Takdim Yerine

İnsanlık tarihinde değişik dönemlerde farklı milletler yaşadıkları çağa yeni bir dünya görüşü, yeni bir medeniyet dekoru ve kültür dokusuyla kendi renklerini vermişlerdir. Dünden bugüne böyle olduğu gibi kim bilir ortaya çıkacak daha niceleri var. Tarihin farklı dönemlerinde Roma, Mısır, Yunan, Çin, Hindistan ve değişik medeniyetlere beşik olması itibarıyla da Türkistan, bu genel dantelâda önemli birer nakış teşkil etmiştir. Bizim insanımız da, asırlar boyu evrensel insanî değerlerin seviyeli temsil ve korunmasında insanlığa unutulmaz hizmetler vermişti. Ne var ki bu dünya sanayi inkılâbı karşısında kendini yenileyemeyip daha doğrusu sahip olduğu inanç ve kültür değerlerinin yenileyici dinamiklerini iyi okuyup doğru yorumlayamayınca ufkunun ve çağının vâridâtının gerisinde kalmaya başlamıştı. O dönemden günümüze kadar birçok gelişme bizde şok üstüne şok etkisi yaparak felç edici tesirler bıraktığı gibi, ilimciliğin yanlış telakkisi ve modernizm havaîliği de bir hayli başımızı döndürmüş, bakışlarımızı bulandırmıştı. Bunun en önemli sebeplerinden biri Cenâb-ı Allah’ın kâinatta cari olan kanunlarına, tekvinî esaslara uygun hareket edemeyişimiz, varlık kitabını düzgün okuyup doğru yorumlayamayışımızdı. Kur’ân-kâinat iç içeliğini bir diğer ifadesiyle tenzilî ve tekvinî esaslar iç içeliğini doğru okuyarak, elde edilecek bilgiyi pozitif ilimlere ve teknolojiye dönüştürememiştik. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın kâinat kitabındaki şifrelerini çözme yolunda yaya kalmıştık. Böylelikle tekvînî emirlere uymamanın karşılığı çoğunlukla dünyada görüldüğünden, dünyanın çarkları altında ezildik ve hâlâ o ezilme devam ediyor. En acısı da bu şok, bu ezilme bizi biz yapan dinî ve millî değerlerimize, itimadımızı, teslimiyetimizi sarsmış; dinî duygu ve düşüncede de kırılmalar olmuştu.

İşte elimizdeki kitap Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, inanç, düşünce ve kültür dünyamızın biriken problemlerinin hem bir teşhisi, hem bir tedavisi hem de kendi dünyamızı kurma istikametinde çok zengin ve ufuklu “bir yol haritası”, “bir düşünce atlası”dır. Bu makalelerde ele alınan konular, mücerret bilgi naklinden ibaret olmayıp inanç dünyamızın temel değerleri, ruh, kalb, akıl ve mantık sistemleriyle rafine edilerek çağın sesiyle sunulmaktadır. Bir taraftan ulaşılması gereken ufuklar işaretlenmekte, diğer taraftan da onlara götüren yollar gösterilmektedir.

Hemen şunu itiraf etmeliyim ki; bu kitabı tanıtma gayesine matuf benim kırık dökük ifadelerim olsa olsa bir anlama hecelemesinden ibarettir. Makalelerde anlatılan yüce hakikatleri, gösterilen engin ufukları kadirşinas okuyucu çok daha iyi anlayacaktır.

Ehlinin çok iyi takdir edeceği üzere çok farklı ve zengin perspektifler getiren makalelerin pek çoğu başlı başına bir doktora, bir kitap çalışması konusudur.

Bu kitapta yer alan makalelerde bir yandan tevarüs ettiğimiz değerlerin, dinamiklerin ne kadar zengin ve ufuklu olduğuna dikkat çekilmekte, diğer taraftan da bu değerlerimizle bütünleşerek zamanın yorum ve vâridâtlarını da yanımıza alarak kendi dünyamızı kurmamız için nasıl bir yol takip etmemiz gerektiği enfes bir beyan ve kompozisyonla ifade edilmektedir.

Milletler tıpkı ağaçlar gibidir. Bir ağacın kökleri ne kadar sağlamsa ve ağaç, kökleri vasıtasıyla ne ölçüde rantabl besleniyorsa o kadar hayatiyetini, canlılığını devam ettirebilir, meyve verebilir. Köklerinden kopuk bir ağacın meyve vermesi şöyle dursun, ayakta kalması bile mümkün değildir. Toplumlar da mânevî dinamikleri, kendi geçmişleri, tarih boyu kazandıkları ve nesilden nesile tevarüs ettikleri değerlerine bağlı kalıp, yaşadıkları çağın getirdiği zenginliklerden istifade ederek köklerine bağlı inkişaflar gerçekleştirdikleri müddetçe ayakta kalıp meyve verebilirler. Bunun için her şeyden önce milletlerin kendi durumlarını muhafaza etmeleri ve istikbale yürümeleri, sahip oldukları değer ve dinamiklerin yeterliliğine inanıp güvenmelerine ve içinde bulundukları zamanı ve onun getirdiklerini iyi değerlendirmelerine bağlıdır. Değişik yazılarında bu hayatî noktayı vurgulayan Hocaefendi, bu hakikati çok veciz bir ifadeyle âdeta bir formül gibi şu şekilde seslendirmektedir:

“Biz yarınki hayatımızın bütün unsurlarını maziden getirmiş bulunuyoruz. Onları dinin ruhu ve ilmin ışığıyla kendi kültür potamızda yoğurabilirsek, kendi ebediyetimizin macununu hazırlamış oluruz.”

“Bizim bir taraftan özü korurken diğer taraftan da zamanın tefsirlerini yanımıza alarak, çağın sesini bulmaya çalışmamız gerekir.”

Esasen muhterem müellifin pek çok yazısında İslâm dininin evrensel değerlerini, güzelliklerini, zenginliklerini sevgi, adalet ve merhametiyle hâsılı kalbinin soluklarıyla asırlarca yürekten temsil etmiş bir milletin bugün lâyık olduğu konumu ihraz edemeyişinin sancısı ve ızdırabı vardır.

Genel mânâda insanlığın aradığı, muhtaç olduğu şey ile özel olarak da bizim dünyamızın birkaç asırdan beri yaşadığı şokun, derbederliğin sebebi teşhis ediliyor:

“…Topyekün insanlığın gerçek açlık ve susuzluğunun temelinde İslâm’ın ruhundan uzaklaşma yatıyordu. İslâm’ın ruhu derken elbette ki bu, şimdilerde bakış zaviyemiz ve değerlendirmelerimiz açısından matlaşmış, renk atmış ve semavî cazibesi itibarıyla buğulanmış İslâm ruhu değildi; O, kendi renk ve desenleriyle hâlâ bir kısım temiz ruhlarca duyulup zevk edilen, Saadet Asrındaki insanın hissedip yaşadığı İslâm ruhuydu. Bu ruh, hemen her dönemde tertemiz, dupduru ve hiçbir zamana ve mekâna ait düşünce kirlerinin bulandıramayacağı kadar hep derin deryalar gibi dalgalanıp durmuştu. Ne var ki, ona ulaşmak ve ondan tam istifade edebilmek için belli bir niyet ve nazara, belli bir cehd ve gayrete, belli bir teveccüh ve güvene ihtiyaç vardı.

Bu ruh, ne kadar mükemmel, lâhutî ve dinamik de olsa, onun müntesip ve temsilcilerinde sağlam ve mütemadî bir niyet, isabetli bir bakış ve değerlendirme, kararlı bir keşif ve içtihat azmi ve aradığı her şeyi onun içinde bulabileceği inanç ve güveni yoksa, onca zenginlik ve aşkınlığına rağmen, ondan tam istifade etmeleri mümkün olmayacaktır. Dahası, ömür boyu bu semavî hazine ile iltisaklarını devam ettirseler de, açlık, sefalet ve türlü türlü ihtiyaç ve illetleri aşmada zorlanacaklardır; zorlanacaklardır zira, her zaman Kur’ân ve Sünnet’le beslenegelen bir dünyanın başka şeylerle tatmin olması mümkün değildir.”

Böyle bir teşhisten sonra reçete sunuluyor: “Ben şahsen, Kur’ân ve Sünnet’in, ilk asırlardaki muhatapları seviyesinde ele alınıp değerlendirilebildiği takdirde, çağımızın pek çok kemikleşmiş problemlerinin çözülebileceğine ve gelecekteki muhtemel bunalım dalgalarının da kırılacağına, hiç olmazsa zararsız hâle geleceğine inanıyorum.”

Zaten, İslâm, her zaman analarımızın sütü gibi birinci besin kaynağımız olmuş.. duygu, düşünce ve değerlendirmelerimizde hep belirleyici bir rol oynamış.. evlerimizin içinde hep bizimle beraber olmuş, kesintisiz bütün hayatımızda soluklanmış.. ve ona karşı hiç mi hiç yabancılık hissetmemişizdir.

Bizim kendi dünyamızı yeniden inşa etmemiz için ilk önce kendi dinamiklerimize güvenme, sahabe safveti çizgisinde onlara teveccüh etme gelmektedir. Bu iman ve teveccühün peşinden kendi değerlerimizle bütünleşme gelmelidir. Bugün Müslümanların temel problemi, inandığı değerlerle bütünleşememeleri, onları tabiatlarının bir yanı, bir derinliği hâline getirememeleridir. Bunun çaresi ilk önce imanî ve insanî değerlerimizin vicdanlarda kendi resmini çizmesi ve vicdan eksenli bir oluşum meydana getirmesi ve sonra da bu iç resmin insanın her türlü tavır ve davranışında ibadetten-muamelata ondan kültür ve sanat faaliyetlerine kadar kendi derinliğini ve rengini soluklamasıdır. Bu husus, “İslâm Düşüncesinin Ana Karakteristiği” yazısında çok enfes bir şekilde şöyle ifade edilmektedir:

“Düşünceler, tasarılar, sanat gayretleri, evvelâ insan içinde doğup, şekillenip, sonra da gelişme ortamını bulunca inkişaf ve inbisat ettiği gibi, ibadet, ahlâk, ruhî hayat, kültür ve topyekun beşerî münasebetler de, ilk önce insan derûnunda, iman ve iz’an şeklinde belirirler; derken gelişip umum hayatı kuşatır ve bütün beşerî davranışlara boyalarını çalarak, her hamle, her hareket ve her faaliyetin temel belirleyicisi olur ve her konuda kendilerini hissettirmeye başlarlar.”

“Aslında, iç dünyamızda kök salan iman gerçeği de ancak, yaşanan hayatın içine girdiği ölçüde inkişaf ederek varlığını devam ettirebilir… Evet o, gönüllerimizde çimlendikten sonra, davranışlarımızda da doğruluk ve güvene dönüşebiliyor; namazlarımızda saygı ve huşûa inkılâp edebiliyor; sosyal ilişkilerde hakkaniyet ve istikamet düşüncesine kaynaklık yapabiliyorsa, gelişip inkişaf etme adına önü sonsuza kadar açık demektir. İşte insanda böyle bir iman, hiç bitmeyen bir güç ve enerji kaynağı olduğu gibi, hilâfet unvanıyla eşyaya müdahale etme, duygu ve düşüncelerine göre çevresini şekillendirme, kendi tabiîliği içinde sanat ruhu ve estetizm mülâhazalarıyla tevhid ve tecrid eksenli sonsuza açılmanın da biricik rampasıdır.”

Analarımızın sütü gibi birinci besin kaynağımız olan İslâm dininin dünden bugüne kültür ve medeniyetimiz adına önemi vurgulanarak “Kültür Mirasımızın Temel Kaynakları” başlığı altında semavî öze bağlı inkişaf ettirilip geliştirilen kültürümüzün temel disiplinleri çok özlü ifadelerle anlatılıyor ve okuyan insana “Meğer ne hazinelere sahipmişiz de farkında değilmişiz.” dedirtiyor.

Bu makalede Kur’ân ve Sünnet’ten başlayıp kelam ve tasavvufa kadar ana başlıklar halinde kültür mirasımızın temel kaynakları işleniyor ve birbirinden ayrı gibi görünen bu dinamikler arasında ciddî bir organik birliğin var olduğu da vurgulanıyor. Her biri ayrı bir kıymet ve öneme sahip olan bu kültür kaynaklarımız arasında Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh ile ilgili şu altın tespit ne kadar manidardır: “…Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh (Fıkıh Metodolojisi), hem ciddî bir mesainin ürünü olmaları, hem de insanlık tarihinde emsalsizlikleri itibarıyla o kadar engin ve zenginleşmeye açık kaynaklardır ki, bu kaynaklara sahip olan milletler en hayatî şeylere sahip olmuş sayılırlar. Her medeniyetin iftihar ettiği, nev’i şahsına münhasır bazı değerler vardır. Fıkıh ve Usûl-ü Fıkıh da, bizim medeniyetimizin en belirgin değerlerindendir. Öyle ki, eğer geçmişimiz itibarıyla bizim medeniyetimize bir isim bulmak icap etseydi, ona “Fıkıh” veya “Usûl-ü Fıkıh” medeniyeti demek uygun olurdu.”

Bizim kültür ve medeniyet dünyamızın semavî özünün kaynağı olan önemli konularından biri de “Nübüvvet” yani peygamberlik müessesesidir. Günümüzde gerek birkaç asırdan beri yaşadığımız şokun tesiriyle olsun gerekse de pozitivizm ve materyalizmin az çok her yerde etkili olmasından kaynaklansın teveccüh ve saygı aşınmasına maruz kalan en hayatî iman ve kültür değerlerimizden biri, peygamberlik hakikatidir. Fevkalâde donanımlı, duygu ve düşüncelerimizin mantık ve muhakemelerimizin bize kazandırdığı/kazandıracağı müktesebatın çok çok üstünde, en sağlam, en duru lâhûtî natürel bilgilerin en zengin hazinedarları; iman, mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve zevk-i ruhanî yolunun en emin rehberleri ve insanları Hakk’a ulaştırmanın da en güvenilir kılavuzları olan, arkasına düşenleri asla aldatıp yanıltmayan, arkasına düşenler de böyle bir ittibadan ötürü kat’iyen pişmanlık duymayan peygamberlik hakikati “Nübüvvetin Çehresinde Okuduklarımız” ve “Allah-Kâinat-İnsan ve Nübüvvet” makalelerinde üzerinde pek çok çalışma yapılabilecek/yapılması gereken ufuklar işaretlenerek seslendiriliyor.

Tekniğin, teknolojinin, modern bilimlerin çok süratli geliştiği günümüzde bütün ilim ve insaf dünyası şu hakikate çağrılıyor: “Bugün modern bilimlerin ortaya koyduğu nice gerçekler var ki, çok önceleri, icmâlî birer fezleke halinde de olsa, peygamberler, bunların hemen hepsini vahye açık o engin ledünniyatlarına ve müstesna fetanet derinliklerine dayanarak küllî (bütüncül) bir nazarla, değişik şekillerde ortaya koymuşlardı. Günümüzün, modern laboratuvarları ve çok ileri teknolojilerle çalışan araştırma merkezleri, onların ortaya koydukları gerçeklerin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, hâlâ bugün milyonlarca insan her şeyi onların mesaj ve yorumları çerçevesinde değerlendiriyor; hususiyle de insan-kâinat-Allah münasebetinde bilâkayd u şart onları takip ediyor ve onların arkasından gidiyor. Buna mukabil, bilim ve felsefe adına ortaya atılan en yeni faraziyeler ise, her gün farklı bir kısım nazariyelerle yer değiştiriyor; yani şimdilerin ilim adamları dünkü meslektaşlarını sorguluyor ve tabiî bu arada yıkılmaz ve sarsılmaz gibi görülen pek çok hipotez yerlerini bir bir daha farklı görüşlere bırakıyor ve bilim adına başlarda gezen en sağlam tespitler birer birer geldikleri gibi birer birer de yıkılıp gidiyorlar. Nebilerin getirdikleri gerçekler ise –bir kısım dar idrakli müntesiplerin tâli’siz yorumları müstesna– her zaman müracaat edilegelen sabit esaslar olarak dünkü kıymetlerini şimdilerde dahi devam ettiriyorlar; devam ettiriyorlar çünkü, onların ortaya koydukları esaslar bütünüyle varlığı bir meşher gibi tanzim eden, bir kitap gibi yazan, bir saray gibi düzenleyen Yüceler Yücesi bir Zât’ın mesajlarına dayanıyor.

Bu sebepledir ki, insan, varlık ve Yaratıcı hakkında bilgilendirme vazifesi, söz söyleme salâhiyeti, özel donanımlı ve Kudreti Sonsuz’la hususî münasebetleri bulunan bu zatlara bırakılmalı ve varlığın perde önü, perde arkası mânâ ve mahiyetiyle alâkalı açıklamaları da sadece onlar yapmalıdırlar.”

Ve peygamberlik hakikati Sultanü’l-Enbiya Peygamber Efendimiz ile hem zirveleşiyor hem de son nokta konuluyor;

“Ve bu hususta son sözü, varlık ağacının çekirdeği, kâinat kitabının ille-i gâiyesi ve Hakk’a davetin en gür sesi olan Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylemiştir.”

Evet, “…Ve Gaybın Son Habercisi başlığı altında Peygamber Efendimiz’i (aleyhi ekmelüttehaya) anlatan bir sanat şaheseri var ki, o, peygamber sevgisiyle, aşkıyla yanıp tutuşan bir gönlün Kur’ân, Sünnet ve Siyer’de “Sonsuz Nur”u tanıtan nurefşan beyan ve kareleri ruh, kalb, gönül, akıl ve his dünyasında yoğurarak “O’nu bir tanısalar tiryakisi olurlar” ızdırabıyla insanlığa tanıtma ve sevdirme adına her türlü enstrümanı, argümanı ney gibi inleyen bir sesle sinelerimize duyuran bir “Nesrin Na’tı” dır. Her cümlesi Kâinatın Efendisi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıma, sevme ve itaat etme istikametinde yepyeni bir ufuk açan bu yazıda özellikle bir yaklaşımın gözden kaçmaması gerekir. O da Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmî olmasının hikmetini anlatan enfes yorum; “O bir beyan sultanıydı; söz cevheri gerçek değerini O’nda bulmuştu. Eline ne hokka ne de kalem almamış, hiçbir kitapla tanışmamış, kimsenin tedris rahlesi önünde oturmamış, kimseye üstad deme mecburiyetinde kalmamış ve üstad-ı küll olduğuna asla toz kondurmamıştı. Bu, ilâhî emirlerin yorumunda zihnî müktesebat ve yabancı malumatın konuyu bulandırmaması, ayrı bir renk ve kalıba ifrağ etmemesi adına, Allah’ın evvelen ve bizzat kendi emirlerini, saniyen ve bilaraz O’nun fıtrî melekelerini haricî tesirat ve mülâhazalardan sıyaneti demekti.. ve işte O bu mânâda ümmîydi –O ümmîye canlarımız feda olsun– ama dünya ve ukbâ işleriyle alâkalı hemen her alanda üstad-ı küll olarak öyle sözler söylemiş, öyle hükümler vaz’etmiş ve yerinde öyle kararlar almıştı ki, en mütebahhir âlimlerden en seçkin dâhilere, en mütefelsif dimağlardan en münevver ruhlara kadar hemen herkes o sözler, o hükümler, o kararlar karşısında hayret ve dehşet yaşıyordu. Tarih şahit, hiç kimse, O’nun beyan gücüne karşı bir şey söyleyememiş, hiçbir hükmünü sorgulayamamış, hiçbir icraatını da tenkide cesaret edememiştir.”

Bu yaklaşım hem İslâm dinini layıkı vechiyle anlama hem de bizim kendi dünyamızı inşa adına çok önemlidir.

Muhterem Hocamızın kendi düşünce dünyamızı, kendi medeniyetimizi kurma ve dünya ile entegre olma adına temel bir kriter olarak tavsiye ettiği şu hayatî hakikat da çok önemlidir. Özellikle değişik kültür ve düşüncelerin bombardımanına maruz kaldığımız günümüzde belki de en önemli meselelerimizden birisidir.

“Bir Müslüman, ne olursa olsun kat’iyen kendi değerlerini ihmal etmemeli, yabancı kaynaklardan istifadeyi de kendi temel disiplinlerinin vizesine bağlamalı ve dıştan alacağı her şeyi onlarla filtre ederek almalıdır. Yanlış anlaşılmasın, İslâm kimya, matematik, astronomi, tıp, hendese, idare, işletme ve ziraat bilimleri… gibi konuları öğrenmekten alıkoymaz; aksine onları bu konularda uzmanlaşmaya teşvikte bulunur ve kimden olursa olsun, bunların alınıp değerlendirilmesini tavsiye eder. Ne var ki o, hiçbir hususta sürekli başkalarına bağımlı olmayı da hoş görmez; inananların bir an evvel ne yapıp yapıp yabancılardan almaları gerekli olan şeyleri alarak dilencilikten sıyrılmalarını ve teşriî emirlerde olduğu gibi tekvînî hususlarda da kendi hususî dünyalarını kurmalarını salıklar.”

Özellikle İslâmiyet denince ilk akla gelen kavramlar “İslam’a İcmâlî Bir Bakış” makalesiyle çok özlü bir şekilde ele alınıp işlenmiş ve çok önemli bir dikkat çekmeyle noktalanmıştır: “İslâmî terminolojide, “İslâm”, “Müslüman”, “dindar” sözcükleri vardır; ama, yabancılar tarafından kasıtlı olarak dilimizin içine sokuşturulan ve cahillerin kullandığı “İslâmcı”, “dinci” diye bir tabir yoktur. Başka din veya din şeklindeki organizasyonlarda bu kabil ifadeler söz konusu olsa da, bizim dinimizde, bu çağa gelinceye kadar bu tür yaklaşımlara asla rastlanmamıştır/rastlanmamaktadır. Dine göre, günah işleyen veya yanlış şeyler yapan bir Müslüman günahkâr olur; ama yine mü’mindir. İslâm esaslarını inkâr etmemek şartıyla, onlardan bazılarını terk eden de yine müslimdir. Bu itibarla, dini bütünüyle yaşamak isteyene “İslâmcı” veya “dinci” demek ne kadar münasebetsiz bir ifade ise, bazı İslâmî emirleri yapmayan veya yapamayan kimselere de “küfürcü”, “dalâletçi”, “fıskçı”… demek o kadar saygısızca bir sözdür. Bence herkes nezahet-i lisaniyesini korumalı, insan gibi düşünmeli, insan gibi konuşmalı ve mutlaka herkese karşı saygılı olmasını bilmelidir.”

Esasen bu açıdan bu kitaba ve Muhterem Hocamızın, diğer eserlerine baktığımızda bir Müslümanın inanç ve kültür dünyasını inşa eden/etmesi gereken Kur’ân ve Sünnet’ten özünü alan kavramların, yerinde saykıllanarak, yerinde yeni yorum ve açılımlar getirilerek, yerinde de orijinal ve yepyeni ifadelerle kullanıldığını görmekteyiz. Düşünce ve kültür dünyamıza her biri birer mücevher madeni olarak emanet edilen bu zenginlik, değişik disiplinlerdeki vefalı ilim adamlarının değerlendirip kendi dünyamızı kurma adına samimî gayretlerini beklemektedir.

Haddimiz olmayarak hocamızın yazılarında yüksek dil, üslûp ve kompozisyon ile ilgili olarak bir iki cümle söylemek cüretinde bulunmak istiyoruz. Kim bilir belki bizim bu cüretimiz, beyan deryasının kaptanlarını kalb ve kalem erbabını harekete geçirir de sahip olduğumuz zenginlikten istifade etmeye vesile olacak çalışmalar yapılır. Zira “Cevahir kadrini cevherfüruşan olmayan bilmez.”

Muhterem hocamız makalelerinde ele alıp işlediği konuları, semavî kriter ve perspektiflerin özünü ve ruhunu esas alarak kendi duygularını, iç zenginliğini, engin yorum karihasını ve tefsir ufkunu sergileyerek, aynı zamanda hem varlığı ve tabiatı, hem de varlık ve tabiatın mâverâsını bir iç sezi prizmasından geçirerek, beyanın bütün argüman ve enstrümanlarını kullanarak sunmaktadır. Zaten böyle de olması gerekmez mi? Zira yüce ve yüksek hakikatler kendilerine layık bir üslûp ile seslendirilmelidirler. İşte olması gereken bu üslûp hocamız tarafından Türkçenin geçmişten günümüze bütün zenginliklerinden istifade edilerek, çağının ses ve soluğunu da yanına alarak geçmişi geleceğe bağlayan köprü olacak bir üslûp şaheseri olarak ortaya konulmaktadır. Böylelikle Türkçenin, düşünce, edebiyat ve metafizik dünyamızın enginliğini aksettirmesi adına ne kadar zengin bir potansiyele sahip olduğunu fark ettirmekte ve insana “Meğer Türkçede ne cevherler varmış!” dedirtmektedir.

Hâsılı, görebildiğimiz, idrak edebildiğimiz kadarıyla yazılar, “nesr-i manzum ve bir nazm-ı mensur”dur, nesir formatında yazılmış olmakla birlikte bir şiir ahengiyle çağlayıp akmaktadır. Bu mücevher ve altın deryasından Söz Sultanı Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatıldığı yazıdan pırlanta bir kesit sunmak istiyoruz: “Varlığı bir ilk nur ve nüve olduğu ayanlardan ayan; O’nunla ilk harekete geçmiştir kutsal kalem, O’nunla gerçekleşmiştir beşerî plan ve O’dur nübüvvet silsilesinde vücud-u Hakk’a en açık burhan. O’dur Hazreti Zât’ın ilk mir’at-ı mücellâsı; O’dur ilâhî sıfatların en şeffaf mahall-i tezahürü; O’dur kâlî ve hâlî Hakk’ın en fasih tercümanı, Allah’ın cihanda mücessem rahmeti ve bizlere lütuf ve nimetlerini tamamlamasının remzi…”

Yüce Mevlâ’dan Muhterem hocamıza sağlık, sıhhat ve afiyet ihsan etmesini, bizlere de bu anlatılan hakikatleri mütalaa ve müzakerelerle gönüllerimize duyurmasını niyaz ediyoruz.

Ergün Çapan

İstanbul–2005

-+=
Scroll to Top