Takdim Yerine
Göğüs boşluğumuzda bir pompa gibi çalışan ve hislere merkez, vücudu besleyen damarlara da kaynak olan yumruk büyüklüğündeki o en hayatî organa kalb diyoruz. Bazen yürek de dediğimiz işte bu organ beden için ne kadar hayatî bir önem taşıyorsa, onun melekûtî buudunu teşkil eden ve şuur, idrak, akıl ve irade gibi kuvvelere merkez olan kalb, ruh için o ölçüde hayatî bir ehemmiyet taşıyor. Aslında evvelkinin dünyaya, ikincisinin de ukbaya bakan yüzleri nazar-ı dikkate alındığında aralarındaki münasebet ve farklılığın bir dünya-ukbâ alâka ve farklılığı olduğunu söylemek de pekâlâ mümkün.
İnsan, kalbine ait hususiyetleriyle insandır. Dolayısıyla insanın hakikati yani hakikat-i insaniye başka değil kalbdir. İnsan, ancak kalbine ait özelliklerle meleklerin önüne geçebilir. İnsanın Hak nezdindeki kıymeti de onun kalbi ile ölçülür. Evet, Hakk’ın insanla muamelesi onun kalbine göre cereyan eder. Zira Allah insana insanın kalbiyle bakar; boyu posuyla değil. Bu kesintisiz bir bakış olduğu içindir ki, kalb nazargâh-ı ilâhîdir. Ayrıca, kalbe “beyt-i Hudâ” denmiş, Allah’ın evi sayılmış hatta Kâbe’den daha eşref görülmüştür. Yine kıymetinden dolayı Arş-ı A’lâ’ya mukabil tutulmuş ve “Kalb-i mü’min arş-ı Rahmândır.” denilmiştir. Bütün bu mülâhazalarla kalb evi, Sahibi’nin nüzûlü için her zaman mücellâ bir ayna gibi tertemiz ve pak tutulmalıdır.
Ahsen-i takvîm ile esfel-i sâfilîn arasında gel-gitler ve iniş-çıkışlar yaşayan insan acaba kalbin bu muallâ konumunu her zaman koruyabilir, kalb ibresinin sapmalar yaşamasına mâni olabilir mi, sorusunun cevabı bizzat sorunun içindedir ve “hayır”dır. Beşer tabiatının gereği kalb ibresinde oynamaların olacağı muhakkaktır. Ne var ki, hedef kalbin ibresini sabitlemek ve kalbi oynamayan bir ibre hâline getirmektir. Bu da ancak kalbin hakiki hedefini tayin etmekle mümkün olur ki, o hedef iman, mârifetullah, muhabbetullah ve netice itibarıyla Allah’ın hoşnutluğudur. Bu hedef istikametinde sapmalar yaşamadan yürüyebilmesi için de onun, Kalbin Zümrüt Tepeleri’ne esas teşkil eden ibadet, ihsan, ihlâs, tefekkür, murakabe, muhasebe gibi kaynaklarla beslenmesi iktiza eder.
Şayet kalbe yüksek hedefler çizilemez ve hayatiyeti için en lüzumlu kaynaklarla beslenemezse o kalbin aritmi yaşaması, dağınıklık ve bozulmaya maruz kalması, yaralanması hatta katılaşıp taşlaşması bile söz konusu olabilir. Kasvet, küfür, ucb, kibir, tûl-i emel, şehvet, gaflet, hırs, menfaat ve makam düşkünlüğü, kötü huylar, dünyevîlik, mâsivâya meyl ü muhabbet ve teveccühteki tökezlemeler gibi virüsler kalbin bu tür arızalar yaşamasının pek çok esbabından sadece bazılarıdır. Özellikle günümüzde kalbe giden yollar âdeta tıkanmış ve kalb muattal bırakılmıştır. Kalblerde Allah’ın duyulması görülmemektedir. Kalblerde kötü duygular ve yakışıksız mülâhazalar âdeta kuyruk kaldırır hâle gelmiştir. Kalb âdeta mefluç bir hâldedir. Kalbler husuf ve küsuflar yaşamaktadır. Kalblerde heyecan sönmeye yüz tutmuş gibidir. Çünkü pek çoğu itibarıyla insanlar bilerek kendilerini dünyaya salmışlardır. Zihinler kalbi öldürecek gevezeliklere dayelik yapmakta, kulaklar ve gözler kalbi katılaştıracak nahoş şeylere açık durmaktadır. Daha acısı kalbler yorgun düşmüştür. İnsanlar elbiseleri ya da kullandıkları mekân bozulduğunda düzeltmekte gösterdikleri heyecan ya da çabukluğu kalb hayatı adına içlerinden geçen olumsuz düşünceleri düzeltmekte göstermemekte, gösterememektedirler.
Bütün kalblerin sahibi ve o kalblerin derinliklerindeki esrârı bilen Mukallibü’l-Kulûb, kullarının bu kabîl “kalb hastalıklarına” yakalanabileceğini bildiğinden dolayı onlara, “Rabbimiz, kalblerimizi kaydırma!”1 duasını talim buyurmuştur ki, daha o hastalıklara yakalanmadan hem Rabbilerine sığınsınlar hem de teyakkuzda bulunsunlar. Kalbi kalblerin en güzeli ve Allah’a en yakını olan Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ümmetinin dikkatlerini kalblerine çekerek, “Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir.”2 buyurmaktadır. Zira kalb insan için en hayatî duyguların kalesi gibidir. Kalb ayakta ise o duygular hayatta kalabilirler. Kalb yıkık veya sarsıksa o duyguların canlı kalmasından söz etmek de imkânsız hale gelir. Kalb katılığından Allah’a sığınan ve “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit eyle!”3 diye yalvaran ve yalvarışıyla bize örnek olan da yine Efendimiz’dir (aleyhissalâtü vesselâm). O, kalbi ümmetinin üzerine titreyen Nebi, bize dua öğrettiği gibi dualarımızın kabulünün yolunu da gösterir ve “Dua ederken kalb ibreniz lağv ü lehviyatta olmasın. Zira Allah o kalbin duasını kabul buyurmaz.”4 der. Zaten O’nun ve O’ndan evvel gelen Hak elçilerinin (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselâm) gönderiliş gayeleri de insanların kalb ibrelerini Hakk’ın hoşnutluğuna sabitlemek değil midir?
Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi elli küsur yıldır kendisini dinleyenlerin kalb ibrelerinin istikamet kazanması ve o istikamette devam etmesi için konuşuyor ve yazıyor. Bizi, bizim kalblerimizi bizden daha fazla düşündüğünde şüphe yok. Çünkü meselenin ciddiyetini bizden çok ama çok daha iyi biliyor. Beyanlarıyla ister meltem gibi ruhlarımızı okşasın, ister tembih ve ihtarlarla içimize havf ve haşyet hisleri salsın, ister iltifat ve müjdelerle recâ duygularımızı tetiklesin; o gözleri yaşartan, gönülleri titreten nağmeleriyle hep kalbimize sesleniyor ve kalbimiz için sesleniyor. Elbette sadece seslenmekle kalmıyor. Gözyaşı döküyor ve âdeta bir mum gibi yanıp eriyor. Bizim kalb ibrelerimizin doğruyu göstermesi için çok zaman iki büklüm oluyor. Ve bunların hepsinden daha önce ve daha öte kalb ibrelerimiz hep hedefe kilitli kalsın mülâhazalarıyla gece-gündüz Allah’a yalvarıp duruyor. Kalblerimizin kayma noktalarında bizi ikaz ederken neler diyor, kalb kulağımızla onlardan birkaç tanesini dinleyelim isterseniz:
“Masiyetin küçüklüğüne büyüklüğüne bakarak değil, kendisine karşı gelinen Zât’ın azamet ve kibriyâsına nazaran günahlardan sakınmak lazımdır. “Üzerinde ısrar edildiği takdirde hiçbir günah küçük sayılamayacağı gibi, istiğfar ile başı ezilen bir günah da asla kebîre olarak kalamaz.”5 fehvâsınca, esas büyük günahlar, üzerinde ısrar edilen küçük isyanlardır.”
“Musibet karşısındaki temel disiplin, onun Cenâb-ı Hakk’ın emirber bir neferi olduğunu düşünmek ve şikâyet ifade eden sözlerden kaçınmaktır. Hususiyle musibetin gelip çarptığı ilk anlarda sızlanmaların şekvâya (şikâyete) dönüşmemesi için sükûtu tercih etmek lazımdır.”
“Böyle bir Sultanlar Sultanı, semalara taht kurmuşken, O’nun topuğuna çamur bulaşacağına ihtimal vermek ya çamurun, ya da semalara taht kurmanın ne demek olduğunu bilmemektir. Bu itibarla da, ikaz görünümlü hitaplarda, başka mânâlar, değişik hikmetler aramak ve onların bağrındaki tebcil, takdir ve senâ mesajlarını kavramaya çalışmak lazımdır.”
“Bir mü’min, bütün cihanın anahtarlarını elde etme imkânına sahip olduğu bir yolda yürüse dahi, şayet “Allahım içimi haşyet hissiyle öyle doldur ki, her an Seni görüyormuş gibi olayım!” mülâhazasına bağlı adımlar atmıyor ve sürekli Cenâb-ı Hak’la irtibatının kavî olması için yakarmıyorsa, gaflete dalmış ve tercih hatası yapmış sayılır.”
“Bundan dolayı hizmet ederken şahsî menfaat ve çıkar mülâhazalarından her zaman fersah fersah uzak kalma gayreti içinde olunmalıdır. Evet, asla unutulmaması gerekir ki, eğer Cenâb-ı Hak bizi hizmet adına istihdam buyuruyorsa, O’nun bizi istihdam buyurması, bizim için zaten en büyük şeref, en büyük mükâfattır.”
Bunlar elimizdeki kitaptan bazı satırbaşları aynı zamanda. Bunlardan başka toplumda işlenen günahlardan dolayı bazı hususlarda mazur sayılabilir miyiz; Hocaefendi hangi husustan bîzar; sporun iffetli olanı hangisidir; Bozyaka ve Altunizade’yi diğer mekânlardan ayıran özellikler nelerdir; melekleşme ufku nasıl elde edilir; objektif ve sübjektif mükellefiyeti nasıl anlamalıyız; aktüaliteye dalmanın kalb hayatımıza zararları var mıdır; akıl ve his dengesi nasıl kurulur… gibi pek çok sorunun cevabı da yine bu kitapta.
Dakikaları, saatleri, günleri, haftaları, ayları ve yılları gösteren ibreler aktıkça ömür gelip geçiyor ve herkes dünya yolculuğunun sonuna yaklaşıyor. Ömür gelip geçmeden o ibrenin nasıl sabit tutulabileceğini önce bu satırlardan okuyacak, sonra da inşaallah kendi kalbimize tatbik edeceğiz. Bu satırlara yansıyan o dertli kalbin soluklarını tam anlayabilmek için de o satırları kalb kulağımızla dinleyeceğiz.
Sözü daha fazla uzatmamak için siz değerli okuyucularımızı, Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 05.05.2008-16.11.2009 tarihleri arasında yaptığı sohbetlerden oluşan Kalb İbresi isimli eseriyle baş başa bırakıyor ve kalb ibremizi hep istikamette tutabilmemiz için bizi kalbinin soluklarıyla besleyen azîz Hocamız’a, sıhhat ve afiyet içinde hayırlı, uzun bir ömür bahşetmesini Cenâb-ı Allah’tan niyaz ediyoruz.
Nil Yayınları
1 Âl-i İmrân sûresi, 3/8.
2 Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkat 107.
3 Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn Mâce, duâ 2.
4 el-Beyhakî, Daavâtü’l-kebîr 2/93; el-Hâkim, el-Müstedrek 1/670.
5 Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 5/199; el-Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb 2/44.