Takdim Yerine

Yine bir Cuma günü…

Uzak yerlerden binbir zahmetle gelen insanlar camiyi hıncahınç doldurmuş. Saatler öncesinden toplanan kalabalık hatibini bekliyor. “Hele bir kere dinleyelim!” dedikten sonra müdavimi olmuşlar. Cuma günlerini âdeta iple çekiyorlar. Yaşadıkları bu manevî atmosferden başkalarının da istifade etmesini istedikleri için her hafta yanlarında birilerini getiriyorlar. Yeni gelenler de artık müdavim oluyor. Cemaat zamanla caminin içine sığmayıp önce avluya, oradan da sokaklara taşıyor.

Bir haftadır heyecanla bekledikleri an nihayet geliyor. Henüz kırklı yaşlarını yeni idrak eden hatip, yavaş adımlarla minbere doğru ilerliyor. Tiril tiril cübbesi ve özenle sarılmış sarığıyla diğerlerinden farkı hemen göze çarpıyor. Hareketlerinde bir vakar ve ciddiyet var. Minberin önüne gelip duaya başladığı zaman sanki farklı bir dünyaya geçiveriyor. Basamakları çıkıp dualarını yaptıktan sonra cemaatini şöyle bir süzüyor ve hutbeye başlıyor:

“Muhterem Müslümanlar!

İslam, elde edilen kazançların heba olmayacağı, çekilen zahmetlerin boşa gitmeyeceği, dökülen gözyaşlarının israf olmayacağı, damlatılan terlerin heder olmayacağı bir anlayış ve bir hayat tarzı ortaya koymuştur.

Her gayret, karşısında bir meyve bulur.

Her meşakkat, bir rahata mukabil gelir.

Her ter damlası, öbür âlemde çeşit çeşit mükâfat olarak insanın karşısına çıkar.

Çalışmanızın karşılığını görmeyi düşünüyorsanız, meşakkatten sonra rahata ermeyi ümit ediyorsanız, binbir türlü iç ızdırabından sonra gönül huzuruyla yaşamayı istiyorsanız bu, ancak Allah’a ve âhirete inanmakla mümkün olur.”

Kimi zaman ölmüş gönülleri yeniden diriltmeye, paslanmış sinelerin pasını silmeye, kurumuş gözleri yaşlarla doldurmaya çalışıyor:

“Peygambere indirilen Kur’ân’ı dinledikleri vakit gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün…”

Necaşî ağlıyor, gözleri çağlayan gibi…

Ashab-ı sefine ağlıyor gözleri çağlayan gibi…

Huzur-u Risalet- penâhiye gelenler ağlıyor gözleri çağlayan gibi.

Ömer ağlıyor… İbn Ömer ağlıyor… Ebû Hüreyre ağlıyor… Ümmü Ebû Hüreyre ağlıyor… Gözleri çağlayan gibi.

Yığın yığın günahın kendilerini zebun ettiği, bellerini kırdığı, boyunlarını büktüğü, kalbî hayatlarını öldürdüğü Müslüman cemaati ne yapıyor acaba?

Allah bunu bize sorarsa ne diyeceğiz?

Resûlullah bize sorarsa ne diyeceğiz?

‘Ne yapıyorsunuz? Neredesiniz?’ derse ne diyeceğiz?”

Kimi zaman İslami heyecanı gitmiş, üzerine âdeta ölü toprağı serpilmiş bir topluma yeniden heyecan kazandırmaya gayret ediyor:

“Aziz olarak yaşamaya hakkı olanlar, ancak fatihler ve azimli olan ruhlardır.

Aziz olarak yaşamaya hakkı olanlar, rahatı mevzuunda fedakârlıkta bulunmasını bilen kimselerdir.

Rahat terk edilmeden rahata erilemez. Fâni olmadan pek çok yönleriyle bekaya mazhar olunamaz. Beka beladan geçer… Tükenmek lazım ki varlık başlasın… Her şeyin bittiği yerde, bitmeyen bir varlık başlar.

İnsanlar nefis ve enaniyet bakımından tükenmelidirler ki asıl hüviyetleriyle, melekiyet yönleriyle, Allah’ın sevdiği taraflarıyla var olabilme yoluna girsinler. Bunu ise ancak belli meselelerde azmi ve ikdamı olan, fatih ruhlu, üzerlerindeki uyuşukluğu atan, gözlerini namütenahi, sonsuz ufuklara diken insanlar başaracaktır.”

Bu ruhun ancak sahabi anlayışı içinde elde edileceğine inanan hatip, hutbelerini o seçkin neslin hayatından tablolarla beziyor:

“Habbaş b. Kays, o gün atının sırtına binmiş sabahtan ikindiye kadar savaşmıştı. İkindi vakti güneş gurup edeceği an ikindiyle öğleyi beraber cem’ edip de kılayım diye atının üzengisine davranınca birdenbire baş aşağı gitmişti. Öğlen savaşırken bacağını kaybetmiş fakat akşama kadar bunun farkına dahi varmamıştı.”

Evet, bu hatip, ömrünü vaazlar, hutbeler, sohbetler, konferanslarla geçiren Fethullah Gülen Hocaefendi’den başkası değildir. Elinizde tuttuğunuz bu kitap ise kendisinin yetmişli yıllarda, camilerde verdiği Cuma hutbelerinin bir kısmını içermektedir.

60 ihtilali ile 12 Eylül arası, yitik ve karanlık bir ‘ara dönem’ olarak nitelendirilir. Hocaefendi’nin kitapta yer alan hutbeleri de işte bu döneme denk gelmektedir. Hutbelerin içeriğini tam olarak anlayabilmek için dönemin şartlarını bilmek gerekir.

27 Mayıs 1960 ihtilaliyle birlikte Türkiye’de karanlık bir dönem başlamıştı. Bu karanlık dönem yavaş yavaş aydınlanıp demokrasi ve insan hakları alanlarında çeşitli adımlar atılırken bu sefer de 12 Mart 1971 muhtırası yaşandı. Askerlerin, sivil hükumete müdahalesi sonucunda hürriyet gömleği tekrardan daraldı. Ardından gelen 12 Eylül 1980 darbesi ise tabiri caizse bütün kazanımları yerle bir etti.

Yetmişli yıllar, Kıbrıs bunalımının, 15-16 Haziran olaylarının, Kanlı 1 Mayıs’ın, Maraş Katliamı’nın yaşandığı yıllardı.

Bu yıllar, Türkiye’nin 70 sente bile muhtaç olduğu yıllardı. Ülke ihracat yapamıyor, elde döviz olmayınca da en zaruri ihtiyaçlar bile karşılanamıyordu. Tüpgaz kuyrukları, yağ kuyrukları, ekmek kuyrukları, şeker kuyrukları bu yıllarda yaşanmıştı.

Yine bu yıllarda mahalle mahalle kurtarılmış bölgeler vardı. Şehirler, mahalleler, sokaklar ‘siyaseten’ bölünmüştü. Bir sürü sol fraksiyon türemişti. Bazı günler sokağa çıkmak, okula gitmek cesaret isterdi. Sokaklar silahlı çatışmalardan geçilmiyor, sıradanlaşan çatışmalarda ülkenin çiçeği burnunda delikanlıları bir hiç uğruna hayatlarını kaybediyorlardı.

İşte bu yıllarda Hocaefendi, insanları etkileyip topluma yön verebilmek için büyük gayret sarf etmiş, sadece camilerdeki vaaz ve sohbetlerle yetinmemiş, irşat ve tebliğ adına her fırsat ve ortamı değerlendirmiştir.

Tam istifade etme adına kitabı okurken bu tarihi arka planı da göz önünde bulundurmanızı hatırlatıyor ve sizi Hocaefendi’nin o coşkun hutbeleriyle başbaşa bırakıyoruz.

Süreyya Yayınları

-+=
Scroll to Top