TEBLİĞDE USÛL VE YÖNTEM

Soru: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir sahabiye: “Müslüman ol” dediğinde, o sahabinin: “Kendimi isteksiz buluyorum.” demesine mukabil; “İsteksiz olsan da Müslüman ol.”1 buyurmasının, Müslümanlara verdiği mesaj nedir?

Aslında başka pek çok insan bu şekilde isteksiz Müslüman olmuş ama sonra da Efendimiz’in sohbetinin vermiş olduğu insibağla derinleştikçe derinleşmişlerdir. Zaten herkesin birdenbire Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi Müslüman olması ve o ölçüde derinleşmesi de beklenemez. Hatta Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi sahabilerin dahi belli bir müddet direnmesi söz konusu olmuştur. Ne var ki, onların bu durumu hiçbir zaman bir inat ve temerrüt olarak da değerlendirilmemelidir. Çünkü daha sonraki zuhur, ilk programlanmanın neticesidir; onlar kalben ve fikren programlandığı şeye ulaşamadıklarından dolayı belli bir dönem başı açık, yalınayak hayalleri ile dolaşmışlardır ama yürekleri hep Müslüman olarak çarpmıştır. Ve bir gün gelmiş, artık en küçük bir tereddüt dahi yaşamamışlardır.

Aynı şekilde Hz. Hamza da, –Efendimiz’le aralarında bir yaş var veya yoktur– gelip Müslüman olduğu dönemde 45 yaşlarında bir insandır. Bir hadisin ifadesine göre 45 yaşı, hem Müslümanlık adına, hem de küfür ve dalâlet adına ilk damganın vurulduğu dönemdir. Yani belli bir yaştan sonra insan mafsallarının kireçlenip, artık rahat hareket edememesi gibi, bu yaştan sonra da bir insanın duyguda düşüncede ve ruhî yapısında değişmesi çok zordur. Onun için Cenâb-ı Hak, Hamza’ya çok önemli bir kombinezon hazırlamış ve onu kendisinde şok tesiri yapacak bir hâdisenin içine çekmiştir. Hâdise hepimizce malum; bir yerde ashab-ı kirama eziyet edilmiş, Efendimiz’in başına taş, toprak saçılmış ve hakaretin en utandırıcılığı yapılmıştı. İşte o esnada Hz. Hamza aslan avından dönmüş geliyor ve tam bir metafizik gerilim içindeydi. O, bu haliyle Mekke’ye girerken yeğenine yapılan hakaretler kulağına fısıldanıvermişti. Işığa ermeden de onun çok nezih bir ruhu vardı ve tam bir peygamber amcasıydı. Yeğenine yapılan onca hakaret, fevkalâde rikkatine dokunmuş ve hemen oracıkta Efendimiz’e taraf olduğunu ilan edivermişti.2 Dolayısıyla o, normal bir yerde otururken, “Gel amcacığım, Müslüman ol.” sözü ile değil de, kendisinde şok tesiri yapacak böyle bir hâdise ile karşı karşıya kalınca yıldırım süratiyle Müslüman oluvermişti. Demek onun bu son adımını atabilmesi için, böyle bir hâdiseye ihtiyaç vardı. Siyer felsefesi açısından bence bu mesele oldukça önemlidir.

Siyerciler, Seyyidina Hz. Hamza’nın, Müslüman olduktan sonra yirmi dört saat tereddüt geçirdiğini nakletmektedirler.3 Her ne kadar bir şok tesiri ile işin içine girmişse de, arkada bıraktığı kırk beş yıllık bir hayatı vardır. Zaten bir insanın birdenbire o koskoca hayatı, hem de Müslümanların kâfirlere karşı koyamadıkları ve Mekke’yi bırakıp başka taraflara hicret etmek zorunda kaldıkları bir dönemde bir kenara atması bir hayli zordur ve Hz. Hamza bu zoru başarmıştır. Diğer taraftan kendisi gibi güçlü kuvvetli yüzlerce insan –ki bunlar arasında Hz. Halid, Hz. Ömer gibi güçlü isimler de vardı– sağda-solda dolaşıyor ve Müslümanlığa iltifat etmiyorlardı. Yani ortada iman adına insanın ruhunu şahlandıracak herhangi bir şey görülmüyordu. Diğer taraftan o, Kur’ân’dan çok fazla âyet dinlememiş ve amca-yeğen ilişkisinden dolayı da belli bir büyüklük psikolojisi içindeydi. Çoğu zaman, bu iki büyüklük çatışmasını içinde duyuyor ve semavî büyüklüğe karşı, “Senden mi nasihat alacağım” duygu ve düşüncesine sevk eden amca büyüklüğü altında eziliyor, presleniyordu. Böyle bir insanın muvakkaten bir tevakkuf geçirmesi gayet normaldir. Hâsılı, o da küçük bir tevakkuf yaşadı, fakat Cenâb-ı Hakk’ın inayeti yetişti ve “Sâbikûn u evvelûn” zirvesine yükseltti. Zannediyorum o zaman bu tür insan pek çoktu. Onlardan bir kısmı kazandı, bir kısmı da kaybetti. Meselâ; A’şâ onlardan biriydi. Yumuşak ve nezih ruhlu bu büyük şair, gelmiş İslâm’ı kabul etmiş, fakat Efendimiz’in yanından ayrıldıktan sonra birisinin, “Biliyor musun bu din içkiyi de yasak ediyor.” demesi üzerine, hemen bir düşüneyim demiş ayrılmış, ancak tekrar geri dönmeye ömrü vefa etmemişti.4 Oysa alışkanlığını Efendimiz’e bildirse idi belki, “Hele sen bir Müslüman ol, sonra içkiyi düşünürüz.” diyecekti. Çünkü O biliyordu ki, ertesi günü sohbetle doyacak, huzurun insibağı ile boyanacak, Allah’a kurbiyetle ayrı bir zevk-i ruhanîye ulaşacak ve kısa zamanda alışkanlığını da terk edecekti.. ve kim bilir daha niceleri aynı tâli’sizliğe dûçar oldu!..

Burada konuyla alâkalı olması açısından birkaç misal daha vermek istiyorum: Ebû Süfyan ve Safvan İbn Uyeyne de “Lâ ilâhe illâllah” derken çok içlerine sindirememişlerdi. Bunların kalbleri önce ganimetle telif edilmiş, Müslümanlığa kazanılmış; sonra da Efendimiz’i tanıdıkça, çok hızlı bir değişiklik yaşamışlardı. Meselâ; Hz. Halid büyük bir komutandı. Öyle ki, herkes savaşa katılacağı zaman onun bulunduğu cepheyi tercih ederdi. Elbette ki böyle bir insanın cephe değiştirmesi de kolay olmayacaktı. Ama yerini bulunca da bir hamlede aradaki mesafeyi kapatıvermişti. Ve yine siyercilerin ifadesiyle bir ok gelip gözüne saplandığında, ona bakıp sonra da, “Neye yararsın ki, yetmiş sene kendi sahibini görmedin!” diyecek kadar yürekli davranan Ebû Süfyan da zor yer değiştirmişti ama tam değiştirmişti.5 Bir zaman kendisine ganimet mallarından yüz deve birden verilince, “Vallahi bu insanın hiç açlığa, susuzluğa maruz kalırım endişesi yok. Demek bir insanın bu kadar cömert, bu kadar civanmert olabilmesi için sırtını bir Ganiyy-i ale’l-ıtlâk’a dayaması lâzım.” demişti. İşte bütün bu örnekler, zannediyorum Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davranışlarındaki isabeti göstermesi açısından yeterlidir.6

Evet, başta sadece hisleriyle bağlanıp Müslüman olanlar, daha sonra Efendimiz’i ve O’nun sadık arkadaşlarını tanıyınca İslâm’a kuvvetli bağlarla bağlanıvermişlerdi. Bu mânâda bir kaynaşma ve gönüllerin fethedilmesine vesile olduğu için Kur’ân-ı Kerim, Hudeybiye anlaşmasına “Apaçık fetih”7 demiştir. Çünkü bu dönemdeki sulh ve beraber bulunma sayesinde gönüller İslâm’a birdenbire ısınıvermişti. Evet Müslümanların yumuşak halleri, gönüllere girmedeki samimiyetleri bütün insanları onlara çekiyordu. Osman İbn Talha, Amr İbn Âs, Halid İbn Velid gibi isimler, bu dönemde kazanılmışlardı. Zaten bir ön yargı ve şartlanmışlık söz konusu değilse, Efendimiz’i ve ashabını gören kimsenin Müslüman olmaması düşünülemezdi. Zannediyorum o şartlanmışlıktan sıyrılarak bakan herkes, Abdullah İbn Selâm gibi –ki o bir Yahudi’dir– “Vallahi bu çehrede yalan yok.”8 diyebiliyor ve hemen yer değiştiriyordu.

Netice olarak insanlarla bir arada bulunup ortak değerleri paylaşma, Allah’ın izniyle nice katı gönülleri yumuşatmış ve fethetmiştir. Bu yüzden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları ilk etapta o kudsî dairenin içine çekmeye çalışmış ve isteksiz olsalar da onların Müslüman olmalarını istemişti…

1 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/109, 181; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 6/471.

2 Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/128-129; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/213.

3 Bkz.: el-Hâkim, el-Müstedrek 3/213.

4 Bkz.: el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 3/56.

5 Bkz.: İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 6/158.

6 Müslim, zekât 137; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/152-153.

7 Fetih sûresi, 48/1.

8 Tirmizî, kıyâmet 42; İbn Mâce, ikâmet 174; Dârimî, salât 156.

-+=
Scroll to Top