Tevhid

Tevhid; vahdet kökünden, birleştirme, bir kılma, bir sayma, Allah’ı birleme, Lâ ilâhe illallah” hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofiye ıstılahında, tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme ve O’ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O’na bağlama, her şeye O’ndan ötürü alâka duyma anlamları da yüklenmiştir.

Tevhid; mebde’de, Allah’ın zâtını, كُلُّ مَا خَطَرَ بِباَلِكَ فَاللّٰهُ تَعَالٰى غَيْرُ ذٰلِكَ1 fehvâsınca, aklen tasavvur edilebilecek her şeyden tecrid; müntehâda da, zevk u hâlin vüs’at ve derinliği ölçüsünde mâsivâyı (Allah’tan başka her şey) kalben bütün bütün unutup O’na tahsis-i nazar etmektir. Bu mânâda tevhid, İslâm’ın hem esası hem de meyvesidir. Bu çerçevede mebde ve müntehâ mülâhazasıyla bir tevhid telakkisi, sofiyece sık sık üzerinde durulagelmiştir. Sofiyenin dışındakiler ise, ona biraz daha farklı anlamlar yüklemişlerdir.

Bunlara göre kısaca tevhid; Cenâb-ı Hakk’ı rubûbiyetiyle tastamam bilip, ulûhiyetine karşı da ubûdiyetle mukabelede bulunma ve mesuliyet şuuruyla hareket etmedir ki, bir taraftan O’nun biricik tasarruf sahibi olduğunu, kavlî, fiilî ve hâlî ikrarla beraber, O’nu benzer, zıt, nidd ve nazîrden tenzih etmek; diğer taraftan da, böyle bir Mâbud-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-istihkak’a karşı tazim, tebcil, takdis mânâlarını hâvi ubûdiyet-i kâmilede bulunma demektir. Bu mülâhazaların bütününü şu şekilde hulâsa etmek de mümkündür: Tevhid; hem bir tevhid-i ilmî ve imanî hem bir tevhid-i keşfî ve zevkî hem de Hakk’ın kendi has kullarına hususî mevhibesi olan tehvid-i zâtîdir.

1. Tevhid-i imanî ve tevhid-i ilmî, şuhûd ve istidlâl ile elde edilen tevhiddir ki, bu mazhariyeti paylaşanların, şirkten ve şaibe-i şirkten uzaklaşarak ömürlerini hep vahdaniyet-i ilâhîyi düşünme, O’nu yâd etme ve gönlünün derinliklerinde O’nu duyması şeklinde tecellî eder.

2. Keşfî ve zevkî tevhid, şuhûd ve istidlâl yoluyla elde edilen mârifeti, daha sonra da vicdanî bir keşif ve zevkle duyup hissetme; yaşayıp kalble seslendirme demektir.

3. Tevhid-i zâtî, Hazreti Vâhid u Ehad’in, Kendinin Kendine olan şehadetini tazammun eden öyle derin bir tevhiddir ki, O, kime duyurmuşsa o duyar; kime hissettirmişse o hisseder; duyup hissedenlerin de ya dilleri tutulur ya da O’nun müsaadesi ölçüsünde çevrelerine ifade ve ifaza edebilirler. Bu mertebedeki tevhidi duyan bir sâlikin nazarında bütün delil ve işaretler renk atar; eşya min vechin serâb olur; bütün varlık itibarîliğe bürünür ve edep insana artık “Sus!” der; “Sus!” der, zira bu makam sükût makamıdır ve bu tevhid de tevhid-i sükûtîdir.

Bu mülâhaza çerçevesinde Mevlâna tevhid hislerini şöyle seslendirir:

اي بِرَادَر دَست وَادَار اَز سُـخَن،……خُود خُدَا پَيدَا كُنَـد عِلمِ لَـدُن،

چُون رَسِيد اِينجَا سُخَن لَب دَر بَست،……چُون رَسِيد اِينجَا قَلَم دَرهَم شِكَست،

پَست پِندَار چِه فَصَاحَت دَست دَاد،…… دَم مَـزَن وَاللّٰهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابْ..

“Ey birader, kîl u kâl erbabından elini çek ki, Cenâb-ı Hak sende ilm-i ledün izhar eylesin.. söz gelip buraya dayanınca, dudak “pes” edip kapandı.. kalem bu noktaya ulaşınca o da kırıldı. Burası, fesahat yapıp dil dökecek makam değildir; (gel) dem vurmadan vazgeç; doğruyu en iyi Allah bilir.”

İlm-i ledünnün, mârifet-i ledünne inkılâp etmesi; vicdanın hususî bir iltifatla donanması, cezbin de incizâbın rengine boyanması demek olan bu hâl veya bu makam damlanın deryalaştığı, zerrenin kâinatlaştığı, hiçlerin vücud pâyesiyle şereflendirildiği mir’âtiyet makamıdır. Ziya Paşa, Harâbât mukaddimesinde derin bir şiir zevkiyle bu hâli şöyle resmeder:

“ Ey varlığı, varı var eden Var!

Yok yok, Sana yok demek ne düşvar.!”

Damlaya derya olma yolunu açan, zerreyi güneş hâline getiren, yoka var olma pâyesini kazandıran, ibtidâ ile intihâyı câmi ve herkese açık objektif bu tevhidin üstadları peygamberlerdir. Onlar, söz ve mesajlarına tevhidle başlar, duracakları yerde de sükûtî tevhid mülâhazasıyla sükût ederler. Aynı zamanda, hak yolcularının Allah’a açılma sürecinde ilk rıhtım, ilk liman ve ilk rampaları da yine bu ibtidâ ile intihânın birleşik noktası sayılan objektif tevhid mülâhazasıdır. İlk mürselden Son Nebi ve Mürsel’e kadar, vazife ve sorumluluğu “yakaza” şehrahında götüren bütün hak elçilerinin birinci mesajları, اُعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلٰهٍ غَيْرُهُ “Allah’a ubûdiyette bulunun ki, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.”2 sözleriyle ifade edilen imanın işte bu rükn-ü âzamı olmuş; daha sonra da bunun vuzûh ve inkişafıyla alâkalı diğer emirler…

Böyle bir tevhid telakkisi, İslâm’a girişin kapısı, onu, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn mertebesinde duyup zevk etmenin kaynağı, Hakk’ın Kendini, Kendi bildiği gibi –istidatlara göre– bildirmesinin de ilk çağrısıdır. Böyle bir tevhid anlayışıyla İslâm’a girilir; fıtratları yol almaya müsait olanlar onunla yol alır; onunla nazar ve istidlâlî araştırmalarına gerçek derinliğini kazandırır; onunla izafî hakikatlerin perde arkasına muttali olur ve onunla kadim ve hâdis farkının içyüzünü görür; Yaratan ve yaratılan arasındaki en büyük münasebet olan Hâlık-mahlûk münasebetini kavrar, abd ve Mâbud alâkasını anlar.. hatta yine onunla, Rabb’in yaratıklarına karşı mukaddes, münezzeh mübâyenetini, O’nun sıfatlarının kemal, külliyet ve asliyetini; kendi sıfatlarının da eksiklik, cüz’iyet, zılliyet ve izafîliğini idrak eder; eder ve bütün mülâhazalarını enbiyâ-i izâmın telakki çerçevesine oturtur. Bu üstadların tarif ettiği çerçevede, tevhid adına tenzih ederken ta’tîlden,3 Hakk’a yakınlığı seslendirirken hulûl ve ittihattan,4 kendini O’nun tecellîlerini temâşâya salarken temsilden,5 sıfatlarını yorumlarken de teşbih6 ve tecsim7 hatasına düşmekten kurtulur ve günde –lâakal– kırk defa tekrar ettiği sırat-ı müstakîm erbabından olma liyakatini ortaya koymuş olur.. ve yine bu mânâdaki tevhidle hak yolcusu, kaza ve kaderin biricik gerçek kaynağını kavrar; Mutezile ve Cebriye’nin felsefe kaynaklı inhiraflarında ömrünü tüketmez; O’na yönelir.. O’na kullukta bulunur.. O’nu sever.. O’na karşı her hükmüne derin bir saygı duyar.. her şeyi O’ndan bilir –iradesindeki tercih hakkı mahfuz– her şeyi O’ndan bekler.. her zaman O’na itimat eder.. dünya ve ahiret mutluluğunu da O’ndan diler ve dilenir.

* * *

Tevhidi, mahiyet ve sıfatlardan mücerret bir vücud olarak kabul eden Aristo, İbn Sina ve Nasîruddin et-Tûsî gibi mütefekkirler, kendilerinden sonra daha farklı şekilde sistemleşip devam edecek olan monizm inhirafına kapı aralamış ve pek çok bâtıl cereyanın doğmasına vesile olmuşlardır. Tevhidde hulûl ve ittihada sapanlar ise –bunun neoplatonizm cereyanı ile İslâm ilâhiyatına bulaştığı da söylenebilir– varlığı, Hazreti Vacibu’l-Vücud’un mütemadî tezahürü ve eşyayı da âdeta O’nun aynı gibi görerek “tevhid” dedikleri aynı noktada şirke girmişlerdir. İlâhî sıfatları inkâr eden Kaderiye ve Cehmiye’nin Allah’a acz isnad etmeleri ve insan iradesini ilâhlaştırmaları açıktır ve dalâletleri de izahtan vârestedir. Hele insanı, eli-kolu bağlı, kaderin kâhir rüzgârları karşısında savrulup duran çer çöp telakkileriyle ele alan Cebriye’nin hâli, aklın bedâhetine bütün bütün ters olmanın yanında Allah’a karşı da en büyük bir iftiradır. İşin doğrusu, bütün bu cereyanların hemen hepsinde bir dâne-i hakikat bulunsa da müntesipleri ifrat ve tefritlerle inhiraflardan kurtulamamış ve ortaya attıkları düşüncelerle de arkadan gelenlere bir sürü kayma noktaları hazırlamışlardır.

Bize gelince; peygamberlerden duyup öğrendiğimiz, onların doğru vârislerinin beyan, tavır, iç müşâhede ve keşifleriyle ikinci kez tanıyıp zevk ettiğimiz, görüp şahit olduğumuz tevhid; Yüce Yaratıcı’nın rubûbiyet ve mârufiyeti, bizim de ubûdiyet ve mârifetimiz açısından Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’nın ısrarla üzerinde durduğu ana temalardandır. Kur’ân ve Allah Resûlü, sık sık Cenâb-ı Hakk’ın zât, sıfât, esmâ ve ef’âlini, keyfiyeti meçhul “Arş” üzerinde istivâsını, enbiyâ-i izâm ve rusül-ü fihâmla konuşmasını, keza istediğine, Kendiyle konuşma imkân ve şerefini bahşetmesini pek çok yerde zikreder ve O’nun hayatını, ilmini, sem’ini, basarını, kudretini, iradesini, kelâmını, yaratmasını, öldürmesini, öldürdükten sonra diriltmesini, rızık vermesini sürekli hatırlatır ve tevhidi bütün bunların hepsine bağlayarak bizi böyle bir kabul ve iz’ana çağırır.

اَللّٰهُ لَا إِلٰهَ إِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ…الخ8 âyetinden قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَۤاءُ…الخ9 âyetine, 10اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى beyanından الۤـمۤ۝اَللّٰهُ لَۤا إِلٰهَ إِلَّا هُوَۙ الْحَيُّ الْقَيُّومُ11 fermanına, وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا…الخ12 âyetinden İhlâs Sûre-i Muazzaması’na kadar hemen bütün Kur’ân’da O’nun rubûbiyet mazmununun bir nabız gibi attığını, O’nun vücud ve rubûbiyet nurlarının bütün eşya ve hâdiselerin çehresinde yıldızlar gibi her zaman parıldayıp durduğunu görmek mümkündür. Rubûbiyet dairesinin bu ihtişamını görüp sezen her vicdan, bu geniş ve şümullü rubûbiyet tablosu veya iç içe rubûbiyet tabloları karşısında, derin bir ubûdiyet şuuruyla gerilime geçer ve “Böyle bir tevhid-i rubûbiyet şöyle bir tevhid-i ulûhiyet ister.” diyerek: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۝اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ۝مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِ13 âyetlerini okur ve vicdanında tevhid-i rubûbiyetin dört mertebesini birden duyarak iki büklüm olur.. يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا…الخ14 hitabına “Lebbeyk” çekerek temkine geçer.. وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَأْتِيَكَ الْيَق۪ينُ15 tembihiyle O’nun ezelî rubûbiyetine karşı lâyezâl bir ubûdiyet şuuru mesajını alır.. فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصًا لَهُ الدّ۪ينَ16 fermanından O’na tahsis-i nazarın esas olduğunu anlar.. قُلْ يَۤا أَيُّهَا الْكَافِرُونَۙ۝لَۤا أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ…الخ17 sûresini, başının üstünde bir bayrak gibi dalgalandırır, bütün mâsivâya karşı tavrını ilan eder.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ18 ile fıtratının gayesini haykırır ve bu yüce gayeyi yerine getirme hususunda da fevkalâde bir mahviyet, tevazu ve tezellülle her şeyi O’ndan beklediğini itirafta bulunur.. ve ulaştığı bu hitap makamı ve kurbet ufkunun hakkını eda sadedinde, birbiriyle iç içe iki mertebe tevhid-i ulûhiyeti ilan ve itirafını اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ۝صِرَاطَ الَّذ۪ينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ19 talebiyle tavzih eder pekiştirir.. bu pozitif istidâdan sonra غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّ۪ينَ20 cümlesiyle bu isteğin negatif buudunu beyanla da hassasiyet ve titizliğini ortaya kor ve günde ortalama kırk defa tevhid-i rubûbiyetten tevhid-i ulûhiyete ve bu gerçeğin azametiyle de tevhid-i ubûdiyete koşarak “ahsen-i takvîm”e mazhariyetinin hakkını eda etmeye çalışır. Hulâsa; Kur’ân-ı Kerim’in tevhid hakkındaki beyanı fevkalâde açıktır. O’nun emrettiği tevhid hem “tevhid-i rubûbiyet” hem de “tevhid-i ulûhiyet”tir. Sûrelerin en uzunu olan Bakara Sûre-i Celîlesi’nden en kısa sûrelerden sayılan Sûre-i İhlâs’a kadar hemen her sûrede açık kapalı tevhid takrir edilir. İhlâs Sûresi’nde bir yandan tevhid-i ulûhiyet takrir edilirken diğer yandan da Cenâb-ı Hakk’ın kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh olduğu vurgulanır. Kâfirûn Sûresi ise, açık bir netice olan ibadet ve perestişin Allah’a yapılacağını ihtar eder ve bizi tam bir tevhid-i kıbleye çağırır. Aslında, ciddî bir tetkike tâbi tutulduğunda görülecektir ki Kur’ân-ı Kerim, temelde, hep tevhid yörüngesi üzerinde yürümektedir. Evet O’nda, Allah’tan, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden haber veren âyetler “tevhid-i ilmî-i haberî”ye meşhur ifadesiyle “tevhid-i ulûhiyet”e delâlet eden beyanlardır. Eşi, şerîki, zıddı, niddi olmayan Mâbud-u Mutlak’a ibadete ve O’ndan mâadasını da وَنَخْلَعُ وَنَتْرُكُ مَنْ يَفْجُرُكَ21 fehvâsınca mâbudiyetten azle delâlet eden fermanlar da, “tevhid-i irade-i talebî”, mâruf ifadesiyle “tevhid-i rubûbiyet”i gösteren delillerdir.

Diğer bir yaklaşımla, tevhid-i rubûbiyet veya tevhid-i ilmî, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın haber verdiği hakikatleri tasdik; tevhid-i amelî veya tevhid-i ulûhiyet de emrolunan şeyleri emrolunduğu çerçevede yerine getirme ve yasaklanan şeylerden de içtinab etmekten ibarettir. Tevhid-i ilmînin tamamiyeti, Zât-ı Bârî’yi kemal sıfatlarıyla muttasıf bilip noksan sıfatlardan da tenzih etmekle gerçekleşir; tevhid-i amelî ise, böyle bir Zât-ı Ecell ü A’lâ’ya ibadet etmek, muhabbet duymak, O’na karşı ihlâslı davranmak ve havf u recâ dengesini korumakla tahakkuk eder.

Pratik olarak gerçekleştirilebildiği takdirde potansiyel intihâ sayılan, hâlihazırdaki durumu itibarıyla Hak yolcusunun ibtidâ televvünlü bütün seyahatleri, deliller, burhanlar ve âfâkî-enfüsî müşâhede ufkunda cereyan eder. Deliller, burhanlar, âfâkî-enfüsî müşâhedeler tevhidin en sağlam ayaklarıdırlar; her sâlik, seyr u sülûk-i ruhanîsinin hemen her merhalesinde, bunların iş’ar ve işaretlerini makamıyla münasebet içinde imtisas eder, değerlendirir; değerlendirmelerin daha engin yorumlara, duyuşlara açılması ölçüsünde de delilde aynı medlûlü duyar.. şahidde “bî kem u keyf” meşhûda ulaşır.. ve peygamberlerin sundukları mesajları; keşiflerin, zevklerin, vicdanî duyuşların gökler kadar engin atmosferinde, medlûl, meşhûd ve müberhen öncelikli; hatta âdeta, delilden, şahidden, burhandan azade kalmış gibi duygular üstü duymaya, görmeler üstü görmeye, işitmeler üstü işitmeye başlar ve 22بِغَيْرِ كَيْفٍ وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ ufkunda ulvî ve nezih bir temâşâ zevkine erer. İşte, âfâkta ve enfüste görülüp sezilen bu delil ve şahidler sayesinde, Allah’ın eşya ve hâdiseler üzerinde hususî mührünün nümâyân olması demek olan bu tevhid telakkisi objektiftir ve herkese açık bir mârifet ufkudur. Böyle bir kabulün inkişafıyla, zâhirî sebeplerin gerçek mahiyetlerinin ortaya çıkması ve bütün esbab ve illetlerin Hazreti Müsebbibü’l-Esbâb karşısında mütelâşî olup gitmesi, aklın iç diyalektiğinin tamamen sükût etmesi ve artık delil, şahid, burhan değil de, bunlarla hâsıl olan mânânın bir işrakla noktalanması ise, haslara ait bir tevhid tezahürüdür.. derinlik ve televvünü de hâlin ve zevkin enginliğine bağlıdır. Böyle bir noktayı ihraz eden sâlik, artık emareler ve işaretlerle değil de, vicdanındaki duyuş, seziş ve işrak sayesinde deliller ve işaretlere terettüp eden hususî iltifatlara müstağrak yaşar, iş’arlar, işaretler üstü Hazreti Şâhid-i Ezelî’nin, onun içine attığı ışıkla hep nur düşünür, nur konuşur, nurla oturur-kalkar ve Hazreti Münevvirü’n-nur’un sübühât-ı vechiyle sürekli mahmur dolaşır. Deliller, burhanlar, onun hâlinin dilini kullanma inkişafına erince, bir mânâda o da artık ne delil der ne tevekkülde hâricî sebep arar ne de başka vesileler arkasında koşar; aksine, her şeyi O’nunla bilmeye, O’nunla görmeye, O’nunla tanıyıp O’nunla sevmeye ve görüp duyduklarını O’nunla mârifete, aşka, şevke, cezb u incizâba çevirmeye başlar ve ömrünü “cem”, “fark” arası gel-gitlerin dalgaları arasında sürdürür durur.

Bu nokta, her şeyin Hazreti Vacibü’l-Vücud’a, ayne’l-yakîn seviyesinde zuhur makamı olması itibarıyla, zâhirî sebepler bütün bütün silinip gitmeseler de, saadet ve necat gibi önemli meselelere sebep olmaları görünümünü yitirir ve matlaşırlar. İman, tasdik, mârifet, muhabbet gibi bâtınî sebeplerin duyuluş ve hissedilişleri daha bir artarak ve derinleşerek devam eder. Onun içindir ki hakikî bir hak yolcusu, seyr u sülûk-i ruhanîde terakki ettikçe, ibadet ü taata karşı şehvet ölçüsünde bir düşkünlük göstermeye başlar.. mârifet ve muhabbeti arttıkça, dua ve münacatlarıyla coşar ve Hak dergâhının her zaman şakıyan bir bülbülü hâlini alır; oturur-kalkar ve kalbinin diliyle hep O’nu mırıldanır. Ama, ne burada durup öteleri temâşâ etmesi ne de kuşlar gibi göklerde kanat çırpıp mesafelerle savaşması, onun mebdeden müntehâya mahviyet, tevazu ve hacalet içinde sürdürdüğü kulluktaki temkin ve âhengine asla zarar vermez.

Hazreti Vacibü’l-Vücud’un zâtına tahsis buyurduğu tevhide gelince; o, evvelâ enbiyâ, sonra da asfiyâya mahsus bir mazhariyettir.. ve bizim için böyle bir mârifet ve zevk ufkunu tam idrak edip duymak da imkânsız gibidir; zira o, Rabb’in, kendi rubûbiyetine şâyeste ve

شَهِدَ اللّٰهُ أَنَّهُ لَۤا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ… الخ23 , اَللّٰهُ لَا إِلٰهَ إِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ… الخ24 , هُوَ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَۤا إِلٰهَ إِلَّا هُوَ…الخ25 , إِنَّن۪ۤي أَنَا اللّٰهُ لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنَاۨ فَاعْبُدْن۪يۙ… الخ26

gibi âyetlerle ifade buyurduğu “tevhid-i tâmm”ı, erbabının dupduru gönüllerine ifâzası ve onlara gönül dilleriyle bunu seslendirme imkânını bahşedip hususî bir tevhidle şereflendirmesi; şereflendirip o engin ihsanlarını, onların aczlerinin çehresinde daha bir derinleştirmesi, sonra da bu incelerden ince hususu,

مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ27 , مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ28 مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ29 , مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ..30

gibi sözlerle bir mârifet mülâhazası, bir ibadet şuuru, bir acz ü fakr tavrı, bir şevk u şükür iştiyakıyla ifade ettirmesi büyük bir mazhariyettir. Ve onlardan olmayanın da bunu kavraması mümkün değildir. Nasıl mümkün olabilir ki bu, hususî bir mevhibedir ve hangi şart-ı âdiye bina edilirse edilsin, Hazreti Vehhâb’ın bir atıyyesidir; O’nun atıyyelerini de ancak matıyyeleri yüklenir ve temsil eder.

Böyle bir tevhidi, kâmil mânâda ancak enbiyâ-i izâm ve asfiyâ-i fihâm efendilerimiz duyup hissedebilirler; hissedebildiklerinin de ancak mezun oldukları miktarını fâşedebilirler. Asfiyâ o vadide her zaman at koşturur, kapalı motif ve sembollerle –hadlerinin elverdiği ölçüde– onu soluklamaya çalışır; daha gerilerdeki evliyâ ise, gerektiğinde onu kelâm-ı nefsîyle mırıldanır; ama bunların hepsi de, gereksiz yere hâl ve zevk ifşâsından fevkalâde sakınır; hatta fâşetmeyi ulûhiyet haysiyetine karşı irtikâb edilmiş bir hata sayar ve ağyâra sır vermiş olmadan ötürü tir tir titrerler.

Herhâlde böyle bir konuda, enbiyâ-i izâmın mesajlarını yeterli bularak, mevzuu onların idrak ufkuna göre seslendirip اَلْعَجْزُ عَنِ الْإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ31 itirafıyla hakikatin ilmini ve ehassü’l-havâssın tevhid telakkisini Allah’a havale etmek en selâmetli yol olsa gerek.

İster akide açısından, ister tasavvufî zevk ve hâlin ifadesi olarak tevhidi en zirvedekilerin mülâhazası içinde düşünürken dahi, kat’iyen Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın rehberlik ve daire-i irşadının dışında kalmamaya çalışmak bir esastır; zira O’nun mişkât-ı nübüvvetinin dışında, en parlak ışıkların, en engin zevklerin ve en derin mârifetlerin dahi nefsanî birer zevk ve yalancı birer ziya olmaları ihtimalden uzak değildir.

Çelebizâde Abdülaziz Efendi’nin, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin: “Hudâ Rabbim nebim hakka, Muhammed’dir Resûlullah” şeklindeki manzum akidesi türünden “Gülşen-i Niyaz”daki mevzûn ifadeleri hem akide kitaplarındaki geleneğe hem de asfiyâ telakkisine uygun olması itibarıyla, sözlerimizi böyle bir nazımla noktalamak istiyoruz:

Vahdet-i zâtı eyleyüp tahkîk,

Etmişimdir sıfâtını tasdîk.

İlim, kudret, hayat, sem’ u basar,

Zât-ı pâkinde oldular muzmer.

Gerçi zâtla kadîm oldu sıfât,

Ne sıfât zâttır ne de gayru’z-zât.

Aceze’l-vâsıfûne an sıfâtik,

Mâ arafnâke hakka mârifetik.32

Ehadiyette yok şebîh ü nazîr,

Mülkte hâcet-i müşîr ü vezîr..

Ne arazsın ne cism ü cevhersin,

Ne müteşekkil ne musavversin.

Yâni min haysü zâtihi’l-akdes,

Sıfât-ı Hak hemîn tecerrüd bes.

Sende yoktur eyâ Semî’ u Mucîb,

Hadd ü add ü tecezzî vü terkîb.

Sana nisbetle yâ Aliyye’ş-şân,

Ne zamana itibarı var ne mekân..

Olmadı yok o ihtimal yine,

Ekl ü şurb ü libas ü nevm ü sine.

Pâktır dâmen-i celâlet-i Hak,

Şehvet isnad olunmadı mutlak.

Fer’ ü asl ihtimalin eyledi sed,

Âyet-i “lem yelid ve lem yûled”.

Lem yezel ü lâ yezâlsin bîşek,

Safha-i dil bu itikada mihenk.

Hem evvelü bidâyet Ol’dur Ol,

Âhirü nihâyet de Ol’dur Ol.

Muhdis-i âlem O Zât-ı Kadîm,

Hem masnû-ı feyz ü fazl-ı amîm.

Eser-i sun’u âlem ü âdem,

Hükm-ü vefkıncedir vücud u adem.

Emr-i “Kün”le zuhûr etti tamâm,

Ulvî vü süflî cümle-i ecrâm.

Etmeseydi eğer feyz-i vücud,

Bilinmezdi resm ü râh-ı şuhûd.

Hâlık-ı hayr ü şer cenâbındır,

Hem masdar-ı her fiâl bâbındır.

O’dur merkez-i hatâ vü sevâb,

O’na vâbestedir sevâb ü ikâb.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ، وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ،وَصَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ۽ الَّذ۪ي هُوَ وَس۪يلَةُ التَّوْح۪يدِوَعَلٰى إِخْوَانِه۪ مِنَ النَّبِيّ۪ينَ وَالْمُرْسَل۪ينَ ذَوِي التَّمْك۪ينِ السَّد۪يدِ.

1 “Aklına ne gelirse Cenâb-ı Hak ondan başkadır.” (Bkz.: Aliyyülkârî, er-Raddü ale’l-kâilîn bi vahdeti’l-vücûd 1/16, 90; Mirkâtü’l-mefâtîh 4/82)

2 A’râf sûresi, 7/59, 65, 73, 85; Hûd sûresi, 11/50, 61, 84; Mü’minûn sûresi, 23/23, 32.

3 Ta’tîl: Allah’ın sıfatlarını kabul etmemek. -Hâşâ- pasif bir ulûhiyet anlayışı.

4 Hulûl ve ittihat: Cenâb-ı Hakk’ın -hâşâ- bir cisim veya şahsın içine girdiğine, onunla birleştiğine ve bir arada bulunduklarına itikat etmek.

5 Temsil: Cenâb-ı Hakk’ı mahlukata benzeterek mahiyetleri itibarıyla birbirinin benzeri olduğunu iddia etmek.

6 Teşbih: Cenâb-ı Hakk’ı mahlukata benzetmek.

7 Tecsim: Allah’ın -hâşâ- cisim olduğu ve bir mekânda bulunduğu iddiası.

8 “Allah o İlâh’tır ki Kendisinden başka ilâh yoktur. Hayy’dır, Kayyûm’dır. Kendisini ne bir uyuklama ne uyku tutamaz…” (Bakara sûresi, 2/255).

9 De ki: “Ey mülk ve hâkimiyet sahibi Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın!…” (Âl-i İmrân sûresi, 3/26)

10 “O’dur Rahmân, rubûbiyet arşına istivâ eden, kâinata hükümran.” (Tâhâ sûresi, 20/5)

11 “Elif, Lâm, Mîm. Allah o İlâh’tır ki Kendinden başka ilâh yoktur. Hayy O’dur, Kayyûm O’dur.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/1-2)

12 “De ki: Her türlü hamd O Allah’a mahsustur ki, asla evlâd edinmemiştir…” (İsrâ sûresi, 17/111)

13 “Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah’adır. O Rahmân’dır, Rahim’dir. Din gününün, hesap gününün tek Hâkimidir.” (Fâtiha sûresi, 1/2-4)

14 “Ey insanlar! Hem Sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbiniz’e ibadet ediniz…” (Bakara sûresi, 2/21)

15 “Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbine ibadet et…” (Hicr sûresi, 15/99)

16 “O hâlde sen de yalnız Allah’a ibadet et…” (Zümer sûresi, 39/2)

17 “De ki: Ey kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem…” (Kâfirûn sûresi, 109/1-2)

18 “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız.” (Fâtiha sûresi, 1/5)

19 “Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet. Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet.” (Fâtiha sûresi, 1/6-7)

20 “Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” (Fâtiha sûresi, 1/7)

21 “(Allahım!) Sana isyan edeni biz terk ederiz.” (Bkz.: el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 2/210)

22 “Keyfiyeti meçhul idrak edilemez ve misallendirilemez.”

23 “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahit bizzat Allah’tır…” (Âl-i İmrân sûresi, 3/18)

24 “Allah o ilâhtır ki Kendisinden başka ilâh yoktur. Hayy’dır, Kayyûm’dur…” (Bakara sûresi, 2/255)

25 “Allah’tır gerçek İlâh! O’ndan başka yoktur ilâh…” (Haşr sûresi, 59/22)

26 “Muhakkak ki Benim gerçek İlâh. Benden başka yoktur ilâh. O hâlde sen de yalnız Bana ibadet et.” (Tâhâ sûresi, 20/14)

27 “Seni hakkıyla bilemedik ey Mâruf!.” (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; el-Âlûsî, Rûhu’l-meânî 4/79, 17/202)

28 “Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Mâbud!.” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/184; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/629).

29 Ey her dilde meşkûr olan Allahım, Sana hakkıyla şükredemedik!.”

30 “Ey Mezkûr, Seni hakkıyla zikredemedik!.”

31 “İdrakten âciz kaldığını itiraf etmek gerçek idraktir.” (el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/252; el-Maksadü’l-esnâ s.54; es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce 1/103).

32 “Erbab-ı lisan Seni vasfetmekten âcizdir. Seni hakkıyla bilemedik.”

-+=
Scroll to Top