Tefrid

Tefrid; yalnızlaşmak, dünyadan el-etek çekerek bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olmak.. ve daha has ifadesiyle, sâlikin, hiç kimsenin sahip olamadığı hâl ve makamları ihraz etmesine rağmen, mahviyet içinde ciddî bir tevhid mülâhazasıyla kendi ahvâline karşı kapalı kalıp her şeyi Hak’tan bilmek, Hak’ta görmek, Hak ile duymak ve hep Hak’la bulunmak pâyesidir ki أَنَّ اللّٰهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُب۪ينُ “Allah o apaçık hakkın ta kendisidir.”1 fermanı bu pâyeye işaret etse gerek…

Aralarında televvün benzerliği bulunan “tefrid”le “tecrid” birbirinden farklı mansıb ve zevk hâllerini ifade ederler: Tecrid, ağyârdan tamamen kat-ı alâka edip yâr ile hemdem olma hâli; tefrid ise sâlikin, kendiyle alâkalı ahvâli duyup hissetme yerine, vicdan ve tabiat ibresinin her zaman Hakk’ı gösteriyor olma mazhariyetidir. Tecridde, Hak hedefli kulluk neşvesi; tefridde ise, yol boyu mâbûdiyet mülâhazası hâkimdir. Böyle bir mülâhazanın derinliği de, herkesin istidadına vâbestedir ve duyulup hissedilen şeyler itibarıyla da derece derecedir.

Birinci derecede bir tefrid yolcusu –ki bu, “tefrîdü’l-işareti ile’l-Hak” sözcükleriyle ifade edilegelmiştir– hedefe kilitlenmiş gibi hep O’nu arar, O’nu duymaya, O’nu hissetmeye çalışır ve O’nu görmeye koşar; koşar ama, ne kilitlenmenin keyfiyetini ne de hedefi yakalamak için gez-göz-arpacık mânâsına gelen enstrümanların hususiyetlerini düşünür. O, bir tabiîlik içinde her zaman bunları kullansa da, zihnî, hissî ve fikrî meşguliyeti sadece ve sadece hedef etrafında yoğunlaşmıştır; oturur kalkar hep O’nu düşler. Evet o, bütün mülâhaza kabiliyetleriyle sürekli O’nunla irtibata geçmeye çalışır, O’na ulaşmak için çırpınır durur ve âdeta ömrünü hep bu tatlı rüyanın yamaçlarında geçirir.

Bu ölçüde hedefe kilitlenen bir hak yolcusu, hem teveccühünde hem muhabbetinde hem de müşâhedesinde her zaman tefridin vâridâtını duyar; matlûbunda, mahbûbunda, meşhûdunda tam birlik neşvesine erer; erer de talebinde, aşk u muhabbetinde, şuhûdunda bütün benliği ile tevhide yönelir ve kalbî, hissî, şuurî dağınıklıktan kurtularak kesrette vahdet kevserleri yudumlamaya başlar; başlar ve kasd u teveccüh mertebesinde sürekli bir iştiyak u ataş hisseder; muhabbet mertebesinde mahv u telef dalgaları arasında erir-gider; şuhûd zirvesinde de ağyârdan bütün bütün sıyrılarak “bî kem u keyf” yâr harîmine mahrem olur.

İkinci derecede bir tefrid sâliki –ki bu da “tefrîdü’l-işareti bi’l-Hak” cümlesiyle özetlenmiştir– akdes ve mukaddes feyizlere mazhariyetini veya daha yerinde bir ifade ile “memerriyetini” –eğer mazhar olduğu lütufları bizzat temsil ediyor vehmiyle fahre ve gurura girmezse– duyar ve sürekli hamd ü senâlar ile gerilir ki, bu makam, insan-ı kâmil olma esrarını ve Hazreti Hakk’a mükemmel bir ayna hâline gelme mazhariyetini izhar makamıdır. Hassan b. Sâbit’in:

وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَت۪ي……وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَت۪ي بِمُحَمَّدٍ2

“Ben, bana ait sözlerle Hazreti Muhammed’i medh ü senâ etmedim; ben (O’nun nâm-ı celîlini sözlerime mevzu edinmekle) kendi ifadelerime O’nunla övünülebilirlik kazandırdım.” mısraları bu vetireye ait mülâhazalara ne hoş ışık tutar! Böyle bir lütfu gürül gürül ifade edip haykırmak ise, وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ “Şimdi gel Rabbi’nin nimetini yâd et ve haykır!”3 ilâhî fermanının gereğidir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun: “Ben, Hazreti Âdem evlâdının efendisiyim.. ben, mahşerde ilk haşredilecek olanım.. ilk şefaatçi ve şefaatına müsbet cevap alacak olan benim…”4 kabîlinden şerefsudûr olmuş sözleri ve ashab-ı kirâm efendilerimizin “tahdis-i nimet” nevinden bu tür beyanları, hep bu makama ait mazhariyeti ifade sadedinde söylenmiş iftihar televvünlü Hak ihsanlarını ilan soluklarıdır ki, aslında böyle bir mazhariyet, söz konusu mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî kahramanlarının irfan eşikleri sayılır.. bunun ötesindeki tefrid mertebesi ise, ikinci derecedeki tefrid sâliklerinin, mârifet ufuklarına ait ayrı bir enginliğe bakar ve bize erişilmez bir aşkınlıktan gizli imalarda bulunur.

Erbabınca, “tefrîdü’l-işareti ani’l-Hak” remziyle seslendirilen bu pâye ve mansıp, Hakk’ın en câmi teveccühleriyle, bast ötesi bir inbisat, ilim üstü bir mârifet, takdiri aşkın mehâbet ve mehâfetle zâhir ve bâtın açısından tam maiyyete erme ve iç âlem itibarıyla “cem” soluklayıp, halkın içinde Hak’la beraber olma, Hak’tan alıp halka ulaştırma ve insanlara Hakk’a vuslat kapılarını aralama makamıdır. Böyle bir pâye kahramanının temel hususiyetlerini veya onun iç kimliğini, insanlar içinde insanlardan bir insan olma; her işini rıza yörüngesinde götürme; dünyayı ukbâ ufuklu yaşama; vicdanında her zaman ilâhî maiyyeti zevk etme; duyduklarını, gördüklerini, hissettiklerini başkalarına duyurma, duyurup Hakk’a uyarma; O’ndan gayrı her şeye O’ndan ötürü alâka duyma.. ve her şeyi O’nun varlığının ziyasının bir gölgesi gibi… görme şeklinde hulâsa edebiliriz.

Birinci işaret ufkunda bulunanlar, gaye düşünüp, gaye soluklayıp, gaye rüyaları görürler. İkinci işaret zirvesinde seyredenler, “vücud” nurlarıyla sübühât-ı vechin şuaâtına açık gönül yamaçlarında mazhariyet ve memerriyetlerini “tahdis-i nimet” nevinden seslendirir ve şükürle oturur, şükürle kalkarlar. Hiçbir işaret mertebesine koyup değerlendirmeye cesaret edemediğimiz; ikincilerin tasavvurlar üstü ayrı bir derinliğini paylaşan o en şâhikadakilere gelince, onları sadece vazifeleri ve vazife şuurları itibarıyla heceleyebiliyoruz. Onlar Hak’tan mesajlar alır, halka ulaştırırlar; halkı, Hakk’a vuslata çağırır, aradaki engelleri bertaraf etmeye çalışırlar; yaşamaya yaşatmak için katlanır, yaşatmanın söz konusu olmadığı bir yerde hayatı yaşanmaz bir ızdırap gibi duyarlar. İşte bunlar, hâlis mürşidler ve mübelliğlerdir ki, bunların ilk safını enbiyâ ve mürselîn hazerâtı, ikinci safını da onların has vârisleri teşkil eder.

Birinci derecedeki tefrid yolcuları, her zaman arayış içinde bulunan ve ihlâsa koşan îmân ve mârifet kahramanı muhlislerdir. İkinci derecedeki sâlikler, vefa ve samimiyetini tam ifade edebilmiş mârifet ve muhabbet fedaisi sadıklardır. Vazife ve misyonlarıyla tanımaya çalıştığımız üçüncüler ise, Hakk’ı halka duyuran, aç vicdanları doyuran ve ruhları vuslata uyaran mürşid ve mübelliğlerdir. Bu en son makamın şehsuvarları ilk iki mertebe ile alâkalı evsâfı da haiz olduklarından bunlara âriflerin imamı müntehîler denmesi doğru olur. Bütün müntehîlerin müntehîsine gelince O, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm ve Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Efendimiz Hazreti Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa’dır (aleyhi ekmelüttehâyâ). O’nun daire-i kudsiyesine yakın bir hayli büyük insan ve hatta ulü’l-azm enbiyâ-i izâm vardır.. ve derecelerine göre bunların her biri de müstesna bir hil’atle şereflendirilmişlerdir. Ne var ki, bu meydanın biricik Sultanı da yine o kudsîler ordusunun Başbuğu Hazreti Muhammed Mustafa’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). Başkalarının bir “ân-ı seyyâle”sine canlar feda ettikleri o Hazreti Nûru’l-Envâr’ın iltifatına mazhariyet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hep ahvâl-i mütemadîsi olmuştu. Tabir-i diğerle, başkalarındaki bütün güzellikler ve ziya, O’na akseden ilâhî tecellîlerin in’ikasından ibaretti.

Bür’e sahibi, bu mazhariyeti şöyle ifade eder;

وَكُلُّ اٰيٍ أَتَى الرُّسُلُ الْكِرَامُ بِهَا……فَإِنَّمَا اتَّـصَـلَتْ مِـنْ نُورِه۪ بِهِمِ

فَمَبْلَغُ الْعِلْمِ ف۪يـهِ أَنَّـهُ بَشَـرٌ……وَأَنَّـهُ خَيْـرُ خَـلْـقِ اللّٰهِ كُلِّهِمِ

لَـوْ نَاسَـبَتْ قَدْرَهُ اٰيَاتُهُ عِظَمًا……أَحْيَا اسْمُهُ ح۪ينَ يُدْعٰى دَارِسَ الرِّمَمِ

“Peygamberân-ı izâm’ın getirdiği mucizeler, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurunun onlara ittisali sebebiyledir. (Bizim) bilgi(miz), O’nun hakkında ‘O bir beşerdir.’ der. Ama O, yaratılanların en hayırlısıdır. Eğer O’nun elinden zuhur eden harikalar, O’nun gerçek kıymetine münasip cereyan etseydi; ism-i şerifleriyle dua edildiğinde çürümüş kemikler bile dirilirdi.”

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ وَعَلٰى إِخْوَانِه۪ مِنَ النَّبِيّ۪ينَ وَالْمُرْسَل۪ينَ وَعَلَى الْمَلٰئِكَةِ الْمُقَرَّب۪ينَ وَعَلٰى عِبَادِكَ الصَّالِح۪ينَ مِنْ أَهْلِ السَّمٰوَاتِ وَأَهْلِ الْأَرَض۪ينَ رِضْوَانُ اللّٰهِ تَعَالٰى عَلَيْهِمْ أَجْمَع۪ينَ.

1 Nûr sûresi, 24/25.

2 Bkz.: İbnü’l-Esîr, el-Meselü’s-sâir 2/357; el-Kalkaşendî, Subhu’l-a’şâ 2/321.

3 Duhâ sûresi, 93/11.

4 Müslim, fedâil 3; Ebû Dâvûd, sünnet 13; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/540.

-+=
Scroll to Top