Bölümler

Takdim

İman ve İslâm’a ait meseleleri anlatmada, “nasıl”dan ziyade “neden” ve “niçin”lerin izahının yapılması gereken bir devirde yaşamakta olduğumuz, anlatılmak istenen hakikatler seviyesinde bir gerçek ve realitedir. Hâdiseleri sadece tasnif değil, ama terkip yapma liyakatinde de olan hiçbir selim akıl ve duru vicdan bu gerçeği inkâr edemez. Zira günümüzde, fen ve felsefe, baş döndürücü teknik gelişmelerden aldığı gücü de kullanarak, kökü beyinde, dal ve meyvesi gönülde olması gereken tubâ-misal imanı, Cehennem iştahlı bir saldırıyla kökten tahrip faaliyetlerinin en amansız günlerini yaşamaktadır.

Kökü kurumuş bir ağaçtan meyve almak mümkün olmadığı gibi, “neden” ve “niçin”lerin kuruttuğu bir “iman”dan da “nasıl” denen keyfiyet meyvesi devşirmek mümkün olamaz.

Tahribe maruz kalan mevzi, önce tamir sonra tahkim daha sonra da gerekiyorsa tezyin edilmelidir. Tamir ve tahkimden önce yapılan tezyin faydasız; tamirin önüne geçirilen tahkim lüzumsuz ve kendisini tahkim ve tezyin takip etmeyen tamir de çok kere göz tırmalayıcıdır. Dolayısıyla, her meselede olduğu gibi burada da ifrat ve tefrit isabetsizliğinden kurtulup orta yolu takip, doğruyu bulmanın vazgeçilmez düsturu olacaktır.

Aklî delilleri gaye ve hedef hâline getirip diyalektik ve demagoji saplantısına düşmek ne derece yanlış bir düşünce inhirafı ise; onu tamamen nefyedip hafife alma da aynı oranda düşüncede bir sığlaşmadır. Esasen bu iki saplantı da bir hakikatin iki ayrı yüzüdür. Teşhisteki yanlışlık, aynı hakikatin bu iki ayrı yüzünü teker teker ve müstakil birer hakikat kabul etmekte yatmaktadır. Ve hele bu iki ayrı düşünce tarzı sadece kendini hakikatlerin sabit aynası görmekle arada kapanması çok güç uçurumlar meydana getirmiş ve getirmektedir. Hâlbuki hissîlikten uzak az bir düşünce ve teemmül bu iki ucu birleştirip kopmaz hâle getirebilir.

İmam Gazzâlî ve Mevlâna gibi İslâm büyükleri, hakikate varmada aklî delillerle meşguliyetin vakti boşa zayi etmek olduğunu ve himmetini sadece aklî deliller toplamaya harcayan insanın hakikate ulaşmada güç ve kuvvetten kesilerek yorgun düşeceğini, eserlerinin birçok yerinde, teşhisin telkine verdiği tesiri de kullanarak ispat ettikleri hepimizce bilinmektedir. İmam Gazzâlî, aklî delillerle hakikate ulaşmak isteyen insanı, “Hacca niyet ettiği hâlde atının tımarıyla uğraşıp bir türlü yola çıkamayan yolda kalmışa” benzetir. Ona göre bu meşguliyet insanı hakikate götürmez, aksine hakikatten mahrum bırakır. Mevlâna ise, hakikati delillerle bulmaya çalışan insanı “Kâbe karşısında kıble arayan zavallıya” benzetmektedir.

Gazzâlî ve Mevlâna’yı aklî delillere karşı soğuk davrandıran hususların neler olabileceği başlı başına bir inceleme mevzuudur. Zira bu kavram ve tabirin o devreye ait etimolojisini tahlil etmeden söylenecek her söz sathîlikten kurtulamaz. Böyle bir etimolojik tahlil ise, o devre kadar tekevvün etmiş kelâm ilminin mevzuu ile alâkalı meselelerini yeniden gözden geçirmek ve yeni bir incelemeye tâbi tutmakla mümkün olabilecektir. Meselenin bu yönünü o sahanın salâhiyetli kalemlerine bırakarak biz bir iki küçük analizle, konuyu takdime çalışacağız:

1. Söz konusu ettiğimiz İslâm büyüklerinin yaşadığı devirlerde aklî delillerle meşguliyet, zaruretten ziyade paradoksal bir fantezidir. Zira iman kavidir. Delillerle tamir ve tahkime ihtiyaç yoktur. Aynı zamanda zaruret olmadan ve ihtiyaç yokken yapılmak istenen tamir tahripten farksızdır. Dolayısıyla onlar böyle bir tahribe sebep olma ihtimali bulunan aklî delillere karşı tavır almışlardır.

2. Yapılan tercümelerle, Yunan felsefesinin istilâsına uğrayan bir devirde aklî delillerle uğraşmak öyle bir iptilâ hâline gelmiştir ki, böyle bir hava ve atmosfer içinde aklî delillerin faziletinden bahsetmek, Mecnun’u sevmeye teşvik etmek kadar mânâsız olurdu. Aynı zamanda hiçbir tenkide tâbi tutulmadan kabul edilen felsefî düşüncelere bir parola soran olmalıydı ve onlar da bunu yapıyorlardı.

3. Aklî deliller hakikate giden yolda sadece birer vesile ve vasıta olması gerekirken gaye ve hedef hâline getirilmişti. Ve işte hem İmam Gazzâlî hem de Mevlâna ve bu ikisi gibi düşünen bütün büyükler böyle bir inhirafa istikamet vermek istiyorlardı.

4. Onların bulundukları hâl ve makamın edebi, bu tavrı gerektirmektedir. Hem onların devirlerinde baş gösteren mânevî hastalıkların tedavisi onların kullandığı tedavi metodunu iktiza etmektedir.

5. Büyükler, pak ve berrak suya benzerler. Bulundukları devrin kabına göre şekillenirler. Bu tekevvün ise tamamen içinde bulundukları şartlarla irtibatlı olarak teşekkül etmektedir. O devirde yazılan bütün eserler bunun en çarpıcı örnekleridir.

Günümüz insanı, nakille kendisine anlatılan bütün meselelerin imkân ölçüsünde aklî delillerle pekiştirilmesine her zaman ve devirden daha çok muhtaçtır. Fakat bu, öze inebilmek için kabuğu kırma ameliyesi mesabesinde tutulmalıdır. Yani, özü tadabilmede kabuğu kırma bir şarttır, fakat tek şart değildir. Büyüklerin bu ameliyeyi tekrarları ise, kendi tadıp doyduklarını, müstaid olanlara da tattırabilmek içindir.

Zira onlar, hakka’l-yakîni temâşâ eden nazar ve bakışlarıyla her türlü delil ve burhan ihtiyacından müstağnîdirler. Ayaklarının biriyle yüceler yücesi makamlarda dolaşan bu kutlular, diğer ayaklarını yerden kesmezler ki, daha nicelerini ellerinden tutup o yerlere çekebilsinler. Cismaniyet çeperine sıkışıp kalmış zavallıları ruh ve kalbin hayat derecesine yükseltebilmek için onlarca buna zaruret vardır. Fakat onların bu gaye için delil ve burhana dönüş yapmalarını sadece bir fedakârlık kabul etmek lâzımdır.

Nitekim onlar, bu ahlâkı, hiç kimsenin varamadığı, Cibril’in nazarının dahi ulaşamadığı noktalara kadem basan İki Cihan Serveri’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle öğrenmişlerdir. O’nun miraçtan geri dönüşü en büyük hikmet dersidir. Gaye, Ballar Balı’nı bulmak ve başkalarına da buldurabilmektir…

“İnancın Gölgesinde” böyle bir gayeye hizmet için hazırlandı. Muhterem Müellifin çeşitli zaman ve zeminlerde irticalî olarak yaptığı sohbet ve konuşmalardan mevzu ile alâkalı olanlar azamî ölçüde gayret sarf edilerek özün özü hâline getirilmeye çalışıldı. Hazırlayanlar cidden zorlandılar. Zira zaten anlatılanlar, mevzuların çapına kıyasla özün özüydü. Hulâsa etmek muhtevanın aleyhine işleyebilir endişesi uzun süren bir çalışma gerektirdi. “İnancın Gölgesinde” böyle bir endişe ve böyle bir çalışmayla vücuda geldi.

Elinizdeki eser bu serinin ikinci cildi. Bu ciltte “Peygamberimizin Nübüvveti”, “Kur’ân-ı Kerim”, “Metafizik Gerilim, Cemaatleşme Şuuru, Cihad ve Bazı Düsturlar” gibi konular üzerinde duruluyor. Meselelerdeki hassasiyet ve anlatıştaki maharet bizce her türlü izahtan vârestedir. Yalnız, gönül isterdi ki, bu ve benzeri eserler Müellifin usta kaleminin üslûbunu taşısın. Fakat ne yazık ki, yüklenilen diğer misyonlar zaman bakımından buna mâni olmaktadır. Şu kadar var ki, muhtevadaki bereket ve zenginlik, bu eksikliği unutturmaktadır.

Yayınevimiz, “İnancın Gölgesinde” geçireceğiniz huzur ve bereket dolu dakikalardan emin olmanın mutluluğunu daha şimdiden yaşamaktadır. Hamd Sancağı’nın gölgesinde gölgelenmek ise en büyük arzu ve isteğimizdir. Elinizdeki eserin hepimize böyle bir neticeye vesile olması ümidiyle…

Nil Yayınları

-+=
Scroll to Top