Takdim Yerine

Gönüllüler Hareketi

Anadolu’nun bağrından yükselen dertli, içli, samimî ve muhrik bir ses, sinelere kor salan bir sadâ 1960’lı yıllardan itibaren, batısından doğusuna doğru bütün ülkeyi sarmaya başladı. Allah’ı kullarına sevdirmek suretiyle O’nun rızasını kazanmayı hedefleyen, o yüce gayeye yürüdüğü yolda ilim, iman, ihlâs, ihsan ve aksiyonu cem’ eden o derunî sesin sahibi, ulaşabildiği her plâtformda toplumun meselelerini dile getirdi. İnsanımıza faydalı olma, onların dertlerini paylaşma, problemlerini çözme aşk, şevk ve heyecanıyla diyar diyar dolaştı. Sürekli, cehalet, fakirlik ve ihtilâf gibi milletimizin önünü kesen hastalıklara karşı çareler aradı, tekliflerde bulundu. Düğün merasiminde, cenaze evinde, cami kürsüsünde, konferans salonunda ya da başka herhangi bir yerde, nerede bir imkânını bulduysa, hemen o zamanı ve mekânı Hak ve hakikate tercüman olmak için nimet bilerek değerlendirdi. Dahası, “Madem onlar gelmiyor, biz ayaklarına gidelim!” deyip kahvehane köşelerinde dahi bir sohbet halkası teşkil etti ve her fırsatta, muhataplarını “millet ruhu”na ve “tarih şuuru”na yeniden hayat suyu vermeye çağırdı.

Nağmeleri kor gibi yakıcı, solukları da gürül gürül bu insan Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’den başkası değildi. O, uzun bir aradan sonra bir kere daha kollardaki ümitsizlik zincirlerini kırıyor; kalbleri kasvete boğan yeis bulutlarını dağıtıyor, tünelin ucundaki ışığı gösteriyor, yoldakilere “Gelin, gelin!” diyor ve âvâz âvâz bir şafağı müjdeliyordu. Muştusu verilen fecrin ilk şualarını gönül gözüyle görebilenler için, yeniden gökler ve yer izdivaca hazırlanıyor gibi el ele ve yüz yüze geliyor.. bir kere daha ruhanîlerle insanlar aynı safta birleşiyor ve her yana âdeta emniyet yağıyordu. Çok geçmeden, sesten, sözden anlayan herkes ona doğru koşmaya başlamıştı.

Hocaefendi’nin, o aşkın heyecanı, gözyaşları, hıçkırıkları, mehâbet ve mehâfet tavırları; ağlayan, kıvranan, bu hislerini açığa vurmamak için çoğu zaman yutkunan ve dudaklarını ısıran vaziyeti; bazen gözyaşlarının ve hıçkırıklarının ritmine yetişemeyen kalbinin duracak hâle gelmesi ve hatta bayılması; derd u ızdırabı, insanlığa karşı sevgisi ve içini kavuran şefkati.. semalara doğru açılmış kollarıyla âdeta herkesi kucaklaması ve onun çırpınışlarına dem tutan kürsünün lerzeye gelmiş gibi tir tir titremesi… ve samimiyeti; evet, her şeyden önce samimiyeti, dinleyenleri cismâniyetlerinden öylesine uzaklaştırıyordu ki, o konuşurken gözler yaşarıyor, bakışlar buğulanıyor ve hemen herkes kalb ufkuna, ruhun hayat derecesine yükseliyordu. Artık, Hocaefendi nerede hitap edecekse, hüşyar gönüller saatlerce öncesinden camiyi ya da salonu dolduruyor; o da bu teveccüh ve güven kredisini insanlığın hayrına kullanmak üzere muhataplarını sürekli “mesuliyet duygusu, eğitim seferberliği, kolektif şuur, birlik ruhu ve diyalog arayışı”na davet ediyordu.

O’nun bu teşvikleri ve milletin aydın geleceği adına ortaya koyduğu teklifleri, Anadolu insanının gönlünde çabucak hüsn-ü kabul gördü. Yoklukta varlık cilvesi göstermeye alışmış bu asil milletin fedakâr fertleri önce cehalet düşmanını alt etmek için mutlaka gerekli olan eğitim seferberliğini başlattı.

Diğer yandan, bir diğer hasım olan fakr u zarurete karşı, kolektif şuur, beraber çalışma ve ortak iş yapma gibi hep birlikte millî kalkınmaya götürebilecek dinamikleri harekete geçirdi. “Küçücük bir dükkânda tek başına kendi ekmeğini kazanma” fikrine mahkûm esnafımız ilk defa üçerli-beşerli ortaklıklar kurma ve kasabalarının, illerinin, hatta ülkelerinin dışına açılma cesareti gösterdi.

En az ilk ikisi kadar zararlı bir hastalık daha vardı ki, o da iftirak, ayrılık, insanların birbirine “öteki” nazarıyla bakması ve fertlerin bir araya gelmeyi, birbirine dostluk eli uzatmayı asla kabul etmemesiydi. Sağcı-solcu, Alevî-Sünnî, lâik-antilâik.. bir sürü kamp vardı ve bir tarafta yerini alan için diğer yandaki sadece bir “muhalif”ten ibaretti. Buna rağmen, eğitim seferberliğine ve kolektif şuura “evet” diyen insanlar, seneler sonra bir ilki daha gerçekleştiriyor; herkesi kendi konumunda kabul, diyalog, hoşgörü, sevgi ve birlikte dostça yaşama… gibi kulağa hoş gelse de tatbikine uzun süre rastlanmayan idealleri reel hayata taşıyorlardı.

O’nun çağrısına koşanlar mesuliyetlerinin yetiştiriciliği altında zamanla “Günümüzün Karasevdalıları oluveriyorlardı; öyle ki, gönül dünyalarında sürekli Hak mülâhazası köpürüp duruyordu; beyanlarında ise, derin bir Allah aşkı, varlık sevgisi ve insanlara karşı da bir muhabbet, bir şefkat, bir müsamaha, bir af nümâyândı. Hak rızası, onların kilitlendikleri biricik hedef; eşya ve hâdiseleri doğru okuyup doğru yorumlamak vazgeçemeyecekleri bir tutku; insanları sevip herkese sine açmaları da tabiatlarının gerçek rengiydi. Bu kara sevdalılar, toplum içinde “onlar” ve “biz”, “ötekiler” ve “bizimkiler”… gibi bölücü, parçalayıcı ve kavgaya sürükleyici mülâhazaların tamamen dışındaydı.

Her biri tam “Bir Gönül İnsanı Portresi” ortaya koyan bu kutlular, kalbî ve ruhî hayata programlı, maddî-mânevî bütün kirlerden uzak durmaya kararlı, cismânî ve bedenî isteklere karşı her zaman teyakkuzda; kin, nefret, hırs, haset, bencillik ve şehvet gibi hastalıklarla mücadele azmiyle gerilmiş birer tevazu ve mahviyet âbidesiydiler. Onlar, benlik, gurur, şöhret gibi kalbi öldüren hislere karşı sürekli tetikte bulunuyor.. kendilerine nispet edilen güzellikleri “Her şey O’ndan” deyip gerçek Sahibi’ne veriyor.. iradeye vâbeste işlerde de her zaman “ben”den kaçıp “biz”e sığınıyorlardı. Hatta, “intisab ve âidiyet enaniyeti”ni çağrıştıran ve bir gruba mensup bulunma gururunu işmam eden “biz”den de vazgeçerek daima “O” diyorlardı, O’nu gösteriyorlardı.

İşin tabiatının gereği, belli süre sadece kendilerini ve yakın çevrelerini aydınlatmakla meşgul görünen bu “Hakk’a Adanmış Ruhlar”, daha sonra, hakikî derinlik ve ruh güçlerini öne çıkararak, tıpkı yağmur yüklü bulutlar gibi, sevinç olup, neşe olup, ümit olup, sevgi olup sağanak sağanak her yana boşalarak muhabbete, hoşgörüye susamış kupkuru gönülleri Cennet bahçelerine çevirme humması yaşadılar.

Bir zamanlar, herhangi bir “üsve-i hasene” bulabilmek için elinizde mumla dolaşırdınız; dolaşırdınız da birkaç insandan başkası görünmezdi gözlerinize. Misal insan, örnek adam aradığınızda Saadet Asrı’na, İslâm Tarihi’nin bazı altın kesitlerine ya da son dört yüzyılın birbirinden kopuk çok kısa dönemlerine koşmakta bulurdunuz çareyi. Mâzinin parlak devirleri sığınak olurdu size. Fakat, bu hasbîler hüsn ü misallerini kendi içlerinden çıkarma eşiğini de aştılar. Enbiyâ-ı izâmı ve ashâb-ı kirâmı “numune-i imtisal” bilen bu ay yüzlüler, zaman geldi kendi içlerinden de model insanlar çıkarmaya başladılar ve “Örnekleri Kendinden Bir Hareket”in öncüleri oldular. Madem –İmam Rabbânî’nin ifadesiyle– “Melikin atiyyelerini ancak onun matiyyeleri taşıyabilir”di; öyleyse onlar, omuzlarındaki mukaddes yükü taşıyacak keyfiyette olmalıydılar; oldular da. Fedakârlık, hasbîlik, cömertlik, iffet, şefkat, merhamet… denildiğinde bu erdemler için menkıbe kitaplarında örnek aramak zorunda kalmamalıydılar; kalmadılar da. Kendi içlerindeki misallere bakmaları ve arkadaşlarını görmeleri yetmeliydi onlara; yetti de. Enbiyâ, sahabe ve evliyânın ahir zaman mümessilleri gibi davranarak seleflerinin mânevî değerlerini, ruhî derinliklerini bu çağa yansıttılar. Genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle, çocuğuyla olgunuyla bu aydınlık ruhlar kendi modellerini kendi içlerinden çıkarır oldular, Allah’ın inayet ve keremiyle…

Evet, eğer bu yazının istiab haddini aşmayacak olsaydı, dünyanın en ücra köşelerinde dahi bir meşale tutuşturmaya gayret eden bu devrin Mus’ab’larını, şu asrın Hanzala’larını, onların hicret destanlarını, ihlâs ve samimiyetlerini, akılları hayrette bırakan teşebbüs ve faaliyetlerini anlatırdım. En kirli ortamlarda bile tertemiz kalmasını bilen iffet âbidelerinden; bombaların-kurşunların kulakları delen uğultusuna rağmen öğrencilerini yetiştirmekten geri durmayan, hicret mahallini terk etmeyi hiç mi hiç düşünmeyen cesaret timsallerinden; aylarca aç-susuz kalsa, maddî imkânsızlıktan dolayı üç aile haftalarca tek bir evi paylaşsa da şikâyet nedir bilmeyen beklentisizlerden dem vururdum. Ölümcül hastalıkların bütün bütün çirkinleştirdiği kara kıt’anın bağrından nur gibi fışkıran, sıcacık nefesleriyle deldikleri demir perdenin arkasında kardelenler büyütmeye çalışan, Yeni Dünya’nın başları döndüren modern tuzaklarına boyun eğmeden tevazu, mahviyet ve ilk günkü samimiyetleriyle kalmasını başaran hak yolcularından tablolar sunardım. Ne var ki, takdim yerine karaladığım şu sözleri daha ziyade uzatmamak için sizi bu bahadırları hayalen de olsa ziyaret etmeye çağırarak, gönlünün dilini konuşturabilen edîblerimizin bu numune-i imtisalleri hâvi cilt cilt kitaplar yazmaları dileğiyle iktifâ edeceğim. Bir hususu daha belirtmek isterim ki; usta kalemlerce mutlaka anlatılması gereken bu hareketi ele alan beyan üstadları destan yazmış değil, sadece vak’ayı rapor etmiş olacaklardır; zira, o destan hâlihazırda yaşanmaktadır.

İşte, öğrendiği hakikatler neticesinde kendini insanlığın mutluluğuna adamış hasbîler sayesinde hemen hepimiz, kendi şive ve kendi edâmızı yeniden bulmuş; pür-neşe, bir dostluk ve diyalog sürecine girmiştik. Uzun bir dönemden sonra ilk defa sevgi günlerinin şafak emareleri belirmişti millet semamızda. Birbirimizle kucaklaşıyor, birbirimizden haberdar olmanın, birbirimize kavuşmanın, hatta birbirimizi bir kere daha keşfetmenin inşirahıyla hep sevgi türküleri söylüyorduk. O döneme ait gazete sayfaları dostluk fotoğraflarıyla pırıl pırıl; haber bültenleri “herkesi kendi konumunda kabul” ve “mutlu yarınlar için el ele” anlayışının aydınlattığı salonlardan anekdotlarla apaktı. Bu ülke insanı bir kere daha birbirine zeytin dalı uzatmaktaydı.

Keşke böyle bir vetireyi ümit, hayal ve beklentilerimizin enginliğiyle devam ettirebilseydik.! Heyhât! Sayıları az da olsa, ülkemizde “huysuz ruhlar” da yok değildi ve onlar, birer gulyabanî gibi her köşe başını tutmuşlardı. Hayatını şiddete, hiddete, kine, nefrete bağlamış ve düşmanlıktan başka bir şey düşünmeyen bu marjinal grup, dostluk, sevgi ve kardeşlik istemiyordu. Onların emel ve arzusu, bu millet fertlerinin sürekli kavga etmesi; pozitif enerjisini, birbirleriyle vuruşmak suretiyle tüketmesiydi. Maalesef, Türkiye’deki barış atmosferinden hoşlanmayan dış mihraklar ve onların içimizdeki piyonları “düğmeye bastı”, hoşgörüye pusu kurdu ve diyaloğu komploya getirdiler. Ayaklandılar ve “hoşgörü”, “diyalog”, “sevgi”, “kavgasız bir dünya”… gibi kavramlara karşı âdeta savaş ilân ettiler. Toplumu oluşturan fertlerin birbirlerine karşı güvenlerini sarstı; milletin değişik kesimleri arasına sûizan ve kuşku tohumları saçtılar… ve tül pembe hayallerimizi “Çatlayan Rüya”ya çevirdiler.

Bir daha dirilmez sandığımız bütün kötü duygu ve fena tutkuları yeniden hortlattı, her şeye saldırdı, her fikir ve düşünceye muhalefette bulundu ve bir anarşist tavrıyla her hayırlı faaliyete tecavüz ettiler. Kinin, nefretin, gayzın, öfkenin güdümünde vahşetten vahşete koştu; sevgiye, hoşgörüye uzanan köprüleri yıktı, seven ruhları sindirdi, muhabbetle çarpan sinelere nefret aşıladı, birlik ruhunu kesip biçti; dahası, en yararlı sözleri, beyanları sağa-sola çekti, böldü, parçaladı, montajlarla farklı kalıplara soktu ve tahribin en utandırıcı örneklerini sergilediler. Sonra da eğitim ve hoşgörü temsilcileri hakkında akla hayale gelmedik iftira ve tezvirlerle, onların en samimî davranışlarını dahi evirip-çevirip hiç olmayacak bir kısım gayelere, hedeflere bağlayarak bütün hayırlı işleri âdeta kundakladılar.

Meselâ; Muhterem Fethullah Gülen hakkında –kendisi hiç hoşlanmadığı ve hatta tiksinti duyduğu halde– “cemaat lideri, tarikat şeyhi” gibi yakıştırmalarda bulundular; onu sevenleri de “cı”, “cu” ekleriyle türettikleri yakışıksız ifadelerle adlandırdılar. Defalarca tekzip edilmelerine rağmen iftiralarından vazgeçmediler. Meseleyi bir çete veya terör örgütü havasına sokmak için her fırsatta “cemaat, tarikat” lâflarını medya yoluyla boca ettiler.

Oysa onlar da biliyorlardı ki; nasıl, namaz kılmak için insanlar değişik camilerde bir araya geliyorlar; hiç kimsenin baskısı olmadan ve organizeye de gerek kalmadan ibadet gayesiyle tabiî bir beraberlik meydana getiriyorlar. Aynen öyle de bu gönüllüler, milletimizin maddî ve mânevî kalkınmasına hizmet maksadıyla tabiî bir şekilde bir araya gelerek, güvenip itimat ettikleri bir zatın millet yararına uygun gördükleri sözlerini tasvip ederek; birçok alanda müesseseler kurarak faaliyette bulunmuş, özellikle eğitim yuvaları açmış ve eğitimimize katkıda bulunmuşlardır ve bulunmaktadırlar. Herhangi bir beldede bu şekilde bir okul açılıp başarılı da olunca, o diğer yerlerdeki insanlara da örnek olmuş, onlar da orada benzer faaliyetlere girişmişlerdir. Daha sonra, bu insanların dünya barışı adına ortaya koydukları hayırlı teşebbüsler diğer ülkelerin vatandaşları tarafından da kabul görmüş; onlar da kendi ülkelerinde aynı yolu takip etmişlerdir. O kadar ki, bazı Hıristiyanlar, Musevîler, Budistler bile bu işi benimsemiş ve topyekün insanlığın mutluluğu için aynı şekilde çalışmak gerektiğine inanmışlardır. Öyleyse, bir yerdekini diğerinin beğenip model almasıyla boy atan ve gelişen, bu insanların duygu ve düşünce beraberliği, bir örgüt, hatta bir cemaat değildir. Fertlerin, mânevî duygu ve ulvî düşünce açısından takviye edilmeye, kitlelerin de hedefsizlikten kurtarılarak yüksek mefkûrelerle irtibatlandırılmaya ihtiyaç duyduğu bir dönemde insanların bir kere daha kalbî ve ruhî hayata yönlendirilmesine matuf bir sivil toplum teşebbüsüdür.

Ne var ki, iftira, itham ve yakıştırmalarla resmî makamları aleyhte kışkırtanların arkasında, cinnî şeytanlardan ders alan birtakım habis ruhlar vardı. Onlar, hem İslâm’a düşmandı, hem de yolsuzluklardan sıyrılmış, meselelerini halletmiş ve dünya muvazenesinde gerçek yerini almış bir Türkiye istemiyorlardı. Türkiye’nin bulanık bir hava içinde bulunması, kendi maksatlarını gerçekleştirmede onlara daha muvafık geliyordu. Bundan dolayı, imanın ne olduğunu bilmeyenler, onun hâsıl ettiği zevk-i ruhanîyi tadamayanlar, Cennet’in lezzetlerini, Cehennem’in işkencelerini ruhunda hissetmeyenler, insanlığın ızdırabını bir defa olsun vicdanında duymamış olanlar en hâlis gayret ve faaliyetleri başka mecralara çekiyorlardı.. devlet, hükümet, siyaset diyerek, bütün hayatlarını bu yolla elde edecekleri menfaate bağlamış bulunanlar, iman, Kur’ân ve millet adına çekilen ızdırapları da aynı kategoride değerlendiriyorlardı…

Meselâ, halkın zihninde, eğitim faaliyetlerinin maddî kaynağı ile alâkalı şüpheler hâsıl etmeye çalışıyorlardı. Hâlbuki herkes görüyordu ki; bu hizmetler, İstiklâl Harbi’ndeki fedakârlığı, bugün bir başka şekilde ortaya koyan milletimizin hizmetleriydi ve kaynağı da onların yürekleri, kendi el emekleriydi. Anadolu’nun bütün hayırsever insanlarının desteği vardı bu okulların arkasında. Ülkemizin en gözde üniversitelerinden mezun olarak burs miktarı bir maaşla çalışan gencecik öğretmenlerin alın teri vardı. Bilim Olimpiyatlarında ilk defa ülkemize madalyalar kazandırarak iradeleri felç eden ümitsizliği ve damarlara sinen aşağılık kompleksini yenen gençlerin beyin sancıları, uykusuz geceleri ve buluşları/projeleri vardı.

Kaldı ki, böylesine göz önünde ve sayıları yüzleri aşan eğitim kurumu hesabına bir başka yerden gelme para iddialarını doğrulayacak tek bir belge gösterilememişti, gösterilemezdi de. Çünkü, milletin helâl katkılarından başka herhangi bir kaynak yoktu.. değirmen samimiyet, hasbîlik, beklentisizlik, alın teri, gözyaşı ve fedakâr esnafın hayır duygusuyla dönmekteydi. Dünyanın değişik yerlerinde konuyla ilgili ilmî çalışma yapan sosyologların ve siyasal bilimcilerin de sıkça ifade ettikleri gibi; bu teşebbüsler, hiçbir dış güce dayanmayan, el kapısı çalmayan, bağımsız bir sivil toplum faaliyeti, bir “Gönüllüler Hareketi”ydi.

Nasıl olmasındı ki; daha 1970’li yıllarda, Hocaefendi o müesseseleri maddî-mânevî destekleyen insanlara “Bana sorarsanız; gelin bu milleti kimseye borçlu hâle getirmeyin. Bu necip millet kendi yarasını kendisi sarabilecek güçtedir. Gelin, sine-i millete müracaat edin; ama sakın birilerine bağımlı hâle düşmeyin.” demişti. O, sözünü bitirir bitirmez de, adı ebediyen hayırla ve hayranlıkla anılacaklardan birisi olan Yusuf Bey kalkmış, hem yanaklarından domur domur yaş dökmüş ve hem de şöyle mukabelede bulunmuştu: “Hocam sen üzülme; biz evlerimizi, dükkânlarımızı satacak; gidip kendi insanımızdan dilenecek, ama ‘el’lere borçlu olmayacağız.”

Evet, yerli birkaç kurumu ya da yabancı bir devleti arkasına almadan bir şey yapmaktan âciz olanlar, Allah’ın inayetinden ve halkın teveccühünden başka hiçbir güce dayanmayan bu aksiyonu anlamakta zorlanabilirler. Almadan vermesini bilmeyenler, başta kendi milleti olmak üzere bütün insanlığa hizmet için fedakârlık yapma duygusunu idrak edemeyebilirler. Fakat görülen o ki; muhterem Fethullah Gülen’in teşvik ettiği bu gayretlerin bir halk teşebbüsü olduğunu ve ‘değirmeninin suyu’nun da bu vatanın tertemiz bağrından geldiğini aslında herkes çok iyi biliyor. Ne var ki, bu Anadolu pınarını istedikleri yöne akıtamayan yerli görüntülü yersiz-yurtsuz güçler kıskançlık, haset ve kin sâikiyle onu kurutmaya çalışıyor.

Gülşen’den Küçük Bir Demet

Peki, şeytanî bir senaryo, plânlı bir kampanya, insafsız bir taarruz, korkunç bir gürültü ve mesnetsiz bir sürü iddiayla, bütün hayırlı işleri (hoşgörü ve diyalog anlayışını) kundaklama sıtmasına tutulanların kin, nefret ve düşmanlık oklarına maruz kalan o sımsıcak dostluk, kardeşlik ve sevgi günleri bir garip “Şubat soğuğu”na yenik düşerken, o komplo döneminin çirkinlikleri karşısında ve sonrasında Hocaefendi ne yaptı?

Tabiî ki, ortaya konan onca güzel iş ve gayretin baltalanması ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesi karşısında çok üzüldü; olup bitenler ne zaman aklına gelse, hayalinin yüzünü başka tarafa çevirmeye ve bir “kâbus” olarak düşündüğü realitelerden kaçarak hafakanlarını bastırmaya çalıştı. Uzaklarda olmasına rağmen, değişik vasıtalardan zihnine akan meş’ûm bilgilerle inledi, kıvrandı ve kim bilir günde kaç defa Rabbisine el kaldırıp, “Rabbenâ feracen ve mahracen.” deyip ağladı. Her mazlum gibi önce Allah’a, sonra da Anadolu insanının pâk vicdanlarına sığındı. Bağırıp çağırmadı, hak iddiasına düşmedi, kötü sözlere aynıyla mukabelede bulunmadı; hatta çok uzun bir sürede ancak temelleri atılan dostlukların bir çırpıda iftiralara kurban verilmesine karşılık muhataplarına darılmak şöyle dursun, aksine onları mahcup etmemek için hususî gayret gösterdi. Yazılarında sürekli “Gelin Bir Kere Daha Kendimiz Olalım”, “Gel Gönüllerimizle Konuşalım” çağrısı yaptı; atf-ı cürümlere sığınmadı, “Ey Nefis” deyip bitevî kendini sorguladı. Ayda bir yazdığı makalelerle kalbden kalbe yol buldu, sevenleriyle hasbıhâl etti; dertlerini içine gömdü, hep güzellikleri dile getirdi. Ve o kendine yakışanı yaparak hem bir üslûp ve edep dersi verdi; hem de duyabilenler için “Sükûtun Çığlıkları”yla konuştu.

Şöyle dedi; “Yıllar var ki, sükûtun çığlıkları hep sesimin önünde uğulduyor; zulmü lânetlemek, zalimin yüzüne tükürmek, müfterîye ağzının payını vermek, mütecâvizin sesini kesmek, komplocuya “yeter artık” demek ta dilimin ucuna kadar geliyor ve tabiatımın cidarlarını zorluyor; ama, kimseye bir şey diyemiyor/demiyor; Allah’ın görüp bildiğini düşünüyor, olup bitenleri kaderin mutlak adaletine bağlıyor, bir iki yutkunuyor; sonra da yeniden bütün hiddet ve şiddetimi her zaman muhabbetle çarpan kalbime emanet ediyor; karakter, düşünce ve üslûbumun hatırına herkesin yalan-doğru sesini yükselttiği durumlarda ben bir “Lâ Havle” çekip “buna da eyvallah” demekle yetiniyor, hayret ve dehşet televvünlü sessizliğime gömülüyorum.”

Doğrusu, Hocaefendi’nin sessiz gibi duruşu, –kendi ifadesiyle, her mü’minde olması gereken– bir karıncayı bile incitmeyecek kadar incelik ve şefkatinden, emniyet ve güven felsefesinden, insanî değerlere saygısından, herkese merhametinden ve her işini Allah’a havale etmesinden ileri gelmekteydi. Üzüntüsü, sitem ve serzenişi de kat’iyen kendi nefsiyle alâkalı değildi. O, kendilerine hizmet madalyası verilmesi gerekirken bir cani muamelesi gören adanmış ruhlar, vatandan uzakta milletinin kültür elçiliğini yapan fedakârlar adına üzülmekteydi. Onun gönlünün ezelî şiiri, daha doğrusu sessiz çığlıkları da hemen her zaman ışığa çağrı ve karanlığa karşı da aydınlatma ruhuna bağlıydı.

Yeisin, yol kesen bir gulyabanî, acz ve çaresizlik düşüncesinin ise ruhu öldüren birer hastalık olduğunu; şanlı geçmişimizde yol alanların, hep imanla, ümitle yol aldıklarını, kendini bedbinlik ve ümitsizliğe salanların da yollarda kaldıklarını ifade ederek “Kaos, İmtihan ve Ümit”i bir arada değerlendirmenin lüzumuna dikkat çekti. Olup bitenleri, yapılanlara ceza, kadere rıza, günahlara kefaret ve yeni bir kısım Hak inayetlerine vesile sayarak, Allah karşısında her zaman iki büklüm olmak, belâ ve musibetlerle yüz yüze gelince hep dimdik durmasını bilmek gerektiğini vurguladı.

Dünya gâilelerinden ve ukbâ endişelerinden kurtulma adına, içinde bulunduğumuz ânı bir “Dua Zamanı” kabul ederek ağyâra bütün bütün kapanmaya, “Münâcât Yerine” sayacağımız iç sızlanışlarımızla Kimsesizler Kimsesi’ne yönelmeye çağırdı ve duanın, konumuna göre, belli sorumlulukları olanlara bir güç kaynağı, günaha girmişlere bir arınma kurnası, darda kalmışlara bir çare, musibetzedelere bir inayet eli, acz u fakr ve ihtiyaç içinde kıvrananlara bir hazine anahtarı, dertmend olanlara bir tabip, ümidini yitirenlere bir recâ esintisi, mazlumlara-mağdurlara da bir havale çağrısı olduğunu söyleyerek hep dua ve tazarruu nazara verdi.

Mânâ kökleriyle ve geçmişten tevârüs ettiği değerlerle yükselip gönüllerimize taht kuran Türkiye’mizi her anışında “İşte mânâ ve iç güzellikleri itibarıyla serhaddi olmayan, aşkın, büyülü ülke.. bizim ülkemiz” deyip oturup-kalkan ve kalbi hep “dâüssıla” ile titreyip duran Hocaefendi, vatansızların öz yurtlarında hasret ve hicran yaşadığı dönemlerde bile hep gönlünün pencerelerinden içine akan “Özündeki Sihriyle Bizim Dünya”nın büyülü güzellikleriyle meşgul oldu ve onun çehresinde daima farklı şeyler okudu. Maddiyatları mâneviyat destekli, düşünceleri ukbâ eksenli birer örnek karakter adamı olan atalarımızı ve onların yaşadıkları altın çağları her hatırlayışında “Eskimeyen Millî Ruh”u bir kere daha hayranlıkla yâd etti.

“Allah Sevgisi”nin, bütün problemlerimizin, dert ve sıkıntılarımızın tek devası olduğunu belirterek, Allah’ı seviyor gibi sevmekle, Allah’tan ötürü sevmek arasındaki derin uçurumu gösterdi. Muhabbetin mebdeinde tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları; müntehasında da aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin… gibi konumunun hakkını verme hususlarının söz konusu olduğunu; “seviyorum” diyebilmek için kendinden, kendi isteklerinden arınmak, muhavere ve müzakerelerini hep O’na bağlamak, O’nu ihsas eden hususlar çerçevesinde dönüp durmak, O’nun tecellî edeceği mülâhazasıyla göz kırpmadan beklemek, bir gün mutlaka teveccüh buyurur düşüncesiyle yıllar ve yıllar boyu durduğu yerde kararlı durmak gerektiğini beyan etti.

Beyan ve Üslûp

Aziz Müellif, cümleler arasında bazılarının başlıklarına referansta bulunarak birer paragrafla özetlemeye çalıştığım birbirinden kıymetli bu makaleleri, tedavi maksadıyla gittiği Amerika’da; kaderin hükmüne inkıyâden, neticesinin hayır olacağı recâsıyla hasret ateşine katlandığı diyâr-ı gurbette ve hastalıklar içinde yazdı. Bu yönüyle, elinizdeki bu kitabı meydana getiren her yazıya bir gurbet ve hicran mektubu denilebilir.

Diğer taraftan, Çağ ve Nesil serisinin sekizinci halkasını teşkil eden “Örnekleri Kendinden Bir Hareket” aynı zamanda bir vuslat kitabıdır. Çünkü, bu serinin ilk kitaplarında mazisini, kimliğini, inancını ve hemen her şeyini kaybeden bir nesli, peşinden sürüklendiği buhranlar anaforundan kurtarıp yitirdiği Cennet’e ulaştırma; âdeta bir mahiyet deformasyonu geçiren günümüzün derbeder insanını içinde bulunduğu girdaptan çıkarıp helezonik bir miraç çizgisinde öteler ötesine, karanlıklardan aydınlığa, yerin derinliklerinden göklerin enginliğine, kölelikten hürriyete taşıma ve ruhunun önüne yepyeni ufuklar koyma çırpınışları hâkimdi. O ilk makalelerde “Nerdesin” çığlıkları ve “Gel” çağrıları duyuluyordu. Bu kitapta ise davete icabet ederek koşup gelen “Karasevdalılar” ve “Adanmış Ruhlar”la buluşmuş olmanın sevinci hissediliyor. Bundan dolayı, evvelki eserler, bir arayış ve dua nağmesi; bu ise, bir kavuşma ve şükür ezgisidir.

Muhterem Hocamıza göre beyandan maksat, Yaratıcıyla-yaratılan arasındaki münasebeti keşfedip ortaya koymak, enfüsî ve afakî tefekkürü kelimelerin diliyle seslendirip varlığın perde arkasını anlamaya çalışmak ve her şeyi O’nu gösteren bir ayna olarak değerlendirebilmektir. Bu sebepledir ki, onun hangi yazısını okursanız okuyun, hülyalarınızı besleyen, büyüten, onlara nâmütenâhînin menfezlerini gösteren ufuklu, seviyeli, kıvamında ve mânâ kökleriyle irtibatlı bir beyan müşâhede edersiniz. İnci gibi dizilmiş cümleleri kevser niyetine içerken, gönlünüzde endişeli bir sessizlik içinde bulunan ebediyet arzularınıza cevaplar verildiğini görür; duygularınızın, ifadesi imkânsız hissî zenginliklere ulaştığını ve ruhunuzun cismâniyet eb’âdına sığmayan enginliklerde dolaştığını sezersiniz.

Hocaefendi’nin makalelerinde beyan, yalnızca mânâların vuzuhu, kelimelerin sesi ve belli maksatların ifadesi değildir; o, aynı zamanda düşüncelerin dili, hislerin mûsıkîsi, kalbin heyecanı ve Allah’a muhatap olmanın da tercümanıdır. Onun seviyeli ve hedefli hitabı, mantığın uyanışını, ruhun şahlanışını, kelimelerin sihrini ve beyanın ezelî macerasını gösteren bir büyü tesiri icra eder ve muhataplarına, dinimizin ululuğunu, milletimizin zenginliğini, fertlerimizin ismet ve iffetini, fatihlerimizin cehd u gayretini, millî üslûbumuzu ve millî şivemizi duyurur.

Muhterem Müellif, en ciğersûz hâdiseler karşısında dahi tam bir istikamet insanı portresi ortaya koyarak, onca saldırıya rağmen asla kendi nezih üslûbundan taviz vermemiş; her zaman yüksek karakterinin gereğini sergilemiş; “müsbet hareket” düsturunu kendi tavır ve davranışlarıyla şerhetmiş; zalimce bir muamele kabul ettiği “mukabele-i bilmisil”i, kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi aklından bile geçirmemiş ve bütün bu hususiyetleri, yazdığı değerli makalelere içirerek bize yakışan üslûbu irşad buyurmuştur.

Hocamız, her makaleyi, bir annenin doğum sancılarıyla kıvranması gibi, ızdıraplarla kıvrım kıvrım kaleme almaktadır. Zira, fikir namusu veya düşünce iffeti de diyebileceğimiz; ulvî hakikatleri anlatmada, fantastik ve muğlak ifade avcılığı yapmama, pespâye sözlere ve bayağı ifadelere yer vermeme, kullandığı her kelimeyi bir kuyumcu titizliğiyle seçerek dilin safvetini koruma, okuyucuyu mutlaka hayra ve güzele yönlendirme gibi hususlarda çok hassas davranmaktadır.

Sanki o, şehadet âleminde olup bitenlerin misal âlemine akseden siluetlerini oranın gözüyle seyretmekte ama anlatırken –okuyucuyu da düşünerek– alışageldiğimiz dili kullanmaktadır. Dolayısıyla, müşahhasın dar kalıplarında boğulmamakta, sürekli mücerredin enginliğinde yol almaktadır. Onun yazdıklarını okurken, öteleri seyredip orada gördüklerini buranın lisanıyla anlatan bir zatı dinlediğiniz hissine kapılırsınız. Bu yüzdendir ki, sembollerin bambaşka bir hüviyete büründüğünü görür, soyut kavramların çok şık bir elbise giymiş gibi önünüzde poz verdiğine şahit olur, kâinatın her parçasının bir hatip misali sizinle konuştuğunu duyarsınız.

Makalelerin her birine yansıyan üstün şiir lezzeti, derin mûsıkî havası, kelime ve terkip zenginliği, her cümlede size göz kırpan belâgat inceliklerinin sıralanışı, edebî sanatların kullanımı, bazen duygu yoğunluğuna göre devrilen cümleler ve bütün bunlarda kat’iyen bir sunîliğin, zorlamanın bulunmaması gibi hususiyetler vesilesiyle bambaşka bir okuma zevki tadarsınız. Onun üslûbundaki okuyucuya hürmet, bütün canlılara merhamet, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara karşı muhabbet ve her satırda kendini hissettiren mahviyet sizi öylesine sarar ki, aklınız doyarken ruhunuzun da mutlaka beslendiğini duyarsınız. Âdeta ağlayan bir kalbin yanaklarından süzülen damlalardan, kanayan bir vicdandan akan katrelerden meydana gelen cümlelerle nakış nakış işlenmiş olan her yazıyı bir dua, bir münâcât ya da bir hutbe gibi defalarca sesli sesli okumak; okuyup onları herkesle paylaşmak ve duymayanlara da duyurmak istersiniz. Ve çoğu zaman “keşke” demekten kendinizi alamaz; “Keşke, hoşgörü anlayışına karşı hasımca davrananlar da bu sesi duysalardı. N’olaydı, milyonda bir ihtimali dahi değerlendirip diyalog gayretlerinin altında menfî garazlar arayanlar, müsbet düşünmeye hiç yanaşmayan ve dolayısıyla önlerindeki binlerce güzel örnekten hiçbirini göremeyenler de bir kerecik olsun “Sükûtun Çığlıkları”na kulak verselerdi. Ne olurdu, kendi vehimlerinin isi-dumanıyla kirleneceklerine şu nurlu ifadelerin ışık yağmurlarıyla yunup yıkansalardı.” dersiniz.

“Örnekleri Kendinden Bir Hareket” isimli bu başucu kitabı vesilesiyle, düşünce dünyamıza kazandırdığı eşsiz eserlerden dolayı muhterem Hocamıza sonsuz şükranlarımızı arz eder; bundan sonra da, önümüze dizdiği işaret levhalarıyla yolumuzu aydınlatması intizarı içinde olduğumuzu belirterek, zat-ı âlilerine Cenâb-ı Allah’tan sağlık, sıhhat ve afiyet dileriz. Ayrıca, bu kitabı neşreden Nil Yayınevi’ne ve dizgi, tashih, baskı, dağıtım gibi tüm safhalarda emeği geçen bütün arkadaşlarımıza teşekkürlerimizi sunarız.

Dualarınıza vesile olması istirhamıyla…

Osman ŞimşekAralık 2003

-+=
Scroll to Top