Tecellî

Görünme, belirme, ortaya çıkma ve Allah’ın hususî lütuflarına nail olma da diyeceğimiz tecellî; Cenâb-ı Hak’tan gelen mearif nurları sayesinde, sâlikin kalbinde ilâhî sırların ayân olması hâlidir ki; her hak yolcusu istidat ve seviyesi ölçüsünde bu vâridâtı vicdanında duyabilir.

Ulvî-süflî, basit-mürekkep hemen her ortamda ve hususiyle de zâhiri ve bâtını itibarıyla bütün kemalâta namzet ve ona en mücellâ bir ayna konumunda bulunan insanda, görülüp sezilen, duyulup hissedilen tecellîye “tecellî-i âsâr”; ilâhî ef’âlin kulun kalbinde münkeşif olması ve bakış zaviyesini ayarlayıp –Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle– tabiatperestliğe düşmeden “tecellî-i esmâ’ya açılma mazhariyetine “tecellî-i ef’âl”; ilâhî isimlerin nurları altında tamamen onların rengine boyanıp ve duygular itibarıyla onların aynası hâline gelmeye “tecellî-i esmâ”; Allah tarafından mü’minlere, hususiyle de sadık kullara ifâza olunan ve onları dört bir yandan saran tecellîye “tecellî-i rahîmî” veya “tecellî-i hâs”; bütün mevcudata ifâza olunan ve vücud hakikatine bakan muhit tecellîye “tecellî-i Rahmânî” veya “tecellî-i âmm”; Allah sıfatlarından birinin veya birkaçının mü’min bir kalbte münkeşif olmasına “tecellî-i sıfat” –ki böyle bir mazhariyete eren kimseye Cenâb-ı Hak onda tecellî ettireceği herhangi bir sıfatın in’ikas veya inkişafı sayesinde o kulunu, insan üstü bir seviyeye ulaştırır ve ona işitilmeyen sesleri işittirir, görülmeyen nesneleri gördürür– mebdei Zât’tan ayrılıp tamamen taayyün edecek şekilde ilâhî sıfatlardan herhangi bir sıfatla alâkalı meydana gelen tecellîye “tecellî-i sıfâtî”; tecellî-i esmâ ve sıfâtın tavassutuyla, Hazreti İlim veya Vücud’un kâmil bir kalbte inkişafına “tecellî-i Zâtî” denir ki, böyle bir tecellîde esmâ ve sıfât-ı ilâhî itibara alınmama gibi bir mülâhaza söz konusu olsa da, işin aslı Cenâb-ı Hazreti Vacibü’l-Vücud ancak, esmâ hicabı ve sıfât muhitiyetiyle mülâhaza edilebilmektedir.

Hazreti Zât’a ait tecellî, külliyet ve asliyet planında bütün varlığın vücud-u ilmîden, haricî vücud ufkuna ulaşmasının ‘ille-i gaiye’si kabul edilen Hz. Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa’ya has tecellî-i ulûhiyet ve rubûbiyet –ki ümmeti de bu tecellîyi cüz’iyet ve zılliyet ölçüsünde paylaşır– bir dağ vasıtasıyla Hz. Musa’ya mahsus sırf tecellî-i rubûbiyet bu tecellî-i âzamın kemmiyetsiz-keyfiyetsiz bir buudunu teşkil etmektedir.

Son hususu sofîce bir yaklaşımla şöyle de yorumlayabiliriz: Hz. Musa’nın böyle bir tecellîyi talebe cür’eti, Hazreti Vücud-u Hakk’a aşkı ve O’nunla konuşmaya olan iştiyakının heyecan, helecan ve kalakıydı ki, Hz. Hakikat-i Ahmediye’nin zuhurunun vesilesi olan Hz. Âdem’in memnu meyveye el uzatması misillü, onda tahammül-fersâ böyle bir arzu ve temayül hissi uyarmıştı.

Evet, Hz. Musa, peygamberlik emarelerinin peşi peşine zuhur ettiği bir sırada, “son nokta” deyip köpük köpük bir iştiyakla; “Rabbim göster (cemalini) bakayım Sana.”1 diye inlemiş; hikmetle gürleyen lisan-ı kudret de: “Sen asla Beni göremezsin!”2 mukabelesinde bulunmuştu. Yani, sen nasıl Beni görebilirsin ki, henüz “أَرِنِي” perdesinin verâsında ve ikilik kaydıyla mukayyet bulunuyorsun.. oysaki, sen, O’nun varlığının nurunun bir gölgesisin. Eğer, فَبِيَ يُبْصِرُ “Benimle Beni görür.”3 ufkuna yükselebilirsen; işte o zaman –لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ “Gözler O’nu ihata edemez.”4 hakikati mahfuz– Beni görebilirsin. Evet bakmak istediğinde, varlık dağına yokluk bakışıyla bakmalısın ki, tecellî vaktinde varlık dağı olduğu gibi kalsın ve sen de göreceğini görebilesin. Heyhât ki, böyle bir şeye Hz. Ahmed ü Muhammed’den başkası mazhar olabilsin..! Derken iştiyaka cevap, taleb-i rü’yete ret sadedinde Hazreti Rab, Tûr veya mahiyet-i Musa’ya tecellî etti; etti de Tûr veya Hz. Musa, yahut ikisi birden sarsıldı ve yerle bir oldular. Ders-i irşad bitip de Hz. Musa, rubûbiyet tecellîsinin satvetiyle içine düştüğü mahiyet-i beşeriye baygınlığından uyanınca: “İlâhî! Seni lisan-ı kudsî ile takdis ve noksan sıfatlardan da tenzih ederim. Ben artık, bütün bütün ‘fenâ fillâh’ ve ‘bekâ billâh’ mülâhazasıyla Sana müteveccihim. Bizler Sen’i enaniyetimizin zulümâtıyla değil, ancak Sen’in Zât’ının nurlarıyla müşâhede edebiliriz. Ve ben bunun böyle olduğuna ilk îmân edenlerdenim.” dedi. Sözün özü:

عِشْقِ جَان طُور آمَدْ عَاشِقا……طُور مَست وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا

“Aşk, Tûr’un cânı mesabesinde oldu.. ve Tûr âşıkâne mest olunca, Musa da bayılıp yere yıkıldı.”

Tecellî-i rubûbiyetin birkaç perdesi vardır:

1. Tecellî-i Zât’tır. Bu tecellî her ne kadar esmâ ve sıfât ötesi bir tecellî ise de, mülâhazada infirat esası söz konusudur. Muhammediye sahibi, satır aralığında itizali iğneleyerek bu ruhanî idraki şöyle ifade eder:

Hayali nakş-ı cânımda münkeşif olalı gönlüm

Hep ism ü resmi mahvetti bu tasvir-i misalîden.

Yüzünü görmeye imkân, çû vardır arz-u mendim,

Kulağım hâlîdir zira kelâm-ı i’tizâlîden…

2. Tecellî-i Sıfât’tır ki, Zât’tan ayrı ve muayyeniyet içinde bir veya birkaç sıfatla olan tecellîdir ve iki bölümde mütalâa edilir:

Birincisi, ashab-ı temkinin mazhar bulunduğu celâlî tecellî, ikincisi de, erbab-ı telvinin lâzımı olan cemalî tecellîdir.

Bu itibarla, bir sâlike vücud sıfatıyla tecellî edildiğinde, eğer o zât temkin ve teyakkuz erbabından değilse, Hz. Cüneyd gibi: “Cübbemin altında O’ndan gayrısı yoktur.” diyebilecektir. Vahidiyet sıfatının tecellîsi söz konusu olduğunda, yine erbab-ı temkin olmayanlar, zevk ettikleri hâlâtı, Hz. Bayezid gibi: “Ben özümü tesbih ederim; şanım ne yücedir!” şeklinde konuşabileceklerdir.

Bekâ sıfatının ihata ve istilası bahis mevzuu olduğunda da Hallac-ı Mansur misillü: “Ene’l-Hak” türünden şathiyyat söz konusu olabilecektir.

Ve tabiî, zevkî ve hâlî olarak değil de, hakikî bir temessülle kudret ve iradeye mazhar olan birisi için ki asliyet planında –o Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a has bir keyfiyettir– “Attığını Sen atmadın; bilesin ki onu Allah attı.”5 şeklinde tecellî edecektir. Veya hallâkiyet sıfatına bir mir’ât-ı mücellâ olma haysiyetiyle Hz. Mesih için “Çamurdan kuş şeklinde bir şeyi inşa edip ona üfürürsün de o da biiznillâh kuş olur.”6 mahiyetinde bir fevkalâdelik söz konusu olacaktır.

3. Tecellî-i Ef’âldir.. ve bu tecellî, tecellî-i sıfâttan bir bölüm olup fâni fiillerin bâki fiillerde fenâ bulması demektir ki, bunu da yine Muhammediye sahibi gayet selis bir üslûbla şöyle ifade eder:

Yine arz eyledi Dilber nûrun kasr-ı Celâlîden,

Yine nâlân-ı şeydâyım şarâb-ı Lâyezâlîden,

Yine keşf-i hicab etti gözüm gönlüm cehaletten,

Ki, bu câna nida geldi nida-i Züt’teâlîden..

Anın sevdasını buldum, geçip sevda-i sevdadan,

O sevdayı bulan geçti bu sevda-i melâlîden…

………………….

Tecellî pususuna yatmış sâlik, bazen o denli mahmur hâle gelir ki; baktığı her yerde ve her şeyde O’nu duyar, O’nu hisseder; hatta bazen kendisine hâlin galebesi neticesinde nereye baksa, sürekli orada kendini görür ve böyle bir ruh hâletiyle bazen “Ene’l-Hak” iltibasına, bazen de هَلْ فِي الدَّارَيْنِ غَيْر۪ي “İki cihanda benden başkası mı var?” şathiyyatına girebilir.

Şimdiye kadar bu konuda pek çok iltibas yaşanmış ve pek çok şathiyyat duyulmuştur. Biz tek bir örnek verip konuyu kapamak istiyoruz:

اين مَن نَه مَنَم اگَر مَنِي هَسـت تويى……وَردَر مَن پيرَهنِي هَـسـت توئى

دَر رَاهِ غَمَت نَه تَنْ بَمَن مانَد نه جان……وَر زَانكِه تُرا جَان وتَنِي هَست تويى

“Ben ben değilem, eğer ben ben isem o Sen’sin! Eğer üzerimde gömlek varsa o da Sen’sin. Sen’in yolunun gamlısı olarak bende ne ten ne de can kaldı. Eğer benim için bir ten ve can varsa o da Sen’sin.”

Bu kabîl tecellîlerin hemen hepsi sıfatlara taalluk eden bir tür tecellîdir ki, akl-ı meâş veya vehm ü hayallerine aldananlar, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ziya-i himmet dairesinin dışına düşerek hem kendilerini helâk etmiş hem de başkalarını aldatmış olurlar.

Böyle kaygan bir zeminde gelip-gidenlerin hâllerini de isterseniz Mizanü’l-İrfan sahibinden dinleyelim:

İnkişâf-ı Zât etse eğer zuhûr,

Bazı sâlik burada bîkarar olur.

Sâlike ayn-ı belâdır bu hâl,

Mürşid olmak gerek ehl-i kemal..

Yoksa o Mansûr gibi berdâr olur..

Hâl-i sâlik orada düşvâr olur.

Kim “Ene’l-Hak” derse Mansûr olmadan,

Kâfir-i billâh olur cân u ten

Bu mezâlik bir belâdır hâsılı,

Burada durmaz evliyânın ekmeli..7

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِص۪ينَ الْمُخْلَص۪ينَ الْمُتَّق۪ينَ الْوَرِع۪ينَ الزَّاهِد۪ينَ الْمُقَرَّب۪ينَ وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِه۪ وَصَحْبِه۪ أَجْمَع۪ينَ.

1 A’râf sûresi, 7/143.

2 A’râf sûresi, 7/143.

3 el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 3/81; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/580.

4 En’âm sûresi, 6/103.

5 Enfâl sûresi, 8/17.

6 Bakara sûresi, 2/260.

7 Konuyu, daha sonra zât, sıfât, esmâ, âsâr ve ef’âl tecellîleri, açısından biraz daha açmayı düşünürüz (Bkz.: M.F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 3/126 “Tecellî” makalesi).

-+=
Scroll to Top