TEVAKKUF VE SATHÎLİK

Osmanlı’nın son döneminde yetişen önemli mütefekkirlerden Filibeli Ahmet Hilmi, Müslümanların terakkisinin (ilerlemesinin) önünde iki büyük engel görür: Bunlardan biri tevakkufperestlik, diğeri de malumat-ı sathiye (yüzeysel bilgiler) ile kanaat etme. Kanaat-i âcizânemce, İslam dünyasının geri kalmışlığını sadece iki sebebe inhisar ettirmek (indirgemek) meseleyi daraltmak olur. Bununla birlikte bu iki husus, günümüzde de oldukça önemlidir.

Tevakkufperestliği, kısaca, bulunduğu duruma kanaat etme ve ilerlemek için herhangi bir çaba harcamama şeklinde anlayabiliriz. Bediüzzaman Hazretleri de bu hususa temas etmiş ve mevcuda kanaat etmenin dûn-himmetlik (gayret yoksunluğu, himmetini düşük tutma) olduğunu belirtmiştir.113 Bir millet ekonomi, kültür ve medeniyette, ilim ve araştırma hayatında bir tevakkuf yani duraklama dönemine girmişse, kendisini çürümeye salmış demektir. Zira tevakkuf, tembellik ve ataletin bir neticesidir. Yerinde sayan bir toplumda ilerleme, gelişme yoktur. Böyle bir toplumun zamanla içten içe çürümesi ve yozlaşması kaçınılmazdır.

Tevakkuf yaşayan toplumlar, yaşadığı çağa ayak uyduramazlar. Zaman itibarıyla çağlarını idrak etseler de zihniyet olarak hep çağdaşlarının gerisinden gelirler. Yaşadıkları çağı kavrayamayanlar da zamana hükmedemez. Zihniyet olarak eski çağlarda yaşadıklarından ötürü kendi zamanlarının insanları için bir mânâ ifade etmezler. Devrin gereklerine göre kendilerini yenileyemediklerinden eskimiş, güncellikten uzak argümanları kullanmaya devam ederler. Onlar, bu şekilde bir yere varacaklarını zannetseler de gerçekte büyük bir yanılgı içindedirler.

Filibeli’nin dile getirdiği diğer problem, derinliğin zıttı olan sathiliktir. Sathî bilgilerle yetinme, derin okuma ve araştırmalar yapmama da günümüz Müslümanlarının problemlerindendir. Maalesef hâl-i pürmelâlimiz (perişan durumumuz) budur. Hâdiselere sathî bakanların, okumalarını sathî yapanların, sathî düşüncelerle yetinenlerin de büyük düşünceler, çok boyutlu projeler ortaya koyması mümkün değildir. Bugüne kadar kâinata sathî bir nazarla bakanlar, her zerrede esmâ ve sıfâtıyla mütecelli olan Allah’ı bulamamışlardır. İslam’ı sathî bir nazarla anlamaya çalışanlar, onunla ilgili yanlış hükümlere varmışlardır. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) sathî bakanlar, O’nu kâmet-i bâlâsıyla tanıyamamışlardır. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’a sathî bakanlar, ondaki cevherleri keşfedememiş, hatta onu bir kısım ustûrelerden (efsanelerden) ibaret görmüşlerdir. Evet, sathî bakışın insanı ulaştıracağı hiçbir yer yoktur.

Günümüzde bilginin yaygınlaşması ve kolay ulaşılabilir olmasıyla sathîliğin daha da arttığını görüyoruz. Çoklarının bilgi kaynağı, gazete manşetlerinden, sosyal medyadan ibaret. İnsanlar, ihtiyaç duydukları bilgileri buralarda arıyor, her şeyi buralardan öğrenmeye çalışıyorlar. Ne var ki bu tür kaynaklardan derinlikli ve güvenilir bilgi elde etmek çok zordur. Dahası bu kaynaklarda müthiş bir bilgi kirliliği var. Yazılan yazılarla, yapılan haberlerle, çekilen videolarla insanlar sıklıkla maniple ediliyor ve bazen aldatılıyorlar. Magazinle, güncel kısır tartışmalarla meşgul ediliyorlar. Öyle senaryolar hazırlanıyor, öyle filmler çekiliyor, öyle çekici haberler yapılıyor ki kalabalıklar bunların peşinden sürüklenip gidiyor ve kendi dünyalarından uzaklaşıyor. İçinde yaşadıkları dünyanın problemleriyle yüzleşemiyor ve nihayet bunlara dair işe yarar çözümler bulamıyorlar.

Zamanın Tefsirini Arkamıza Alma

Sathîlikten kurtulamadığımız için ne kâinat kitabını derinlemesine anlayabiliyoruz ne de Kur’ân’ı. Oysa bu iki kitap İslam’ın ilk asırlarında didik didik edilmiş, onlardan nice hakikatlere ulaşılmıştır. Hicrî ilk beş asırda yazılan eserlere bakılacak olursa ilmî ve fikrî hayatın nasıl canlı olduğu apaçık görülür. O dönemlerde nice âlimler yetişmiş, nice ölümsüz eserler kaleme alınmıştır. Maalesef daha sonra bu canlılık ve derinlik zamanla yok olmuş, onun yerini taklit ve sathîlik almıştır. Ne yazık ki Batı’da yaşanan Aydınlanma bizim son dönem medreselerimize girememiştir. Oralarda, asırlarca önce yazılan eserler tekrar edilip durdu. Bu eserlerin üzerine yeni bilgiler ilave edilemedi, onlarla yeni açılımlara, buluşlara kapılar aralanamadı. Gerçi bu eserlerin her biri bir şaheserdi. Fakat onları kaleme alanlar, birer âllame olsalar da eserlerini kendi çağlarının ilim ve kültür hayatının tesirinde yazmışlardı. Hâlbuki onlardan sonra insanlık âleminde çok büyük değişimler, inkılaplar yaşandı. Bu değişimlerin yakın takibe alınması ve şartlara göre yenilenme hamlelerinin yapılması gerekiyordu. Ne var ki sonraki dönemlerde büyük bir durağanlık yaşandı, Batı’da meydana gelen değişim ve ilerlemeler takip edilemedi. Varlık âlemi ve olaylar, Kur’an ve Sünnet’in ışığı altında ve ulaşılan yeni bilgiler eşliğinde derin bir şekilde analiz edilemedi. Günümüzde bütün bu realiteleri görmezden gelir ve asırlarca önce yazılan eserleri aşamazsak, tevakkuftan da sathîlikten de kurtulamayız.

İmam Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, Kâdı Beydavî, İmam Teftazanî, İmam Cürcanî gibi âlimlerin her biri birer kâmet-i bâlâdır, ortaya koydukları eserler de baş döndürücüdür. Onlardan alacağımız çok şey vardır. Ne var ki onların fikirlerini Kur’ân ve Sünnet nassı gibi göremeyiz, sahabe efendilerimizin anlayışıyla eş tutamayız, kayıtsız şartsız onlara teslim olamayız. Eserlerinde zikrettikleri dinin sabit ve değişmez hükümlerini bir tarafa bırakacak olursak, onların da yaşadıkları dönemin tesirinde bir kısım değerlendirmeler ortaya koyduklarını göz ardı edemeyiz. Zamanın tefsirini arkamıza almadan sadece geçmişte yazılmış eserlerle, mazide dile getirilmiş düşünce ve yorumlarla bugünün problemlerini çözemeyiz. Maziyi çok iyi anlamalı, onlardan hakkıyla istifade etmeli ama kendimizi onlarla sınırlandırmamalıyız.

Ne var ki bütün bunlar, sathî nazarların anlayacağı şeyler değildir. Zaman ne kadar değişirse değişsin, insanlık ilim ve fende ne kadar ilerlerse ilerlesin, onlar bir türlü taklitten kurtulamadıklarından, ele aldıkları meseleleri sadece eskiye bağlı olarak götürürler. İşte bu zihniyet ve anlayış yüzündendir ki geri kalmışlık bizim kaderimiz olmaya devam ediyor.

Osmanlı’nın son döneminde, Filibeli Ahmet Hilmi gibi birçok muhakkik âlim ve fikir adamı yetişmiştir. Bunlar arasında, Ahmet Naim, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, İsmail Fennî, Ferit Kam’ı sayabiliriz. Ve tabii ki Bediüzzaman. Bunlar, durağanlığa da sathîliğe de taklitçiliğe de isyan etmiş, Müslümanların gözünü açmaya, ufkunu genişletmeye çalışmışlardır. Hatta farklı düşünce yapılarına sahip olan Beşir Fuat, Celal Nuri gibi kişiler de ciddi bir yenilenme gayreti içine girmişlerdir. Bunlar, devirleri itibari ile düşünen, farklı derinliklere açılan insanlardır.

Osmanlı devlet adamları idarî ve askerî alanda müthiş bir başarı ve aksiyon ortaya koymuş olsalar da aynı canlılık ve aktivite, ilmî ve fikrî sahada maalesef zuhur etmemiştir. Özellikle belli bir dönemden sonra ilim hayatında ciddi bir durgunluk yaşanmıştır. İslam’ın ilk asırlarında gördüğümüz o ölesiye ilim, hakikat, araştırma aşkı Osmanlı’nın son dönemlerinde tamamen ortadan kalkmıştır. Fakat Devlet-i Aliyye, bütün bunlara rağmen son döneminde geçmişten gelen müktesebatın da tesiri ile âdeta kucağındaki bütün cevherleri etrafa saçmış ve çok önemli meyveler vermiştir. İşte yukarıda isimlerini zikrettiğimiz isimler, bu dönemin meyvelerindendir. Onlar, gaflet perdelerini yırtma, fikir ve ilim çizgisinde durağanlığa son verme, taklitten tahkike geçme adına ciddi bir gayret ortaya koymuş, insanlarda yeni bir heyecan uyandırmaya çalışmışlardır. Bununla birlikte ilim ve fikir hayatında toplu bir uyanış-diriliş mümkün olmamıştır ve bu durum günümüze kadar devam edegelmektedir.

Köklü ve Kalıcı Çözümler

Toplumsal bir hastalık olarak okumayı, araştırmayı sevmeme, bu uyanışın gecikmesindeki en büyük etkendir denebilir. Ayrıca okuduklarımızı ne kadar anladığımız da ayrı bir tartışma konusudur. Kaç kişi yazılanları eleştirerek okuyor, sorgulamalar yapıyor, kritik ediyor, kıyaslamalara gidiyor, elde ettiği bilgileri analiz ve sentez yapabiliyor? Bundan da kötüsü, okumamak, öğrenmemek, anlamamak, derinleşmemek bizi rahatsız da etmiyor. Yüzeysel ve kulaktan dolma bilgilerle yetiniyor, hayatı o sığlıkta yaşamaya çalışıyoruz. Başta da ifade ettiğim gibi, bu sorunu tetikleyen ve günümüzde herkesi esir alan medya ve dijital iletişim ağlarının rolünü unutmamak gerekir.

Sıradan insanlar için böyle bir sığlık bir yere kadar normal karşılanabilir. Ama ilimle iştigal eden insanlar da zaman içinde maalesef bu sığlıktan kurtulamadılar. Mesela niye sosyoloji alanında çalışan bir insan o mevzuda bilinmesi gerekli olan her şeyi bilmiyor? Niye ekonomide uzmanlık yapan biri bu alanda kendini çok iyi yetiştirmiyor? Niye hadis, fıkıh, kelâm gibi İslamî ilimlerde ihtisaslaşan ilim adamları insanlığın önüne yeni ufuklar açmıyor?

Topluma yön verecek gerçek entelektüeller yetişmediği için ciddi bir terakki de gerçekleşmiyor. Bu durum, toplumu bir sürü gibi idare etmek isteyen zorba idarecilerin de işine geliyor. Zira onlar, insanların eğitimli, aydın olmalarını istemiyorlar. Çünkü cahil insanları “gütmenin” daha kolay olduğunu düşünüyorlar. Toplumun, her dediklerini onaylayan, onların istediği gibi düşünen, koydukları sınırları aşmayı akıllarının ucundan geçirmeyen fertlerden oluşmasını istiyorlar. Elit ve eğitimli insanların muhalefet, itiraz ve eleştirilerinden korkuyorlar. Hak bildiği yolda yürüyen, hakikati müdafaa eden, zulüm ve haksızlıklara baş kaldıran kimselerin varlığı onları tedirgin ediyor. Çünkü böyle bir seviyeye gelen toplumu arzu ettikleri istikamette sevk ve idare edememekten endişe ediyorlar. Evet, Müslümanların bugünkü geri kalmışlığında müstebit (zorba) idarelerin de önemli bir rolünün olduğu unutulmamalıdır.

Her şeye rağmen bize düşen vazife; cehaletin, taassubun, taklidin, sığlığın, tevakkufun her çeşidine karşı savaş ilan etmek ve bunları ortadan kaldırma adına sahip olduğumuz tüm imkânları sonuna kadar değerlendirmektir. İnsanlarda okumaya, araştırmaya, düşünmeye karşı yeni bir aşk u şevk uyandırma adına elimizden gelenin en iyisini yapmak gerekir. Şunu unutmamalıyız ki içinde yaşadığımız coğrafyanın geçici müdahalelere, pansuman çözümlere değil, kalıcı imar ve ıslah faaliyetlerine ihtiyacı var. İnsanlara oksijen tüpleriyle nefes aldırdığımızda bir yere kadar belki ferahlama sağlarız. Fakat bu, geçici ve kısa vadeli çözümdür, istenilen tedaviyi uygulamadıktan sonra arkasından tekrar kronik problemler nükseder. Hasılı, içinde yaşadığımız karanlık, sıkıcı ve boğucu atmosferin kalıcı olarak dağıtılmasına ihtiyaç var.

İşte günümüzde bunu gerçekleştirebilen insanlar, insanlığa kalıcı hayırlar sağlamış olacak, arkalarında birer yâd-ı cemil bırakacaklardır. Bu da çağın çok iyi tanınmasına, yaka paça olduğumuz problemlerin çok iyi teşhis edilmesine, arkasından da bunların izalesi adına çok sağlam plan ve projelerin yapılmasına ve ardından ciddi bir aksiyon ortaya konmasına bağlıdır. Öyle sağlam blokajlar oluşturmalı ve üzerine öyle sağlam binalar yapmalıyız ki ne fırtınaların ne de tsunamilerin onları yıkmaya gücü yetsin.


113 Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s.791 (Lemaât).

-+=
Scroll to Top