Tekye

Zaviye, dergâh, âsitâne de diyebileceğimiz tekye, ilim, fen ve edeb tahsil ederek ruhanî seyr ile terakkiye çalışanlar için bina edilmiş veya daha sonra bu işe müsait hâle getirilmiş mübarek bir mekân mânâsına gelmenin yanında, daha çok hususî yollarla Allah’a yaklaşmanın araştırıldığı bir “ihsan evi”dir.

Tekyeler, ülke ve insanımız için ziyası en uzun ömürlü, vâridâtı da en bereketli bir ışık kaynağı olmuştur. Şimdilerde idrak edilemeyen büyüklüğü, anlayışlarımızı aşan ihtişamı ve âdeta efsaneleşen büyüleriyle ukba buudlu bir ışık kaynağı… Gürül gürül oldukları dönemde tekyelere alıcı gözle bakabilenler, onları o kadar tılsımlı bulurlardı ki, onun büyüsüne kapılır gider ve kendilerini ebedî bir füsun içinde hissederlerdi. Bilhassa, aydınlık ve inkişaf döneminde âdeta, gökten sarkıtılmış gibi duran bu nurdan avizelerin ziyasına sığınan ruhlar, göklerin yerle bütünleşme noktaları sayılan bu yerlerde zikr u fikirle aydınlanmış gündüzleri, derinleşmiş geceleri, Yaradan’ın gönüllere hususî iltifatı gibi görür ve bütün benlikleriyle bu iltifatın tüllendiği ufuklara yönelirlerdi.

Medresenin, her ferde açık olması ve bir kışla, bir mektep gibi müntesiplerine belli seviyede bir şeyler verip bir şeyler aşılamasına karşılık, tekye, kâmil insanlar yetiştiren bir akademi ve çıraklarına, ruhun, mânânın kurmayları olma düşüncesini fısıldayan bir müessesedir. Bu iki müesseseye ait vâridâtın birleşip bir çağlayan hâline geldiği dönemler bizim i’tilâ dönemlerimiz ve altın çağımız olmuştur.. bu iki müessesenin birbirinden kopup kendi kendilerine kaldıkları ve ayrı düştükleri devirlerde ise, biri gidip bağnazlık ve taassup gayyalarına yuvarlanmış, diğeri de mistisizmin felç edici ağına düşmüştür.

Bir zamanlar, tekyelerin ukbaya açık zebercetten iklimi sayesinde bu ülke bir baştan bir başa aşk solukluyor, heyecan solukluyor, fikir solukluyor ve her yöre âdeta uhrevî renklerle tülleniyordu. Dağ-bayır, köy-kent, şehir-kasaba kaynaşır gibi iç içe bulunduğu bu dönemde, her yanı o kadar canlı, o kadar baş döndürücü, o kadar büyülüydü ki görenler kendilerini bir rüyada sanırlardı.

Tekyenin mâbedi aşan ayrı bir füsunu da vardı; belki bu, mâbede resmiyetin karışmasından ve onun, kendine ait fonksiyonlarını bihakkın eda edemeyişindendi.. belki de başka bir şeydendi..? O her zaman aşkla, şevkle, heyecanla tüterdi. Evet, tekyede, ibadet saatlerinin dışında da, hemen her zaman onun özünden kaynaklanan bir güzellik, bir sihir ve bir ürperti duyulurdu. Biraz da tekyeye devam eden büyülü ruhlardan mıydı, neydi; insan kendini onun “üns” esintili iklimine atınca âdeta, yazın kavurucu sıcağından kurtulup, üfül üfül esen bir ormanlıkta, ruhlara inşirah veren bir çağlayanın başında ve rengârenk güzellikler arasında bulunduğunu sanır ve “oh!” deyip huzur soluklardı.

Tekye, içine girdiğimiz andan itibaren bu ekseriya böyle olurdu bir rüya denizi gibi büyür, çepeçevre her yanımızı sarar, göklerin sınırlarını aşar, bütün varlığı kucaklayacak kadar genişler; alabildiğine derinleşir, muammalaşır ve sonsuzluk gamzetmeye başlardı. Evet, orada her şey, sonsuza açılmaya hazır rıhtımdaki bir gemi, pistteki bir uçak veya rampadaki bir füze gibi görünürdü. Herkes ve her şey âdeta startı bekleyen bir maratoncu gibi “pîr” veya serzâkirin işaretini beklerdi.. işaret ve iş’âr alınca da, bütün mekân lerzeye gelir, zakirlerin zikrine ses vermeye başlar.. gaz lambaları söner, çerağ uçar gider.. basar sem’â tâbi olur.. rü’yet lisanın arkasına saklanır.. kalb-ruh, cismaniyet ve bedenin üstünde raks etmeye dururdu. Ritim biraz hızlanınca, kelimeler bütün bütün “hayhuy”a inkılap eder ve hırıltılarda da sadece O duyulurdu…

Serzâkir, bazen halkanın içinde, bazen de halkanın ortasında ötelere doğru kanatlanmaya hazırmış gibi o kadar mehîb görünürdü ki, hayallerimizde onu tesbihin imamesine benzetir ve gökten gelen vâridâtın ondan başlayıp yine onda noktalandığını düşünürdük. Halkalar, kalbî ve ruhî hayata sıçrama faslı gibiydi.. gönüllerini göklere bağlamış ve kendilerini uhrevîliklere salmış zakirler, kim bilir bu tül pembe gecelerin elinden ne kevserler ne kevserler içerlerdi.

Kudret, tekyenin o kendine has ışıktan lisanı, insanı büyüleyen umumî manzarası ve içindeki zikr u fikr erlerinin imrendiren hâlleriyle, her zaman “sehl-i mümtenî” üslûbu içinde en ezelî ve en yüksek bir şiiri söyletir ve hayatın bu kuytu yerlerdeki hazzını en bâkir buğularıyla gönüllerimize boşaltırdı.

Tekyenin, gümüş bir fanustan sızıyor gibi dökülen ışığı her zaman ayrı bir büyü taşırdı. Zikr u fikr için insandaki romantik duyguların coştuğu gecelerin seçilmesinden, mekânın uhrevîliklerle dopdolu olmasına, ondan da müdavimlerin simalarındaki esrâra ve ledünnîliğe kadar her şey çok çarpıcıydı. Evet, sanki zikr u fikrin atlas ikliminde bir kısım sırlı âlemlerin kapılarını zorlama ile geceler ve onun loş, ürperten, düşündüren havası beraber seçilmiş gibiydi…

Bin seneden beri feyzini, bereketini, ışığını ve romantizmini bir baştan bir başa ülkemize neşrederek gürleyen tekye, bilhassa çok mübarek bir zaman diliminde, milletin hayat damarlarında kan olmuş, can olmuş akmış ve hep bir kalb gibi, bir nabız gibi atmıştır.

Tekye, halli güç bir bilmece ve kapalı, karanlık bir bilinmez değil; o teneffüs edilen uhrevî bir nesîm, yaşanan bir lezzet, duyulan bir haz ve ruhun derinliklerinin rasat edildiği bir rasathaneydi. Orada, gözler, gönüller idrak üstü aydınlıklara ulaşır ve gördüklerimiz inanılmaz bir rüya ve bir hülya hâlini alırdı.

Bazen tekye, o güçlü tesiriyle sâlikleri, âdeta beden ve cesetlerinden uzaklaştırır, onları bütün bütün kalbin ve ruhun bendeleri hâline getirir ve tıpkı bahara uyanan canlıların neşeyle şuraya-buraya koştukları gibi, onları şevk u târâbla coştururdu.

Tekye bazen, bütün mânâ ve derinlikleriyle, sezilmedik şekilde ruhlarımıza siner, bizi, insanî muhtevamızla avucunun içine alır; şekillerimizi bozup yeni bir hâle ifrağ etmek için sallar, çalkalar, ezer, öğütür, eritir ve âdeta uhrevîlik adına her şey olmaya müsait bir mâyi hâline getirirdi.

Tekye bazen, o derece, his ve gönüllerimizi aşan mânâ-larla inlerdi ki, serzâkir veya muğannînin:

“Ey tâlib-i feyz-i Hüdâ gel halkaya, gir halkaya; Ey âşık-ı nûr-u Hüdâ gel halkaya, gir halkaya.”

sözleri, her sinede yankılanır, herkes ötelere doğru bir adım daha atar gibi olur ve herkes sırlı bir vuslata çağrıldığını sanırdı.

Hemen her zaman bir serzâkirin rehberliğinde sevk u idare edilen bu halkalar, kuşlar gibi kanat çırparak sonsuzluğa ulaşma yollarını araştırırken, halkayı teşkil edenler ve pîr-i muğan bize hep güneş manzumesini hatırlatırdı.. ve bunların böyle döne döne Şemsü’ş-şumûs’a (güneşler güneşi) doğru yükseldiklerini tahayyül ederdik.

Sinelerden kopup gelen inanç ritimli sesler ve rikkat yüklü iniltiler dalga dalga çevreye yayılırken, en latîf ipeklerin yırtılışını andıran incelerden ince bir letafetle ruhlara haşyet salar geçer, sonra da ebedî yolculuğa azmetmiş kuşlar gibi gidip fezanın boşluğunda saklanırlardı. Veya biz öyle olduğunu sanırdık…

Tekye hemen her zaman, sanki ötelere seyahatin limanı ve istasyonu gibiydi.. oraya giden herkes, ruhunun kanatları ve o kanatların buudları ölçüsünde, esmâ ve sıfat âleminde gezinti yapmış ve zaman üstü bir yerlere girip-çıkmış gibi, duygularının şurasına-burasına bir kısım garip şeyler bulaşmış olma hissiyle geriye dönerdi.

Tekye, durmadan servet ve vâridâtını etrafa saçan, ikram duygusuyla dopdolu bir bonkör gibiydi.. müntesiplerine saçtığı uhrevî cevherlerde âdeta bir israf manzarası sezilirdi. Öyle ki, onun bu cömertliği karşısında hiç kimse kasdî mahrumiyetten bahsedemezdi.

Esasen tekye, ruh ve mânâsıyla ve var olduğu dönemler itibarıyla, hâlâ ruhlarımızda bir kandil gibi parıldamaktadır. Onun ışığıyla aydınlanmış nûrefşân geçmişimizi ve onun ruhlarımıza saldığı o pırıl pırıl dönemleri düşündükçe “gerçek hayat bu olsa gerek” diyor, içlerimizi çekiyoruz.

O günleri gören hemen hepimizin gönlünde, hislerinin derinliklerine sinmiş öyle engin mânâlar vardır ki, aradan bunca yıl geçip her şey sustuktan ve herkes şuraya-buraya dağıldıktan sonra bile, ruhlarımızın katmanlarında uğuldayıp duran o mânâları hâlâ duymakta ve ürpermekteyiz.

Tekye, hatıraların, ömürlerin kapkaranlık dönemlerinde dahi, hep bir gün geriye dönüp ruhlarımızı kucaklayacağı sinyallerini verdi.. ve o altın nefesiyle “hele biraz sabır!” deyip inledi.

Şimdi belki, bize ait pek çok şey gibi tekyenin de sesi kısıldı.. zaviye, dergâh, halka, mutrib bize bir şey söylemez oldu. Yahut biz onları duymaz olduk.. duymaz olduk da, ruhlarımız onları geçmişte arıyor ve hayallerimiz dönüp dönüp o döneme ait neşe, huzur ve itminan gecelerinden bir nefes bekliyor.

Tekye, bize veda ederken gözümüzün içine baka baka ve sayılamayacak kadar gurûb emarelerinin bağrında gidip ufka kapandı. Dönüşünün nasıl olacağını şimdiden kestirmek çok zor.. ve hele, Kitap yörüngeli ve Sünnet televvünlü hâliyle… Ama, belki de, hiç beklenmedik bir anda, tıpkı ne zaman geleceği belli olmayan bir kuyruklu yıldız gibi, bütün hususiyetleriyle ufkumuzu sarar ve vâridâtını bir kere daha her yana saçar.

-+=
Scroll to Top