TARİHTEN GÜNÜMÜZE HİCRET

Soru: Sahabenin yaptığı hicretle, dış ülkelere giden insanımızın gitme keyfiyeti arasında nasıl bir bağ vardır? Bir de oralara değişik maksatlarla gittikten sonra iman ve Kur’ân hizmetine uyanan insanların bu meselede hisseleri nedir?

Lügat mânâsı itibarıyla hicret, değişik vesilelerle, insanların yurtlarını terk ederek başka bir yere göç etmelerine denir. İslâmî terminolojide ise, 622 senesinde Allah Resûlü’nün ashabıyla beraber, İslâm dinini daha rahat bir ortamda yaşamak ve anlatmak maksadıyla Mekke’den Medine’ye gerçekleştirdikleri göçün adıdır. Vâkıa, bundan önce Habeşistan’a iki hicret gerçekleştirilmişti ama, bunları sahabe, Peygamber’siz gerçekleştirmişti; dolayısıyla da hicretle beraber gelen meyveler tam devşirilememişti. O açıdan da, hicret denince akla ilk gelen, “Mutlak zikir kemâline masruftur.” kaidesince, Medine’ye göçle gerçekleştirilen hicrettir.

Efendimiz döneminde gerçekleştirilen bu hicrete verilen önem, daha sonraki dönemlerde o ölçüde olmamıştır. Allah Resûlü, Mekke’de iman eden herkese, “Hicret etmeye de biat edeceksin.” diyor ve el sıkarken âdeta terazinin bir kefesine imanı, bir kefesine de hicreti koyuyordu.

Evet, Mekke’de davetin artık yapılamaz hâle gelmesi, dışa açılmayı ve Müslümanların kendi ayakları üzerinde durabileceği bir yere gitmelerini de zaruri kılıyordu. Aynı zamanda bu hicret sayesinde Medine’de kurulacak site devletiyle İslâm, kâmil mânâda ve kendi orijini ile temsile kavuşacaktı. İşte bu hicret, bu yeni İslâmî tekevvünün desteklenmesi adına ayrı bir önem arz ediyordu. Efendimiz’in, لَا هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ وَلٰكِنْ جِهَادٌ وَنِيَّةٌ “Mekke fethinden sonra hicret yoktur, ancak cihad ve niyet söz konusudur.”1 beyanları da, bu hicretin hususî olduğunu açıkça ifade ediyordu. Dolayısıyla gerçek hicret belli bir zaman diliminde Mekke’den Medine’ye yapılan hicrettir; bundan sonra gerçekleştirilen hicretler ise ancak, çok sağlam bir niyetle kıymet ifade edecektir.

İlk hicret için bu ölçüde bir kararlılık şart değildi. Çünkü herkesin din için hicret ettiği belliydi. Fakat daha sonraki hicretler, o ilk hicret gibi belli bir zaman dilimi içinde o ölçüde muazzam bir iş olmadığından, bazı ibadetlerde olduğu gibi onlarda da niyeti tayin ve tebyin etmek gerekecek.

Meselâ Ramazan-ı şerifte hangi oruca niyet edilirse edilsin Ramazan-ı şerife niyet edilmiş olur; çünkü o bir aylık zaman zarfı, bu işe tayin ve tahsis edilmiştir. Ama senenin herhangi bir gününde oruç tutarken, bu nafile olabileceği gibi kaza veya başka bir oruç da olabilir. Öyleyse onu geceden tayin etmek lâzımdır. Bu itibarla ilk hicret edenler, hicret etmiş olurlar, ama onların içinde sadece niyetini hâlis tutmayanlar –var mıydı bilmem– onun sevabını tam alamamışlardır. Bundan sonra ise bir ülkeden başka bir ülkeye ister muvakkat, isterse müebbet olsun göç ederken, niyet ciddî önem arz etmektedir.

Meselâ Türkiye’den çıkıp değişik memleketlere giden insanlar, niyetlerini çok geniş dairede Allah rızası için tutabilirler. Meselâ onlar, şu mülâhazalar içinde olabilirler:

Bir; bizim ülkemiz, fakirler, mağdurlar, mazlumlar ülkesidir ve bizim en büyük kaybımız da, dünyayı iyi anlayamamamızda ve muasırlarımız zenginleşirken bizim fakir kalışımızdadır. Üstad da diyor ki: “Bizim üç düşmanımız var birincisi fakirlik, ikincisi tefrika, üçüncüsü de cehalet.”2 Ne olursa olsun bu ülke iyi idare edilemediğinden, oldukça fakir kalmıştır.

İkincisi de Türkiye uzun yıllar boyunca cehalet içerisinde kalmıştır. Öyleyse biz de tıpkı Japonlar gibi dünyanın değişik yerlerine “şedd-i rihâl” ederek o ülkelerde olan ilim ve teknoloji adına ne varsa onu kendi ülkemize taşımalı ve ülkemizi bir an evvel mamûr etmeliyiz. Bunu yaparken de sadece Allah’ın rızasını kazanmayı düşünmeliyiz. Çünkü Allah (celle celâluhu), mü’minlerin, başka milletlerin sultası altında yaşamalarına razı değildir. Evet başkalarının hâkimiyetleri altında yaşayanların, her an Allah’ın gazabına uğrama ihtimalleri söz konusudur.

Böyle olunca, mü’min her zaman ciddî bir gayret-i diniye ile; işte ben yurdumu, yuvamı anne-babamı terk ediyor ve başka bir ülkeye gidiyorum. Transfer edilecek şeyi transfer edip onu ülkeme getirmeli ve bir an evvel şu mazlumlar, mağdurlar, mağmumlar ülkesini gadirden, kederden, zulümden, ezilmişlikten kurtarmalıyım –tabiî Allah’ın izni, inayeti ile ve O’nun rızası için– düşüncesiyle hareket etmelidir.

İşte bu mülâhaza ile hareket eden insanlar, daha ilk hareketleri olan pasaport muameleleriyle sevap turnikesine girmiş olurlar. Çünkü böylesine önemli bir meseleye karar verip; o iş için programlanıp, sonra o işin mukaddimatı diyebileceğimiz pasaport, vize, referans vb. gibi işlemler için bir sürü meşakkati göğüslemek, şüphesiz o şahsa dünya kadar sevap kazandıracaktır. Bunu nereden çıkarıyoruz? “Sevap yolunda, mutlak sevabı elde etmek için yapılan her şey sevaptır.” sözü dini bir prensiptir.

Evet hâlis bir niyetle insan kendisini bu işe programlar ve nezrederse, başlangıcından sevap yoluna girmiş olur ve gittiği yerde de bu hâlis niyetini devam ettirirse –inşâallah– hicret sevabına erer.

Meselâ birisi bir üniversitede endüstri üzerine bir araştırma, biri doktora üstü bir çalışma, öbürü başka bir çalışma için lisan öğrenirler. Onların bütün bu gayretleri, netice itibarıyla çok büyük hayırları elde etmeye vesile olacağından dolayı, o vesile oldukları şey ne ise, onun kadar sevap kazanırlar. Bu zâviyeden “İngilizce öğrenme sevap mıdır?” dense, cevabım: “Evet, niyetin hulûsuna göre İngilizce öğrenmek de sevaptır.” olacaktır. Eğer İngilizce bizim şu anda diğer batı ülkeleri ile aramızdaki mesafeyi kapamak için bir merdiven ise ve aynı zamanda İslâm’ı tebliğde güçlü devlet olmanın bir avantajı söz konusu ise, lisan öğrenmek de sevaptır.

Buraya kadar anlattıklarımız, niyetini baştan hicret mülâhazasıyla yapanları ilgilendiriyordu. Bunun yanında, bazıları da oralara halis bir niyetle gidememiş olabilirler. Giderken, Allah için değil de şöhret, para vb. elde etme gayesiyle gidebilirler. Onlar da niyet ettikleri şeyi elde ederler. O’nun için gitmek isteyenler namaza niyet ediyor gibi çok sağlam bir niyet etmelidirler. Daha önce gidenlere gelince, bu türlü ibadetlerde başlangıç itibarıyla niyet şart olmadığından tashih-i niyet edip niyetlerini yenileyebilirler. Yani, ben buralara başka maslahatlar için gelmiştim, hatta burada iyi bir iş bulursam çalışayım diye düşünmüştüm.. buraya gelince gördüm, düşündüm, kendi kendime karar verdim ve dedim ki: Benim altın soyum, başkalarının kapısına ancak ve ancak kendini ifade etmek için gitmişti. Ben de her ne kadar başka niyetlerle gelmiş olsam da, tashih-i niyet ediyor ve birikimimle ülkeme döneceğim âna kadar burada bulunduğum sürece insanlığa yararlı olmayı düşünüyorum.

İşte bizler de belki, ancak bu mülâhazalarla sahabenin yanında yerimizi alabiliriz.

1 Buhârî, cihâd 1; Müslim, imâret 86.

2 Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.61 (İlk Hayatı).

-+=
Scroll to Top