduğu kadar çok kişinin elinde olmalıydı.”

Kanaat-i âcizanemce, bilimin Orta Çağlar ertesinde Avrupa’da gelişip dev bir teknoloji doğurarak bugünlere gelmesinin ardındaki en büyük faktör, Prof. Tawney’nin yukarıda anlattığı Orta Çağlardaki hayat anlayışının temelden değişmesinde yatmaktadır. Öncelikle Katolik Hıristiyanlığın yön verdiği bu anlayış, kadim Yunan’ın hazcı dünya ve hayat görüşüyle yer değiştirip, yavaş yavaş zenginleşen ve bir sınıf oluşturmaya başlayan burjuvazinin aristokrasiye ve onun ardındaki dayanak olarak gördüğü kiliseye, dolayısıyla Hıristiyanlığa baş kaldırması neticesinde meydana gelen, ayrıca coğrafî keşiflerle desteklenen ekonomik değişim, insanları tabiî olarak “diledikleri gibi yaşama”ya, “rahat bir hayat”a sürüklüyor ve böyle bir hayatın karşısında gördükleri dine de cephe almaya itiyordu. Gerek Batı’da bilimin gitgide materyalist yörüngeye oturmasında ve gerekse Türkiye gibi ülkelere bu yörünge üzerinde ithal edilmesinde en önemli sebep, insan tabiatında yatan, onun “karşı cinse, çocuklara, kantar kantar altın, gümüş ve paraya, salma güzel atlara, arabalara, kazanca ve kazanç vasıtalarına karşı duyduğu tutku”yu istediği gibi doyurma arzusudur. Kısaca, bilim, ne Batı’da insan tabiatından ve bilhassa o tabiatın bu yönünden bağımsız olarak ortaya çıkmış ve gelişmiş, ne de, diğer ülkelere bundan bağımsız olarak ithal edilmiştir. Yani, bilim doğruları bulma yönünde insana ve insan zihnine yön vermekten çok, insan tabiatının dünyevî yanı bizzat bilime yön vermiş ve neticede insan, bilimi, bu yanını âdeta tek gerçek saymada alabildiğine istismar etmiştir.

Bilimin Cehaleti

Bilim, bu hâliyle gerçeği bulmaktan ve ifade etmekten çoğu yerde uzaktır. Çünkü “gerçek”, değişen âlemin ve hâdiselerin ötesinde bir ve değişmez olduğu hâlde, bilim onu ısrarla değişen âlemde aramakta ve bu arayışında da öncelikle “duyu”lara dayanmaktadır. Duyular ise her zaman yanıltıcıdır ve ulaştıkları idrak ve neticeler kişiden kişiye değişir. Sonra, duyuların verilerini bilgi hâline getirecek olan istidlâlî akıl, kişiler sayısınca farklı farklıdır. Bu sebeple, bilim, duyuların yanlışlığını güya gidermek ve onlardan doğruya veya gerçeğe varabilmek için “deney” metoduna yönelmişse de, elde kabul edilmiş ön hakikat olmadan deneyin herhangi bir şeyi ispatlayamayacağı açıktır. Herhangi bir hâdisenin iki ayrı zamanda ve iki ayrı yerde, hatta milyonlar sayısınca ayrı zamanda ve ayrı yerde meydana gelmiş olmasının, onun bir defa daha meydana gelmesini mutlaka gerektirmeyeceği David Hume’dan beri Batı’da da bilinen ve kabul edilen bir hakikattir. Deney metodunun Claude Bernard gibi bazı öncüleri bile, vâkıa ve hipotezlerin ancak önceden edinilmiş düşünce ve hakikatlerin yardımıyla yorumlanabileceğini, bu düşünce ve hakikatler olmadan deneye esas alınan vâkıaların hiçbir “bilimsel” değer taşımayan “yalın vâkıalar” olarak kalacağını belirtmektedirler.

Deneylerle güya netice ve gerçeğe varmaya çalışan bilimin asıl “zayıf büyüsü” burada yatmaktadır. Ön hakikatler olmadan, yani ortada kesin bir “denek taşı” bulunmadan vâkıalar ve hipotezlerle neticeye gidilemez. Bugün, asırlar boyu “telâhük-ü efkâr”la, yani fikirlerin birbirine katılmasıyla gelişen ilimlerin deneylerde kullandığı birtakım “ön hakikatler” bulunduğundandır ki, “Bu işin başlangıcı nasıldı, nasıl oldu?” sorusunu sorma ve düşünme fırsatı vermeme kurnazlığı içinde, deneylerle gerçeğe ulaşmaktan bahsedilebilmektedir. Sürekli gözden kaçırılan bu noktadır ki, felsefede bir “epistemoloji” meselesini gündeme getirmiş ve meselâ, tabiî, sosyolojik, psikolojik… her hâdiseyi, her vâkıayı açıklama iddiasındaki diyalektik materyalizm, “insanın düşünerek ve karar vererek bir meslek sahibi, bir çiftçi, avcı, öğretmen… olmadığı, kullandığı üretim araçlarıyla kendisi arasındaki münasebetin onu mesleğini seçmeye ittiği” gibi bir iddiada bulunabilmiştir. Bu durumda, ilk insanların “balıkçı ve avcı” olduklarını iddia eden diyalektik materyalizm, bu insanların avcılık ve balıkçılık aletlerini hazır bulmuş olmaları gerektiği ve bunları kimin yaptığı sorularıyla karşı karşıya kalacağını herhalde fark etmemiştir. Kısaca, felsefenin ve bilimin gerçek konusunda ileri sürdükleri bütün iddialar birer fantezi olmaktan öte gidememektedir.

Modern bilimin bir diğer büyüsü ve cehaleti, âdeta yaratıcı mevkiine çıkardığı sebep-sonuç kanununda yatmaktadır. Evet, hâdiselerin meydana gelişinde ve kâinattaki oluşlarda sebepleri gözardı edemeyiz. Yağmurun yağmasının, suyun donması veya kaynamasının, canlı varlıkların neşv ü nema bulmasının kendilerine has sebepleri vardır. Fakat bu sebepler, bizatihi varlığı olan şeyler değildir; onlar, insan zihninin oluşlara bakarak vardığı birtakım neticelerden ibarettir ve dolayısıyla sadece nominal (zihnî, ismî) varlığa sahiptir. Hariçte var olmayan, hayatsız, bütünüyle cahil ve şuursuz şeyler nasıl, bırakın şu muhteşem kâinatın, tek bir hâdisenin bile varlığında veya meydana gelmesinde “yaratıcı” faktör kabul edilebilir?

Ayrıca, meselâ, bir ağacın meydana gelmesi için, o ağacın bitebileceği toprağa tohumu atılır; sonra bu tohum, gerekli rutubet, ısı, ışık ve havayı bulduğunda çimlenir; çünkü onda çimlenme, hangi ağacın tohumu ise, o ağaç olarak büyüme ve o ağacın meyvesini verme özelliği vardır. O tohumun ağaç olabilmesi için tohum, toprak, ısı, güneş, atmosfer, ışık, su, hava ve şekli, yörüngesi, günlerin ve mevsimlerin meydana gelmesi için güneşle ve diğer gezegenlerle olan münasebetleriyle yeryüzü, kısaca kâinattaki bütün unsurlar çok hassas dengeler ve ölçüler dahilinde el birliği yapar. Bir ağacın nasıl meydana geldiğini sadece meydana geliş süreci, sebepleri ve neticeleri ile açıklamak yeterli midir? Bu ağacın olması için, tohumdaki çimlenme ve kendi ağacını verme kabiliyetini, ağacın solunum yapabilme ve beslenebilme özelliğini, o ağaç için hemen hemen bütün kâinatın, kâinattaki bütün unsurların çok hassas dengeler çerçevesinde iş birliği yapması gerektiğini nazara vermeden, o ağacın varlığı izah edilebilir mi?

Bütün bunlar, içindeki bütün olup bitenler, varlıklar ve bütün akıl almaz münasebetleri içinde kâinatı bilmeyi, ayrıca, sonsuz bir kudret ve iradeyi gerektirmez mi? Bunun yanı sıra, o ağacın varlığı için işleyen (nominal değerdeki) kanunlar maddî olmayıp, tamamen gayrimaddî, görünmez, elle tutulmaz, diğer duyularla hissedilmez, laboratuvara sokulamaz değil midir? Fakat, cehaletini örtmek ve kendisini bu şekilde sunanların emellerine hizmet edebilmek için modern bilim, bu ana hususları sürekli gözden kaçırmakta ve insanı maddenin çeperleri içinde boğmaya çalışmaktadır.

Esasen, asrın başlarında ortaya çıkan atom fiziği, mekanik fiziğin üzerine oturduğu sebep-sonuç kanununu yıkmış ve bunun neticesinde James Jeans gibi, Eddington gibi, hatta Einstein gibi büyük bilim adamları, Molla Camî anlayışında, “Her şey hayal; tek gerçek Allah’tır.” şeklinde bir inanca bile varmışlardır. Artık fizikçiler, kâinat şu anda herhangi bir hâlde ise, hemen bir an sonra aynı hâlde olacak diye bir şart ve kaide ileri sürülemeyeceğini ifade etmektedirler. Karl Raymond Popper, “Hem Einstein’ın, hem de Nevton’un teorilerini bilim sayıyoruz ama, bunların ikisi birden doğru olamaz; üstelik, her ikisi de pekâlâ yanlış olabilir.” derken; Bernard Russel, “Nevton fiziğiyle uzun süre idare ettik ve sonra bunun her şeyi açıklamaya yetmediğini, hatta düzeltilecek pek çok yanları olduğunu gördük. Şimdi, Einstein fiziğiyle idare ediyoruz. Fakat hiç şüpheniz olmasın; bir gün, bunun da her bakımdan düzeltilmeye mahkûm olduğu ortaya çıkacaktır.” itirafında bulunmaktadır. Öte yandan, Dalga Mekaniği kavramı mucidi Schrödinger ve filozof-fizikçi Heissenberg, kâinat, onu meydana getiren atomlar, atomların hareketleri ve kâinatta olup bitenler hakkında kesin sonuçlara varmanın mümkün olmadığını, bunun bilâhare giderilecek bir bilgisizlikten değil, fakat bizzat kâinat gerçeğinden ileri geldiğini söylemektedirler. Önceki asırlarda, fizikteki gelişmelerle sarhoş bazı bilim adamları, “Kâinatta açıklanmayacak bir şey yoktur.” diye iddia ederken, geçen asırda “7 bilinmeyen” üzerinde duruyorlardı. Bugünlerde ise, 10 bilinmeyenden bahsediyorlar ki, bunların başında “hayat, şuur ve irade”nin mahiyeti geliyor.

Bilim, kâinat ve insan hakkındaki araştırmalarını “derinleştirdikçe”, cehaletinin daha bir farkına varacaktır. Rene Guenon’un ifadesiyle, “Bilimin veya bilimcilerin önünde iki alternatif vardır: Ya bilimsel teorilerin farazî keyfiyetini kabul edip, hissedilir sabit gerçeğin dışındaki her çeşit kesinliği reddetmek ya da bu farazî keyfiyeti bir yana bırakıp, bilim adına öğretilen her şeye körü körüne inanmak.” İkinciyi kabul edemeyen günümüz bilim adamı birinciye yöneliyor; fakat çoğu zaman da gerçeği “fayda”ya ve “bilme”yi de “bilinemezliğe” indirgiyor. Birincisi devasız bir dert; ikincisi, bilimin gerçek hakkındaki bilgisizliğinin şahane bir itirafı. Artık, kimilerince bilimin değişmez ve sabit bir çatısının olması gerektiği ifade ediliyorsa da, çoğunluk hâlâ “agnostisizm-bilinemezcilik”te ısrar ediyor. Oysa bilim, sahasını aşmadığı ve kendi üstünde sabit bir gerçeğin bulunduğunu kabul ettiği zaman değerini bulacaktır ve bu gerçek de gün gibi ortadadır. Çünkü, “Mutlak olmaksızın izafî, değişmezlik olmaksızın değişme ve birlik olmaksızın çokluk mânâsız ve imkânsızdır.” Bilgi, ancak değişmezliğe ulaştığı zaman değiştirilemezlik kazanır; bu da, insanın üstündedir. Doğru/gerçek, insan zihninin ürettiği bir şey olmayıp, bütünüyle insandan bağımsızdır ve insana düşen, onu keşfetmek ve kavramaktır.

Metafizik Âlem

Şu durmadan değişen, fakat değişmez bir gerçek üzerinde değiştiği için sürekli aynı ve sabit görünen âlemin dayandığı değişmez gerçek, varlığın metafizik boyutudur. Meselâ, yukarıda verdiğimiz ağaç misalinde, tohumdan meyvesine ve yeniden tohuma uzanan hayat serüveninde ağaçta sürekli bir değişim görürüz; fakat bu ağaçtaki bütün değişim, onu, hayatını ve geçirdiği değişimleri idare eden ve o ağacın daima kendisi olarak kalmasını sağlayan değişmeyen yanıdır ve geçerli kanunlardır. Beş duyuyla idrak edilemeyen, laboratuvarda incelemeye alınamayan ve bir başka âlemden gelen bu kanunlar, değişen varlığın asıl boyutu olan değişmeyen yanını gösterdiği gibi, kendinde hiç değişiklik olmayan bir varlığı da gösterir. Bunun gibi, insan bir nutfe, yani aşılanmış bir yumurtacık hâlinde anne karnına düştüğü andan ölünceye kadar sürekli değişim gösterir. Meselâ, en az her 6 ayda bir bütün hücreleri yenilenir. Büyür, olgunlaşır, yaşlanır ve ölür. Üşür, ısınır, hastalanır, üzülür, sevinir, çalışır, dinlenir, yer, içer, yatar. Kısaca o, bütün maddî yanıyla sürekli bir hareket ve değişim hâlindedir. Bütün bunlara rağmen, onda değişmeyen bir boyut vardır ki, bütün bu değişimlere rağmen, her insanın kendi olarak kalmasını sağlar. Bu basit gerçek bile, varlığın görünen boyutu ötesinde ve onu idare eden aslî ve görünmez bir boyutunun olduğunu gözler önüne sermektedir. Bilimin bugün açıklayamadığı ve kendi yöntemleri çerçevesinde tanımaktan ve açıklamaktan âciz kaldığı hayat, irade ve şuur gibi, insan varlığının, hatta kâinatın varlığının en temel boyutları da, varlıktaki bu değişmez ve fizik ötesi boyutun unsurlarıdır.

Esasen, hemen hepimiz dedelerimizden, ninelerimizden bu metafizik âlemle ilgili çok hatıralar dinlediğimiz gibi, pek çoğumuz itibarıyla, bu âlemle şu veya bu şekilde münasebetler içinde de bulunmuşuzdur. Freud psikanalizminin “şuur-altı” ile açıklamaya çalıştığı, fakat bununla sadece “adğâs-ü ahlâm” dediğimiz karmakarışık cinsine kısmî bir açıklama getirebildiği, buna karşılık, hayatında hemen herkesin gördüğü sadık ve gelecekten haber veren veya bir konuda insanı irşad eden türünü görmezlikten geldiği rüyalar, her ferdin metafizik âlemle münasebet zeminlerinden sadece biridir. Ayrıca, uyanık veya yarı uyanıkken pek çok insanın yine bu âlemle münasebete geçerek, bu âleme ait manzaraları müşâhedesi de sıradan vâkıalar arasındadır. Her şeye bir ad takmakla, o şeyi açıkladığını vehmeden modern bilim bu tür müşâhede veya keşiflere de “illüzyon, halüsinasyon” gibi güya açıklamalar getirdiğini zannetse de, zannın gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmeyeceği ve ilimden hiçbir şey taşımayacağı açıktır.

Bizzat insanın zihin ve kalb dünyası bile, varlıktaki âlem içinde âlemlerin varlığını ispatlayan reddedilmez birer delildir. Zihin dünyasında nasıl, farklı boyutta, derinlikte, şeffafiyette, çalışma hız ve alanında birbirinden farklı tasavvur, hayal, hafıza, tefekkür gibi fakültelerin her biri için beyinde sadece alet vazifesi gören bölgeler olsa da, bu fakültelerin temelde maddî dünyaya ait olduklarını iddia etmek zor ise, aynı şekilde ve bunlardan da öte, kalb, sır, hafî, ahfâ gibi daha iç ve önsezi, telepati gibi fakülteler veya duyular da, yine insanın maddî varlığı ile izah olunamaz. Kısaca, varlık, şu beş duyu ile algılanan görünür yanından ibaret olmayıp, bu yanı, onun asıl boyutu olan metafizik boyutu üzerinde sadece tenteneli bir perdeden veya metafizik boyutundaki gerçeklerin şekiller hâlinde yansıdığı bir ekrandan ibarettir.

Varlığın Metafizik Boyutu

İnsanın varlığından gaye Allah’a iman etmek, daha sonra O’nu tanımak, sonra O’nu sevmek ve bu sevgiden gelen zevk-i ruhanîyi tadarak, bu zevkin kesintisiz ve kemaliyle yaşanacağı Ahiret’e hazırlanmak olduğu içindir ki, dünyada insanla alâkalı meselelerin en önemlisi iman meselesidir. Dolayısıyla, insanımızın bu imanı elde edebilmesi için üzerine düşeni yapmayı hayatının birinci gayesi olarak benimsemiş bulunan Fethullah Gülen Hocaefendi, bir dönem periyodik dersler veya sohbetler hâlinde varlığın metafizik boyutu üzerinde durmuş ve bilâhare derlenen bu derslerden, elinizdeki kitap ortaya çıkmıştır.

Fethullah Gülen Hocaefendi, bütün eserlerinde olduğu gibi, bu eserinde de, sadece akla hitap eden veya bilimsellik gayesi güden akademik ve didaktik bir metodu benimsemiş olmayıp, ikna için akla, muhakemeye ve mantığa hitap ettiği anda ruha, kalbe ve daha iç fakültelere yönelmekte ve böylece bilme ile inanmanın, zihnî kabul ile kalbî tasdik ve iz’anın farklı olduğunu da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, bu eserde bir yandan varlığın metafizik boyutu hakkında, meselâ ruhun, meleklerin, cinlerin ve şeytanların varlıkları hakkında aklî ve ilmî delillerle akıl, muhakeme ve mantığımız nasibini alırken, hemen arkasından, bu varlıkların mahiyetleri, yaratılış sebepleri ve görevleri hakkında, en azından tasavvur planında onların dünyasına girmekte ve kendileriyle farkında olduğumuz veya olmadığımız münasebetleri kavrayabilmekteyiz. Fethullah Gülen Hocaefendi, bizi tam bu noktada bir adım daha ileri götürüp, yeryüzündeki varlık sebebimiz ve sorumluluğumuzla karşı karşıya getirerek ruhumuza ve kalbimize yönelmekte; bu şekilde bir yandan “zübde-i âlem, semere-i şeceratü’l-kevn” (âlemin özü, esası veya yaratılış ağacının meyvesi) olarak bu varlıkları, yalnızca ayrı varlıklar hâlinde yanıbaşımızda hissetmenin ötesinde bizzat içimizde varlığımızın bir boyutu olarak duyuyor ve daha da ötede, kendi metafizik boyutumuzun en azından teorik idrakine ulaşıyoruz. Sonra bir adım daha atıyor ve bu defa kendimizi, ruhumuzun en derininden yakalanarak, hayat atkılarımız veya ilmeklerimiz arasında çetin bir muhasebe ve murâkabe ateşi içine çekildiğimizi fark ediyoruz. Kitap boyu sürdürdüğümüz bu seyahat hiç kesilmeden ve bitmeden devam ediyor. Kırık-dökük anlatmaya çalıştığım bu seyahati, Fethullah Gülen Hocaefendi, kitabın girişinde birkaç paragraf hâlinde gayet güzel ifade etmektedir:

“Maddeci düşünce, materyalist felsefe, Müslüman kesimde dahi ciddî bir yıkım meydana getirmiştir. Camiye gelen, beş vakit namaz kılan, hatta hayatını mukaddes mânâ ve mefhumları anlatmaya adadığını zanneden nice insan vardır ki, bunlar bilerek veya bilmeyerek maddede takılıp kalmışlar ve anlattıkları her şeye maddeyi payanda yapmaya çalışmışlardır.

Evet, günümüzde bu kanaati taşıyan kitleler zannedildiğinden çok fazladır. Gerçi bir imanları vardır ama, bu, doğup büyüdükleri çevrenin tesiriyle yapılarına, onlar farkında olmadan yerleşmiş bir imandır ve kat’iyen irfan değildir.

Madde ki, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellîlerinin bir gölgesinden ibarettir. Maddenin varlığı ancak bu nispet sayesindedir. Nispet kesildiğinde madde de yoktur. Öyle ise, nasıl olur da, varlığı belli bir hikmet ve sebebe bağlı olan madde, varlığı var eden Zât’ın ispatında vazgeçilmez bir şart gibi kabul edilebilir?

Bütün kevn ü mekân, değil Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı’na, esmâsına nispetle dahi, Büyük Sahra’ya atılmış küçük bir halkadan ibarettir. Zerre güneşi ne ölçüde aksettirebilir ki, bu kadar küçük varlık âlemi Cenâb-ı Hakk’ı anlatmaya yeterli olabilsin? Hayır, yeterli değildir. Ama, bir aynalık hasiyetiyle aklı gözlerine inmiş bir kısım materyalist gafillere karşı ışık tutmak, kalblerine ve kafalarına gelen tereddüdü izale etmek için madde bir vesile ve vasıtadır. Yoldaki tozu, gubarı silsin, temizlesin diye bir süpürgedir.

Şu kat’iyen bilinmelidir ki, kalbin duyduğunu kitap anlatamaz. Allah’a imana kitap tercüman olamaz. Kitap, sadece bu imanı formüle eder. Nasıl inanılması gerektiğini izaha çalışır.”

Kitabın âdeta özlü bir takdiminden ibaret olan Giriş’ten sonra Ruh üzerinde durulmaktadır. Bu bölümde, ruhun etimolojisi, kelime anlamları ele alınmakta, ruhun varlığının delilleri çerçevesinde, “duble” veya “astral beden” ve kitapta genişliğine ele alınan Kirlian fotoğrafçılığıyla tespit edilebilen “ikinci beden” (vücud-u mevhibe-i Rabbânî)nin varlığı tecrübî delillerle izah edilip ispatlanmaktadır. Bu konuda verilen ve bizzat dergilere ve kitaplara geçmiş olan misaller, gerçekten ilgi çekici mahiyettedir. Daha sonra gelen ruh fotoğrafçılığı; ilgili duyu organlarını kullanmadan görme, işitme veya koku alma vâkıası; görünmeyen eşya ve varlıklar ile, etrafa yaydıkları radyasyon aracılığıyla temasa geçme metodu olarak en fazla komünist Rusya’da kullanılan ve adına “Biyofizik Tesir Metodu” denilen radyastezi, metafizik âlemin varlığına deliller olarak ele alınmakta ve ardından “önsezi” üzerinde durulup, gaybı bilip bilmeme konusu derinliğine incelendikten sonra, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelecekle ilgili olarak bildirdiği ve aynen çıkmış haberlerden nakillerde bulunulmaktadır. Bunu takiben, eşyaya uzaktan tesir etme, manyetizma, hipnotizma, nazar, büyü, yogizm gibi vâkıaları konu edinen psikokinezi ele alınıp, tarihte zaman zaman görülmüş olunan öldükten sonra dirilme, ölüm anında öteyi müşâhede etme ve değişik yollarla metafizik âlemle temasa geçme, umumî planda metafizik dünyanın, hususî planda ruhun varlığına deliller olarak serdedilmesinin ardından, çok önemli bir hususa dikkat çekilmektedir:

“Ama ben, bunların hiçbirini mini bir mârifet (Allah bilgisi, Allah hakkında vicdan kültürü) olarak kabul etmiyorum. Asıl mârifet, Allah’ı bilmek, tanımak ve O’nun kanunlarına kayıtsız şartsız boyun eğmektir. Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bilip tanımak da, gerçek mârifete dahildir. Bunlardır ki, insanı gökler ötesi âlemlerde mârifet erbabı seviyesine yükseltir. Havada uçmalara, aylarca bir şey yemeden-içmeden yaşamaya gelince, bunlar, “mârifet” adına çok önemli şeyler değildir. Eğer, istemeyerek de olsa, bu kabîl şeyleri aktarmaya çalışıyorsak, bu, maddenin çatlamak üzere olan kalıp ve cidarlarına bir darbe daha indirmek içindir. Yoksa, bunları çok önemli şeyler olarak kabul ettiğimizden değildir.”

Varlığın Metafizik Boyutu, ruh çağırma, cin çağırma ve rüyalar üzerinde aydınlatıcı misallerle durmasının ardından, ruhu inkişaf ettirme yollarına kısaca temas etmekte, fakat bu yolda mürşitsiz yüründüğü takdirde, her zaman için habis ruhların tesirine girilip, onların elinde oyuncak olunabileceği ikazında bulunmaktadır. Varlığın Metafizik Boyutu, yaptığımız her amel, söylediğimiz her söz, hatta aklımızdan ve hayalimizden geçen her manzaranın öbür âleme ait şekiller aldığı üzerinde durduktan ve böylece ahiretimizi bizzat inşâ ettiğimizi, dolayısıyla hayatımızı buna göre tanzim etmemiz gerektiğini önemle hatırlattıktan sonra, bu hususta çok ciddî irşad, inzar ve tebşir örnekleri sergilemektedir.

Ruh bahsinde bizi metafizik âlemle tanıştıran ve bu âlemin katmanları arasında seyahat ettirip, bu seyahatin ne getirip ne götüreceği konusunda önümüze projektörler tutan Varlığın Metafizik Boyutu, daha sonra metafizik âlemin nurdan varlıkları olan melekleri tanıtmaya geçmektedir. Melek kelimesinin etimolojisi üzerinde durduktan sonra, meleklerin özelliklerini, türlerini, vazifelerini, onların Allah karşısındaki haşyetlerini ve ibadetlerini açıklamasının ardından büyük melekleri takdim eden Varlığın Metafizik Boyutu, meleklerle nasıl temasa geçilip, kendileriyle nasıl münasebet kurulabileceğini misallerle anlatmaktadır. Bu çerçevede bazı kader meselelerine de temas eden Varlığın Metafizik Boyutu’ndaki şu irşadî ifadeler, sorumlu mü’minler olarak hayatımızı tanzimde son derece önemlidir:

“Yaptığınız her şey, yüceler yücesi âlemde bir kısım yüce nazarlara arz ediliyor. Öyle ise, adım atarken dikkat gerek! El uzatırken ihtimam gerek! Bakışınıza hedef seçerken titizlik gerek! Kulağınıza girecek sese, soluğa ne kadar dikkat edilse değer! Dudaklarınızdan dökülecek her söze, bir çekirdek atıyor gibi sonsuza fırlattığınız her kelimeye ne ölçüde hassasiyet gösterilse azdır! Konuştuğunuz şeylerin nereye gittiğini hesap edip, ona göre konuşmak lâzımdır. Amellerinizin nerelerde ve kimler tarafından seyredildiğini düşünün ve yaptıklarınızı, yapacaklarınızı ona göre ayarlayın! Seviyenize göre, kalbî meyillerinizden, hayallerinize ait gafletlerden dahi hesaba çekileceğiniz endişesini sinenizde daima bir kor gibi taşımalı ve latîfelerinize ona göre çeki düzen vermelisiniz!”

Varlığın Metafizik Boyutu, melekler bahsine devamla, meleklerin yeryüzünde mesken edindiği ve tavaf ettiği yerleri, ziyaret ettikleri evleri, meleklerin ilim ehlinin ayakları altına kanatlarını serdiklerini hatırlatıyor, etrafında meleklerin pervane olduğu ruhlardan bahsediyor ve meleklerle bütünleşebilmenin yollarını açıklıyor. Melekler hakkındaki şu özet bilgiler, konu için son derece önemli:

“Makro âlemden mikro âleme kadar, bütün değişme ve tahavvüller, bütün sentez ve çözülmeler, hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezaretinde olduğu gibi, Allah’ın Kelâm Sıfatı’ndan beşere gelen teşriî emirler de, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Evrensel câzibe (genel çekim) ve dâfia (itme) kanunlarından, elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar bu ağır ve ince işlere nezaret, ne müthiş bir kuvvet istemekte ve ne emin bir elçiliği gerektirmektedir.

Melekler, eşya ve hâdiselerin o ölçüde içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası, ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte, şeriat-ı fıtriye dediğimiz, kâinatta cereyan eden kanunlar, her şeyi elinde tutan Hakk’ın sonsuz kuvvetinin -kabiliyet ve istidatlarına göre- bu şuurlu kuvvetlerdeki tecellîsinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellînin nokta-i mihrakiyesi olan en değerli varlık insanoğlunun hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere İlâhi âlemden esip esip gelen vahiy ve ilham meltemleri de, yine Vahiy ve İlham Sahibi’nin onlardaki tecellîsinden başka bir şey değildir.”

Melekler bahsi, Azrail’in aynı anda pek çok ruhu nasıl kabzettiği sorusuna cevap, kabirde Sorucu Melekleri hakkında bilgiler, insan-melek münasebetini zedeleyen hususlar ve meleklerin çeşitli şekillerde temessülleri konularıyla devam ederek, cin ve şeytan bölümüne uzanıyor.

Cinler hakkındaki şu öz fakat kapsamlı açıklamalar, konunun özeti mahiyetinde görünüyor:

“Nebiler dahil, ehl-i keşif ve sahabe-i kiram arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyor ve münasebet kuruyorlardı. Çünkü cinler, latîf bir madde ile zîşuur bir ruha sahip olup, bu iki unsurun bir araya gelmesiyle hâsıl olan ayrı bir buudu ihraz ederek, buudlarının hususiyetine göre temessülen ortaya çıkarlar. Bu arada, “aynalar”ın kabiliyetlerinin değişik temessüllere şart-ı âdî olması keyfiyeti de gözardı edilmemelidir.

Öte yandan cinler, madde âlemine ait “nâr” ve “mâric”den birtakım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptir ve şuurludurlar. Şuurlu olmaları yönüyle camid ve (bitki, hayvan) gibi diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi idrak sahibi mükellefler arasına girerler.”

Cinlerin mahiyeti hakkında verilen doyurucu bilgileri, cinlerin temessülü ve Kur’ân-ı Kerim’de cinlerle ilgili âyetlerin meal ve yorumları takip etmektedir. Bu meal ve yorumlar çerçevesinde, cinlerin iman durumu, cinlere peygamber gelip gelmediği, geldi ise kendi içlerinden mi geldiği, yoksa insanlara gönderilen peygamberlerin onlara da mı gönderildiği, cinlerin Allah’ın emir ve yasakları karşısındaki durumu, ne kadar yaşadıkları, Ahiret’te maruz kalacakları hâller, insanlarla münasebetleri, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cinlerle defalarca görüşmesi ve onları irşad etmesi, cinlerin iman ve küfürde ve bunlardan birinin hâkim olmasında insanlara tâbi olduğu, Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) çeşitli işlerde kullanması ve ileride aynı şekilde bu kullanmanın benzer şekilde tekrarlanabileceği, cinlerle münasebet kurayım derken, onların sultası altına girenlerin durumu ve bunlardan nasıl korunulabileceği konularında doyurucu bilgi ve açıklamalar yapıldıktan ve gerekli irşadda bulunulduktan sonra, sıra şeytan bahsine geliyor.

Şeytan kelimesi hakkında verilen bilgiyi takiben, Şeytan’ın mahiyeti, insî ve cinnî şeytanlar, şeytanın Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı Cennet’ten çıkmalarına sebep olacak zelleye çekmesi, doğum anında şeytanın insana teması ve şeytanın dört bir yanından gelerek insanı nasıl aldattığı konularında doyurucu bilgiler veriliyor ve şeytanın vesveselerinden ve desiselerinden bahsediliyor. Şeytanın bilhassa insanı nasıl kandırdığı ve buna rağmen en büyük bir hilesi olarak, kendisini insana inkâr ettirdiği önemle tebarüz ettirildikten sonra, Kur’ân âyetleri çerçevesinde şeytan-insan münasebetleri, şeytana karşı korunma yolları ve bilhassa günümüzde şeytanın saltanatını nasıl kurduğu ve insanları nasıl helâke sürüklediği ibretâmiz örnekler çerçevesinde açıklanıyor. Put ve putçuluk düşüncesinin şeytanın bir ilkası olduğu, şeytanın her türlü kötülüğü, bilhassa günahları açıklamayı, fısk ve fücuru emrettiği, özellikle de aile kavgalarından çok zevk aldığı, bu bakımdan, ailelerde geçimsizlik çıkarmayı en büyük işlerinden biri saydığı belirtiliyor ve son olarak, şeytanın feryat ettiği bazı hâdiseler üzerinde duruluyor.

“Şeytan alnı secdeli gençleri gördükçe.. çarşı pazarın eracifine bulaşmadan ticaret yapan tüccarı müşâhede ettikçe.. ilim adamlarının kafa ve kalb bütünlüğüne erme yarışına girdiklerine şahit oldukça.. üniversite mahfillerinde ihtidaların arttığını, ilmin tekrar din ile uzlaştığını temâşâ ettikçe.. yeniden diriliş bestesinin nağmeleştiğini duydukça ve yeni bir bezmin ılık nefesini ense kökünde hissettikçe, ihtimal yine feryat etmektedir. Şeytan, bugün de İslâm’dan, Müslümandan ve İslâm adına başlayan tekevvünden korkmakta ve endişe duymaktadır. Bu korku ve endişeden dolayı da, canı boğazında ve çaresiz, avaz avaz her dem feryat etmektedir.. kıyamete kadar da feryat edecektir.”

Ali Ünal

-+=
Scroll to Top