TEVAZU VE İHLÂS

Tevazu, insanın kalbindeki bir duygu, bir hâldir. Alçak gönüllü olmak, kendini küçük görmek demektir ve Allah katında çok kıymetlidir. Bu yüce sıfata sahip kimseye de mütevazı denir. Tevazu çoğu zaman tavır ve davranışlara aksederse de, sadece zahire yansıyan davranışlarına bakarak bir insanın mütevazı olup olmadığına hükmedemeyiz. Mesela bazısının namazda ön safta durması onun tevazuunun dışa vurmasıdır, bazısının da arka safta durması. Önemli olan bunun hangi mülâhazayla yapıldığıdır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kişinin sürekli kendisini içten içe kontrol etmesi, her zaman ihsaslarının farkında olması ve hayatını da buna göre götürmesidir. Mütevazı insan, başkalarının kendini tazim edecekleri hâllerden de kaçınır. Yaptığı bir şeyde başkalarının onu büyük bir makama koyması karşısında rahatsız olur.

Gerçi hadis-i şeriflerde mescide erken gelmenin ve imamın hemen arkasında saf tutmanın fazileti anlatılır. Objektif olan budur. Bizim ifade etmeye çalıştığımız ise meselenin tevazu ve kibre bakan yanıdır. Dolayısıyla da sübjektif mülâhazalardır. Fakat kişi bu halis mülâhazalarından ötürü de sevap kazanabilir. Mesela mescide erken geldiği hâlde, sırf o fazilete bir başka kardeşi nail olsun diye arka safta duran biri, ayrı bir civanmertlik sergilemiş ve Allah katında hora geçen bir amelde bulunmuş olur. Fakat böyle bir civanmertlikte bile kişinin sürekli aynı şeyi yapması doğru olmayabilir. Bir süre sonra kendini ifade etmeye dönüşebilir.

Mü’min, yapmış olduğu amel her ne olursa olsun, kendini ifade etme mülâhazası içine düştüğü an, hemen bu hâlden kurtulmasını bilmelidir. Hayatını fevkalâde bir tevazu, fevkalâde bir mahviyet, fevkalâde bir hacalet içinde geçirmeye kararlı olmalıdır. Fakat bunları şekle bağlamamalıdır. Zira muayyen bir şekle ve belli davranış kalıplarına bağlı götürülen bir tevazu anlayışı, insanı hiç farkına varmadan kendini nazara verme kompleksi içine itebilir. Bu konuda insanın esnek olması ve ruh hâletine göre karar vermesi gerekir. Tavır ve davranışların zati bir değeri yoktur. Onlara değer kazandıran, insanın niyeti ve iç kararlarıdır.

Vicdanın Verdiği Hükümler

İnsanı en iyi okuyan, yine insanın kendisidir. Yani vicdan aynasıdır. Vicdan, yanıltmayan bir endaze ve mihenk taşı gibidir. Bu yüzden insan, her tür tavır ve davranışında onu ölçü almasını ve ona göre hareket etmesini bilmelidir.

Tekrar namaz örneğini verecek olursak, birisi vardır ki vicdanında, “Benim önde durmaya hiç liyakatim yok.” diyor ve bu mülâhazaya bağlı olarak arka safa geçiyordur. Yani içindeki tevazu duygusu ona bunu yaptırıyor, tevazuu bu şekilde tezahür ediyordur. Arka safa geçen bir diğerinin mülâhazası ise başkalarına, “Falan şahıs ne kadar mütevazı. Camiye erken geldiği hâlde namaza arkada duruyor!” dedirtmektir. Kişi açıktan bunu düşünmese bile çok sinsi bir mülâhaza kendini hissettirmeden gelip onun zihnine yerleşebilir. Dolayısıyla da kişi, amelini kendini duyurmaya bağlamış olacağından kaybeder.

Şunun iyi bilinmesi gerekir ki insan, niyetlerinin, iç kurgularının ve iç plânlarının insanıdır. Davranışlara renk ve desen kazandıran bunlardır. Ameller bunlarla kıymet ve derinliğe ulaşır veya büsbütün kıymetini yitirir. Bir hadis-i şerifte anlatıldığı gibi insan savaş meydanında cansiperane mücadele eder. Fakat o, “Hele bir görsünler kahramanlık nasıl olurmuş!” mülâhazasının esiri olduğu için yaptığı amel Allah katında hiçbir şey ifade etmez ve bir arpa boyu bile Cennet’e yaklaşamaz; bilakis Cehennem’e yaklaşır.

Bir başkası Karun kadar zengindir ve sahip olduğu hazineleri son kuruşuna kadar infak etmiştir. Fakat “Yahu ne civanmertmişsin. İşte cömertlik dediğin böyle olur!” şeklindeki kurgular gelip zihnine kurulmuşsa, onun yaptığı ameller de beyhude gitmiş demektir. İlim sahibi olma, güzel konuşabilme, yazı yazmayı veya şiir döktürmeyi bilme gibi daha başka amelleri ve meziyetleri de bunlara kıyas edebilirsiniz. Siz başları döndüren hizmetlere imza atmış olsanız dahi, şayet yaptığınız işlerin içine azıcık kendinizi ifade etme, görünme ve bilinme mülâhazalarını karıştırıyorsanız, bunlar yaptığınız güzel amelleri alır götürür. Bu itibarla bütün amellerde evvel ve ahir Allah rızası hedeflenmeli ve sadece O hoşnut edilmeye çalışılmalıdır.

Her hâl ve davranışını vicdanın imbiklerinden geçirmeyen, sürekli kendini yerden yere vurmayan bir kişi, Hak katında kendini yerden yere vurur. Bize düşen, en masum davranışlarımızın bile kritiğini yapabilmek, onların altında hep bir bit yeniği olup olmadığını tahkik etmektir.

İnsanlığın hayrına çok güzel işler yapabilirsiniz. Mesela gazete ve dergi çıkarabilir, televizyon kurabilir ve yaptığınız işlerde de başarılı olabilirsiniz. Fakat siz bunlarla benliğinizin davasını gütmüşseniz, yaptığınız bütün bu güzel işler ahirette yüzünüze çarpılır ve fiyaskoyla neticelenir. Zira Allah’a dayanmayan hiçbir işin başarıya ulaşması mümkün değildir. Riya ve süm’a kokan işler sizin de aleyhinizedir, dinin de aleyhinedir, milletin de aleyhinedir. Şayet temelinde ihlâs ve samimiyet bulunmayan işler muvakkaten başarılı oluyorsa, iyi bilinmesi gerekir ki o bir istidraçtır.

Yalan, Bir Lafz-ı Kâfirdir

Şayet dünyevî ve uhrevî hüsrana maruz kalmak istemiyorsak bütün amellerimizi Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla, yani fevkalâde bir ihlâs ve samimiyetle yerine getirmeliyiz. İhsan mülâhazasına bağlamadan ne bir söz söylemeli, ne bir kelime yazmalı, ne de bir iş yapmalıyız. En basit mimiklerimizden göz kırpmaya kadar her tavır ve davranışımızda mutlaka O’nun rızasını gözetmeliyiz. Çünkü O’na bağlanmayan bütün ameller yalandır. İstanbul’u da fethetsek, Çaldıran zaferini de kazansak, Mercidabık ve Ridaniye seferine de çıksak, yalandır. Sakın bu sözlerimden Fatih’in ve Yavuz’un yalan bir iş yaptığını düşündüğüm anlaşılmasın. Bu büyük kâmetlere katiyen yalan yakışmaz. İç dünyamızı kontrolle ilgili bir perspektif vermeye çalışıyorum.

Şunu da belirtmek gerekir ki ahir zamanda ümmet-i Muhammed’in başına musallat olacak bela şebekesinin en önemli vasfı yalandır. “Deccal” kelimesi de yalancı demektir. Hatta bu kelime Arapçada mübalağa kipinde geldiği için normal bir yalancı için kullanılmaz; söylediği yalanlara kendisi de inanacak kadar profesyonel yalancıyı ifade eder. Onun yaptıkları, iman adına, İslâm adına, ihsan şuuru adına, millete iyilik yapma adına yapılmış gibi de görünse, ihlâs ve samimiyete dayanmadığından koca bir yalan olduğu gibi, gelecek adına verdiği sözler de yalandan ibarettir. Yalan ise Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir lafz-ı kâfirdir; mü’mine yakışmaz.126

Maalesef yalan, çağımızda şeytanın en önemli oyun ve tuzaklarından biri hâline geldi. İster fiilî, ister hâlî, ister kavlî, isterse hayalî olsun, şeytan bu çağda yalan argümanını kullanmak suretiyle çoklarını aldatıyor, yoldan çıkarıyor. Hakiki mü’mine düşen, daima sıdk peşinden koşmak; yalandan, yılandan çıyandan uzak durduğu gibi uzak durmaktır.


126 Bediüzzaman, Sözler, s.774 (Lemeât, Çekirdekler Çiçekleri).

-+=
Scroll to Top