Tarihî Dinamikler
Bir ülkenin büyüklüğü, topyekün o ülkede yaşayanlarla temsil edilir. Hayatın bazı sahalarındaki kahramanları ve kahramanlıkları anlatıp destanlaştırmakla bir millet anlatılmış olmaz. Bir milleti anlamak ancak, onun bütün zamanlara ait hususiyetlerinin ve bütün fertlere şamil millî meziyetlerinin ortaya çıkarılmasıyla mümkündür.
Bu devasa işi de, bir ülke ve ona ait hususiyetleri, bir millet ve ona ait meziyetleri görüp değerlendiren “kudsî şahitler” diyebileceğimiz gerçek mütefekkir ve sanatkârlar yaparlar. Bütün bu millî hususiyet ve meziyetleri, eli kalem tutanlar yazılarıyla, ressamlar resimleriyle, şairler şiirleriyle, nâsirler nesirleriyle, mimarlar âbideleriyle, mûsıkîşinâslar da beste ve nağmeleriyle tespit eder, işler, mırıldanır, sergiler; ruhlarımıza duyurur ve sevdirirler.
Bu sayede, zamanın ruhunda saklı bulunan bütün görkem ve ihtişam ortaya çıkar. Ve yine bu sayede, fikirsiz, hissiz, hareketsiz ve ruhsuz geçip gittiği zannedilen belli zaman dilimlerinin, hiç de sanıldığı gibi boş olmadığını; içinde bulunduğumuz zaman gibi onların da duygularla dopdolu olduğunu duyar, hisseder; bugünün yanında dünü ve daha önceki günleri de beraber yaşarız.
Müzeler, kütüphaneler, arşivler, muhtelif devirlerin hususiyetlerini aksettiren sanat eserleri ve vesikalarıyla, o devirlerin miraslarını koruyan en kuvvetli hazinelerdir. Evet, bizim en paha biçilmez hazinelerimiz, saraylarımız, kervansaraylarımız, âbidelerimiz, mâbedlerimiz, kütüphanelerimiz ve arşivlerimizdir.
Evet, millet olarak bütün hususiyetlerimiz, meziyetlerimiz, karakterimiz, aşkımız, hamasetimiz ancak sanat sayesinde ölümsüzlüğe erer, ebedîleşir ve gelecek nesillere intikal eder. Sanatın takdirkâr kolları arasında yükselme şansını elde edememiş bütün güzellikler, harikalar, kahramanlıklar hafızalardan silinip gitmeye mahkûmdur.
Üstad kalemlerin ele aldığı büyük millî eserler tarihî değerlerimiz adına milletin hafızası gibidir. Bu hafızaya kaydedilmiş bütün dinî ve millî değerler, nesiller boyu herkesin, karşısına geçip kendine çeki düzen vereceği bir endam aynası ve her zaman içine kovasını salıp “âb-ı hayat” çıkaracağı bir kevser kaynağıdır. Böyle bir endam aynasından mahrum olan milletlerin özleriyle kalmaları oldukça zor; böyle bir kaynağa ulaşamayanların da yaşamaları imkânsızdır.
Bizler, yeryüzünde pek çok medeniyetler kurmuş, şanlı ve muhteşem geçmişi olan bir milletiz. Ancak, ne yüksek zevklerimizi, ne medeniyet felsefemizi, ne de tarihî zenginliklerimizi, dünyaya tesirimiz ölçüsünde kat’iyen anlatamamışızdır. Anlatmak şöyle dursun, layıkıyla araştırıp, öğrenip hafızalarımıza nakşettiğimiz dahi söylenemez.
Daha hazini de, dünyanın dört bir yanında sahip olduğumuz toprakları, dinî ve millî değerlerimizi koruma uğrunda gösterdiğimiz kahramanlıkları, mukaddeslerimizi muhafaza yolunda elde ettiğimiz şehitlik ve gazilikleri, ebedî kalacak şekilde ifade edememiş, destanlaştıramamış ve üstadca şiirlerin, nesirlerin ölümsüzleştiren iklimine emanet edememişizdir.
Kim bilir, milletimizin, nice dâsitanî ve harika yanları böyle bir vefasızlığa uğrayarak kaydedilmedi ve unutulup gitti..! Firdevsî, milletinin mağlubiyet sahneleri arasından, kendince bulup çıkardığı tabloları, ifade üstadlığının bütün gücünü kullanarak “altmış bin” beyitlik “Şehnâme”siyle destanlaştırdı. Eğer Firdevsî, dillere destan o şairlik otağını, soylu milletimin dolaştığı zirvelere kurabilseydi, kim bilir nasıl fevvareler gibi fışkıracak, girdaplar gibi derinleşecek ve yanardağlar gibi ateş olup dört bir yana savrulacaktı..!
Vâkıa, bir başka yazıda da ifade ettiğimiz gibi, kimi millet tarih yapar, kimisi de tarih yazar. Ben, bizim milletimizi birinci kategoriye dâhil görüyorum; o nazımlara, nesirlere, destanlara malzeme üretmiş, sonra da arkasına bakmadan çıkıp gitmiştir. Artık bundan böyle o malzemeyi kullanmak ve onları nazımlarla, nesirlerle ve mermerlerin çehrelerinde hakkedeceğimiz çizgilerle ebedîleştirmek, korumaya almak bütünüyle arkadan gelen nesillere kalıyor; ve bu aynı zamanda bir vefa borcudur da. Şayet bu borç yerine getirilmezse; korunmaya alınmadığı, hafızalara işlenmediği için en harika ve dasitanî şeyler dahi silinip gidecek ve muhteşem tarihimiz içinde hiçbir yazı bulunmayan görkemli, boş bir defter hâline gelecektir. Hatta bir mânâda gelmiştir de…
Evet, bizim şanlı geçmişimizde, başkalarının ütopyalarda aradığı medeniyetlerin en muhteşemi, hem de insanî değerlerin bütünüyle kucaklaşır şekilde teessüs etmiş ve asırlarca da sürüp gitmiştir.
Ne var ki, bu parlak dönemlerin tarihi o gün yazılmadığı gibi bugün de yazılmış sayılmaz. Bizim milletimiz dünya karşısında henüz kendi kendini anlatamamış, kendi varlığına şehadetini ilan edememiş ve tarihî ihtişamına omuz veren dinamikleri de nazara alarak, kendi medeniyet tarihini yazıp ortaya koyamamıştır.
Bir zamanlar, söze önem verilmiyor, iş yapılıyordu. Söz faslı başlayınca da, ikbal idbara dönmüş ve yazacak bir şey kalmamıştı. Sanki bir dönem, bir türlü fiilden fikre geçmiyor ve yaptıklarımızı anlatamıyorduk. Fikre geçmeye karar verdiğimiz zaman da, iş ve aksiyondan uzaklaşmış bulunuyorduk. Zaten, hayatın değişik yönlerindeki hezimetlerden ötürü, fazlaca yazacak bir şeyimiz de kalmamıştı. Daha sonraki bir tâli’siz dönemde ise, Romalıların barbarca düşüncelerle Kartacalılara yaptıkları aynı şeyleri biz kendi tarihimize yaptık. Asırlar boyu milletimizi ayakta tutan bütün tarihî dinamikleri yıktık ve âdeta baykuşlara şehrayinler tertip ettik…
Bütün bunlardan sonra, bilmem ki, nesiller, nasıl ve hangi yollarla kendi dünyalarına ve kendi iklimlerine ulaşacaklardı? Nasıl asimilelerden korunacak ve nasıl “biz” diyebileceklerdi..? Bugün olsun, o harikulâde kıymetler hazinesi arşivlerimizi açmaz; “eski kitaptır” diye kaldırıp bir tarafa attığımız kitaplarımızı tetkik ve mütalâaya sunmaz; bir kısmını kendi ellerimizle yıktığımız, bir kısmını da zamanın insafsız dişleri arasında aşınıp gitmeye terk ettiğimiz o baş döndürücü âbidelerimizi, o harika mimarî eserlerimizi tanıyıp sevmez ve başkalarına da tanıtıp sevdirmezsek, bir kısım zavallı gençlerimiz “Garb Garb” deyip kendi ülkelerinde, gurbetler içinde boğulup gideceklerdir.