TEVHİD DELİLLERİ

III. KISIM: İNÂYET ve HİKMET DELİLİ:

Kâinattaki bütün etya görülüp-gözetilmekte ve üzerlerinde hassasiyetle titrenilmektedir. Bütün canlılara, adeta, şefkatli bir anne gibi kol-kanat gerilmektedir. Ayaklar altında gezen, her an çiğnenip, ezilme ihtimali olan en küçük canlıların bile hayatîyetleri titizlikle muhafaza edilmektedir. Keza, en küçükten en büyüğe herşey birbirinin imdadına koşturulmaktadır.

İnâyet delili cümlesinden olarak, dağlar, taşlar şak şak yarılıp, nebatatın filizlenmesine müsait toprak hâline gelirler. Yeryüzü bütün unsurlarıyla, bitkilerin yeşerip, büyümesi için seferber olur. O sert kayalar, üzerlerine düşen çekirdeğin kök salıp, filiz verebilmesi için paramparça olurlar. Toprak, hava su; mikroorganizmalar, mineraller, elementler; otlar, ağaçlar, çiçekler; ağaçların üzerinde tebessüm eden meyveler; kuşlar, böcekler, balıklar; mikroplar, büyük-küçük bütün hayvanlar hepsi birbirinin imdadına koşar birbirine azık ve gıda olurlar. Neticede hepsi de istifademize sunulur. Mesela, denizlerde gezen bir balık, mikroorganizmalar ve yosunlarla beslenip, mineraller, proteinler ve vitaminlerle dolu bir konserve hâline gelerek imdadımıza koşar, gözümüze fer, pazumuza kuvvet, beynimize kudret verir.

Bütün bunları gördükten sonra fevkalade hassasiyet, şefkat ve merhametin eseri olan icraatların gelişigüzel olamayacağını anlar, birbirinin imdadına koşan herşeyin İnâyet eli ile sevkedildiğini idrak ederiz. Bu delil ile bütün işleri yürüten, idare eden, malum bir maksada doğru iten Allah’ın varlığını ve kâinatı O’nun yarattığını anlarız.

Mesela, insanın en hassas ve kıymetli cihazı olan beynin ayaklar altında veya karında değil de, omuzlar üzerindeki, fevkalade sağlam bir mahfaza olan kafatası içinde bulunması, tesadüfî değildir. İlmi kıstaslar ile de mükemmel bir hikmet ve faydayı muhtevi olduğunu gördüğümüz bu icraatın arkasında, Allah’ın Hikmet ve İnâyet eli vardır.

Mesela, anne rahmine düşüşten bebekliğe, bebeklikten gençliğe, gençlik çağlarından, olgunluk ve ihtiyarlık çağlarına kadar; gecede – gündüzde, yazda – kışta, değişen her demde; hastalıkta – yorgunlukta, değişen her hâl ve şartta, gerekli olan gıda ve sair ihtiyaçların yaratılışı… Bunların midenin ve diğer uzuvların yapısına göre hazırlanması; en uygun ve münasib tatlarda, kıvamlarda, ambalajlarda, yer ve zamanlarda ihsan edilmesi, yine Allah’ın İnâyet eli ile birlikte işleyen, fevkalade şumullü, ince ve hassas Hikmet elini de gösteriyor.

Kısaca temas ettiğimiz İnâyet ve Hikmet delillerini layık-ı vechiyle ele alıp, tahlil etmek istesek ciltlerle kitap yazmamız gerekir. Ama Cenâb-ı Hakk’ın şu Kitab-ı Kebir-i Kâinat’taki asar-ı san’atını tefekkür etsek; göklerde gezen yıldızların içine girip mahiyetlerini araştırsak; denizlerin içine, mağmaların derinliklerine dalsak; akyuvarlara, alyuvarlara binip hücreden hücreye dolaşsak, heryerde: Allah vardır, birdir! İnâyet ve Hikmet eliyle bütün kâinatı bizler için seferber edip koşturan, besleyip hayatiyetimizi devam ettiren O’dur dediklerini müşahade edeceğiz.

KÂİNATTA PLANSIZ HİÇBİR İCRAAT YOKTUR

Kâinatın en uzak köşelerinden Dünya’mıza kadar, en büyük galeksilerden Ay’ımıza kadar hesapsız ve nizamsız hiçbir şey yoktur. Herşeyde, her hadisede, her icraatta bir plan ve hesap vardır. Yapılan tetkikler ve araştırmalar da kâinatta derin bir hendese ve hesabın hâkim olduğu kanaatini vermektedir. Kim, hangi nazarla bakarsa baksın bunu müşahade edecektir.

Mesela, hendese ile uğraşanlar, kendi perspektifleriyle bakıp, istedikleri yerlere nazarlarını dikip, istedikleri noktayı ele alsınlar. Nerede olursa olsun, heryerde hendesî ölçüler ve şekiller göreceklerdir. Şuuraltlarındaki üçgenlerin, dörtgenlerin, helezonların, elipslerin veya sarmalların her çeşidi ve boyutu ile karşılaşacaklardır.

Mesela, matematikle uğraşanlar, içinde bulunduğumuz Güneş sistemini ele alsalar; en yakınındakinden en uzağındakine, bütün gezegenler arasındaki mesafeleri ölçseler, bu mesafeler arasında sabit oranlar, formüle edebilecekleri bağlantılar arasalar, sadece birbirleriyle değil, bütün kâinatla alakalı formüller, oranlar ve bağıntılar bulacaklardır.

Araştırmacılar, yaptıkları bir araştırmada, Mars ile Jüpiter arasındaki bilinen mesafenin belirli oranlara ve formüllere uygun gelmediğini görünce şaşkına dönmüşlerdi. Fakat, ondokuzuncu asrın başlarından yirminci asrın başlarına kadar geçen zaman içinde, bu iki gezegen arasında binden fazla meteoridin, belirli bir yörünge ile gezdiğini görünce Burada ayrı bir hesap vardır. Bilemediğimiz bir oran, bir formül vardır. Bunu da zamanla tesbit edebiliriz dediler.

Biz burada, meselelere birer kapı açıyor, tefekkür ufkunda bir ışık yakıyoruz. Kâinatın geniş sayfalarındaki Allah’a ait ma’nâların, ma’rifet üsareleri halinde damlamasına, cazibe ve cezbenin Allah muhabbeti ma’nâsını taşımasına, O’na ait malûmatların birer çekirdek ve nüve hâlinde takdim edilmesine -kametine uygun ifade edilemese bile- gayret ediyoruz. Onun için, Allah’ın yarattığı herşeyde bir hesap ve nizam olduğuna misaller veriyor, bundan ötesini tefekkür ufkunuza havale ediyoruz.

SEBEPLER ve TABİAT KANUNLARI YARATICI OLABİLİR Mİ?

Burada, yanlış kanaatler neticesinde revaç bulan mesnetsiz ve çürük iki anlayış üzerinde duracağız. Eşyayı sebeblere vererek sebebler yarattı diyenler ile fen adına ortaya çıkıp Cenâb-ı Hakk’ın icraatını tabiat kanunlarına vererek Allah’ı inkara yeltenenlere sille-i te’dib de bulanacağız.

Eşyayı sebebler yarattı denilerek herşeyin bir meçhule bağlanması ilim adamı işlenen böyle bir cinayetin ifadesidir. Maalesef bu, kendini ilim adama sayan bir kısım insanlar nazarında da rağbet ve revaç bulmuştur. Hâlâ böyle bir muhal ve hurafenin tesirinde kalan bu insanlara Cenâb-ı Hakk’ın varlığını anlatmak, sebeblerin Allah’a ayine olduklarını göstermek lazımdır.

Meydana gelen herşeyin bir kısım sebeblere bağlı olduğunu görmekteyiz. Çiçeklerin tebessüm etmesi için yağmurun yağması, güneşin şualar neşretmesi, rüzgarın esmesi, toprağın tavına gelmesi, mevsimlerin değişmesi, yeryüzünün bütün gezegenler ile tenasüb içinde bulunması gibi sebeplerin içtimaı gerekmektedir. Ama bu sebebler gerçekten bir çiçeği yaratabilecek, ondaki revnekdar hayatı varedebilecek kabiliyet ve kudrette midirler? Üzerinde asıl durulacak ve düşünülecek nokta budur.

İnsanın ve diğer canlıların yaratılışını bir kısım sebeblere bağlayanlar: Daha önce şöyle olmuştur, sonra anne ile babanın izdivacı, sonra döllenmeler, üremeler ve türemeler vuku bulmuştur… gibi şeyler söylerler. Bir çocuğun yaratılışını, karanlıklar ve bilinmezler içindeki spermin yumurtaya ulaşmasını, yumartanın döllenmeye hazır hâle gelip beklemesini, ceninin kan ve fışkı arasında ışıksız, havasız bir ortamda beslenmesini, doğum vakti gelince en uygun pozisyonu almasını ve diğer gelişmeleri annenin meşimenine verirler. Üstelik Cenâb-ı Hakk’ın mümtaz ve antika bir sanatı olarak kıymet ve değerini ancak O’nun bildiği ve ahsen-i takvim suretinde yarattığı insanın yaratılışını, bir kadın ile erkeğin şehevî hislerinin tatminine bağlayarak, onu sefil arzuların semeresi olarak mütalaa ederler.

Resûl-ü Ekrem’in huzuruna gelen dağdan inmiş, baldırı çıplak bir bedevi şöyle diyordu: Bir yerdeki deve pisliği, oradan devenin geçtiğine delalet etmez mi? Bir yerdeki ayak izi, orada yürüyen birisinin mevcudiyetine delalet etmez mi? Sema burç burç nizam içinde, yıldızlar ve güneşler ahenkle hareket etmekte, yeryüzü vadi vadi insanlığın ihtiyaçlarına hitab edip cevap vermekte… Bütün bunlar, herşeyi yaratan ve herşeyi bilen Alîm ve Hakîm bir Allah’ın varlığına delalet etmez mi?[32] O baldırı çıplak bedevi, laboratuar tahlilleriyle bile Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve azametini göremeyen gafil ilim adamlarından daha ileriye gitmiş, esbab perdesini yırtmış, sebeplerin neticesine varıp Allah’ı bulmuş, idrak sahibi bir insandı.

Hayatın ve yaratılışın hiçbir sebebe bağlanamayacağını, Hayat sırrını izah ederken arzetmiştim. Hayat ve yaratılış bir muammadır ama, ötesinde bulunan mübeyyin kudret izleri ile müzeyyen bir muamma. Ve o muammayı çözmek, bahsi geçen bedevinin bakışı ve anlayışı içinde bakmakla mümkündür. Böylece kâinattaki çeşit çeşit eserler, çok çeşitli izler ve yollar görülecek, bilinecek, kör, şuursuz ve ma’nâsız şeylere bağlanılmayacaktır.

EŞYA BİRBİRİNE HEM MAHKUM HEM DE HAKİM OLABİLİR Mİ?

Her varlık çeşitli atomlardan mürekkeptir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bu atomlar, kâinattaki umumi aşk, cezbe ve incizabdan nasibdar olarak birbirleri etrafında vecd ile döner, birleşir, kendilerinden büyük varlıkları meydana getirmeye çalışırlar. İnsanların ve diğer mahlûkatın vücudunu teşkil eden bu atomlar şuursuz ve cansızdırlar. Hâttâ atomun parçalanıp enerji hâline gelmesi, maddenin kaybolması durumu Atom madde midir, değil midir? istifahamını da karşımıza çıkarmıştır. Buna rağmen, mahiyeti tam olarak bilinemeyen, Madde mi, değil mi? tartışması yapılan atomda ruh, can ve hayatîyet aranması, hele ruhu, canı ve hayatı verebileceğinin düşünülmesi hangi aklın ve mantığın tezahürüdür?

Bütün vücutlar, batbata vererek bir kubbe meydana getiren tatlar gibi birbirine dayanan atomların teşkil ettiği uzuvlardan meydana gelmiştir. Eğer, Allah’ı kabul etmez, bütün uzuvlar ile vücutları O’nun yaratıcılığına vermezsek; adeta, birlikte uzuvlar teşkil eden atomların hem emredip hem de itaat ederek, hem hâkim hem de mahkûm durumunda olduklarını kabul etmemiz gerekecektir. Herhangi bir atom diğerine: Gel, yanyana duralım, başbaşa verelim. Sen altta kal ben üste çıkayım. Şöyle bir varlık meydana getirelim. gibi şeyler diyecektir. Veya aynı şeyleri başka bir atom söyleyecektir. Hangisi böyle şeyler dese, diğerleri ona itaat edecek, karşı koymadan kabul edecektir. Birbirinin emsali ve aynısı olan şeyler, yine birbirinin hâkimi ve mahkûmu olacaklardır. Aynı zamanda, her atom kâinattaki bütün dengelere, kanunlara ve şartlara uygun olarak istedikleri uzvu, istedikleri canlıyı meydana getirebilecek sonsuz ilme, iradeye ve ihataya sahip olacakdır.

Bu durumda, eğer, Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti inkar edilip, birbirinin aynı ve emsali şeylerin hem hâkim hem de mahkûm olabileceği kabul edilse bile; her zerreye Eflatun kadar akıl, Aristo kadar muhakeme ve çağları aşan dâhilerinki kadar deha vermek gerekecektir. Bu ise Cenâb-ı Hakk’a layık görülmeyip, O’na verilmeyen kudret, irâde, ilim ve hikmetin şuursuz, ruhsuz ve cansız atomlara layık görülmesi demektir. Böyle bir muhal elbette irâde, ilim ve şuurdan mahrum akılsızlara layık bir iddiadır.

Mesela, parmağınızın ucuna bakın. Oradaki başbaşa vermiş milyarlarca atom, adeta bir kubbeyi meydana getiren taşlar gibidir. Parmağı teşkil eden kemik, tırnak, kılcal damarlar, sinirler vs. hepsi de atomların birleşmesiyle meydana gelmişlerdir. Aynı zamanda kâlbinizdeki ve beyninizdeki bir kısım atomlar müstesna, -onlarda molekül halinde değişir- vücudunuzun tamamı değişmektedir. Bütün insanlar her an değişmekte ve üç-dört senede tamamen başka bir vücuda sahip olmaktadırlar.

İşte bedeninizi teşkil eden atomlar, çeşitli yollarla ayrılıp yerlerini yeni gelenlere bırakırken, çok hassas bir hesap ve plana uygun olarak hareket ederler. Öyle ki, kulağınız veya bir başka uzvunuz hiç bir zaman olduğundan küçük veya büyük hâle gelmez. Gözlerinizin rengi, çenenizin şekli, kaşlarınızın kavsi değişmez. Hastalık ve maraz belirtisi olan arızalar müstesna, vücudunuzun herhangi bir yerinde şişlikler veya yarıklar meydana gelmez. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve irâdesine ait plana göre teşkil edilen hücreler ve atomlar hadlerini aşmaya kalksalar Dur! Hududun burasıdır. Buradan ileriye geçemezsin! emriyle karşılaşırlar. İlmî, şuurî, iktidarî ve irâdî bir sevk ile tedvir ve tedbir edilirler.

FARKLILIKLAR ve ZITLIKLARA RAĞMEN UYGUNLUK NASIL OLUYOR?

Yaratılan herşeyde, hâttâ zıtların biraraya gelmesinde bile, birbiriyle uygunluk görülmektedir. Vücudumuzun fizyolojik, anatomik ve ruhî yapılanışı ile yeryüzü, güneş, ay, yıldızlar ve galaksilerin yapılanışı arasında hiçbir aykırılık yoktur. Herhangi bir aykırılık mevzu bahis olsaydı, nebatlardan, hayvanlardan ve aslî unsurlardan istifade ile ihtiyaçlarımızı temin edemeyecek, böylece hayatımızı idame ettiremeyecek, mahvolup gidecektik. Cenâb-ı Hakk birbirinin zıddı şeyleri hayatîyetimize mastar yapmakta, onlar arasındaki mübayenetle hayata ayrı bir neşve katmaktadır. Artı ve eksi kutupların zıtlarını çekip, aynılarını itmesi veya erkek ile dişinin birbiriyle alakası gibi münasebetlerin yanında, insan ile nebat arasındaki tatlı alışveriş gibi… Nebatat ile insanların, biri oksijen alıp karbondioksit verirken, diğerinin karbondioksit alıp oksijen vermesi… Adeta, ellerinde bulunan emtiayı takas ederek ticaret yapmalarını, arz ve talepleri ile yeryüzündeki hayatın devamına vesile olmalarını Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve irâdesine vermediğimiz takdirde, cansız ve şuursuz atomlara yaratıcılık vermemiz gerekecektir ki, bu yüz derece akılsızlığı gösterecek bir hurafedir, deliliktir.

Diğer bir nokta da şudur: Her varlık zamanla çeşitli suretlere girer, hergün ayrı bir şekil alır. Bazı canlılar saniyede, bazıları günde, bazıları ayda, bazıları da yılda birkaç defa değişir, farklı suretlere girerler. İşte bunlar her bir şekil, tavır ve suret için ayrı ayrı modeller ve kalıplar ister. Siz, bezlere sarılmış bir bebek, sokaklarda oynayan bir çocuk veya arzularının itişi ile sağa-sola koşan bir delikanlı iken, ayrı ayrı tavırlar ve kalıplar içinde bulunursunuz. Kudret ve İrâde elinin ahirette göstereceği filimlere, her anınız, ayrı ayrı şekiller ve pozlar olarak kaybedilmektedir. İşte bu tavırların hepsi aslî hüviyetini kaybetmeyen ayrı kalıplar ister ki, herhangi bir tavır ve hareketinizin akabinde kafanızın duruşu, vücudunuzun endamı, iç organlarınızın şekli ile ahlak, huy ve karekterinizde kalıcı değişmeler olmasın.

İlim adamları karakter, manevî yapı ve maddî sima gibi hususiyetlerin kromozonlar tarafından taşındığını ve nesilden nesile aktarıldığını söyleyerek, herşeyi onlara bağlıyorlar. Ama tamamen maddeden müteşekkil ve değişmeye mahkum olan kromozonlar bu işi nasıl yapabilirler? Bütün hususiyetlerini, şifrelerini ve sırlarını kendi yerlerine geçen zerelere bırakmaya ve değişmeye mecbur iken nasıl oluyor da hiçbirşeyi karıştırmadan aktarabiliyorlar? Hangi sırla karekteristik yapılar değişmiyor, fizyonomiler bozulmuyor da uzuvlar kemal buluyor?

Hâlbuki mütemadi değişmeler var. Yenilen şeyler, teneffüs edilen hava, içilen sular, dışarıya atılan şeylerle yer değiştirirken; aslî unsurların hiç değişmemesi ve bozulmaması gösteriyor ki, eşya var edilmeden evvel bir hesap ve hendeseye tâbi tutulmuş, o planlar ve kanunlara göre Âlem-i şehadete gönderilmiştir. Böylece hiçbir karışıklık ve hecr-ü merç meydana gelmemiş, âlemler birbiriyle çekişmemiştir.

Mesela, Allah bir ağacı yaratırken, ona öyle bir mahiyet vermiştir ki, güneşin yakıcı şualarına maruz kaldığı hâlde zarar görmez, bilakis özümleme yaparak gelişmesini temin eder. O ağaca böyle bir karakter verilmeseydi, kavurucu güneş şuaları altında hayatîyetini devam ettiremeyecekti. Keza suda bulunan erimiş ve havada gaz hâlinde bulunan oksijen ile bunlara göre yaratılmış kara ve deniz hayvanlarının ciğerleri, solungaçları ve bunun gibi binlerce misal…

Sizi, binlerce koridora açılan bir kapıdan girmeye mecbur etseler. Geçeceğiniz o koridorların herbirinin adab, usul ve kanunları farklı; giyeceğiniz kıyafetler, yiyeceğiniz şeyler ve alacağınız tavırlar değişik; giriş-çıkış şekilleri, yürüme ve durma tarzları, kapıları açıp-kapama usulleri vs. hepsi ayrı ayrı olsa, siz, hiçbir bilgi ve tecrübeniz olmadan; muhakeme, irade ve insiyatiften mahrum olarak o koridorlara itilseniz, herşeye rağmen bir baştan girip öbür başa kadar, bütün usul ve kaidelere riayet ederek geçip, hiç hata yapmadan öbür taraftan çıkabilir misiniz? Böyle bir teyin vukuu dütünülebilir mi?

Bütün mahluklar, hususiyle Ahsen-i takvim sırrına mazhar olan insan ruhî, bedenî, şehevî gadabî ve aklî yapısı, melekiyete ve şeytaniyete ait yönleriyle her an başka bir koridora, farklı bir Labirente girmekte, kendileri için meçhul olan mukadder ve muhakkak neticeye doğru, her şart ve duruma göre tavır ve şekil alırken aslî hüviyetlerini muhafaza etmektedirler. İşte bu hâl ve keyfiyet, Allah’ın siyanet bulutu hâlinde bütün eşyayı ihata eden mutlak ilmine, irâdesine ve mevcudiyetine delalet eder: Allah vardır! Bütün sebebleri, sebeblerin de sebeblerini yaratan Müsebbib-ül Esbab O’dur. der.

TABİAT NEDİR?

Kâinat nasıl meydana geldi? sorusunu sorduğumuzda bazıları hiç düşünmeden: Tabiat yarattı derler. Biz sorulara devam edip Tabiat nedir? Şu ağaçlar, kuşlar, sularda oynaşan balıklar, kulaklarımızda yankılanan cıvıltılar nedir? dediğimizde de: Bunların hepsi tabiattır. Tabiat kanunlarıdır diyeceklerdir. Pekala insanlar, hayvanlar ve diğer varlıklar nasıl meydana geldi? sorumuza da Tabiat yarattı şeklinde cevap vereceklerdir. Nedir bu muamma? Nedir bu heyula? Nedir bu tabiat?

Ledünniyata karşı olup, hikmetlere göz kapayan ilim bilmezler Kant’a kızarlar, Kant eşyayı nomen-fenomen şeklinde ikiye ayırmıştır. -Kant’ın düşüncesinin isabetliliği veya isabetsizliğini burada tartışmıyacağız- Buna bizim dilimizde Şehadet âlemi- Gâyb âlemi veya mülk-melekut denilmektedir. Eşyanın mülk tarafı yani Şehadet âlemi, gözle görülen varlık alemi ile onların tâbi olduğu ahval ve asardır. Melekut, yani gayb âlemi, hayat mekanizmasını harekete geçiren illetler, hikmetler âlemidir. Maddecilerin Kant’a kızmalarının sebebi ise inkar ettikleri madde dışı âlemi kabul etmesidir.

Tabiat, lugat ma’nâsıyla seciye, ahlak demektir. Maddecilerin anladıkları ma’nâ ise, madenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, sistemler, vs. herşeydir. Onların anladıkları gibi, tabiat eşyanın kendisi ise Kâinatı kim yarattı? İnsanı kim yarattı? sorularına Tabiat yarattı cevabını vermekle, Tabiatı tabiat yarattı. Yeryüzünü yeryüzü yarattı. Taşlar, ağaçlar, kuşlar, insanlar, atomlar, galaksiler, herşey kendi kendini yarattı demiş olmaktadırlar. Bu ise garipliğin, acaibliğin ve tenakuzun tezahürü olan bir safsatadır.

Eğer, tabiat demekle eşyanın bir kısmı hususiyetlerini, hâllerini ve vasıflarını kastederek, sıcaklık-soğukluk, çekme-itme, artı-eksi vb. gibi eşyanın arizî hallerini söylemek istiyorlarsa, biz soracağız: Kromozonları ve taşıdıkları şifreleri kim yarattı? Karakterler, renkler, huylar vb. hususiyetleri kim verdi? Onlar da, eşyayı vasıflarının yarattığı cevabını vererek yine gülünç duruma düşeceklerdir. Biraz iz’anları ve mantıkları kalmışsa, hiçbir cevap vermeyeceklerdir. Zira böyle birşeyi kabul etmek: O şeyi vasıfları yarattı. İlim alimi, sanat sanatkarı, resim ressamı yarattı demek gibidir.

Toprağa düşen bir tohum, Allah’ın icraatına perde olan nemi ve sıcaklığı da neşv ü nemasına uygun bulunca ukde-i hayatisini salıverir, başını yukarılara uzatıp hava, köklerini aşağılara bırakıp gıda alır. Şimdi tabiatçılara sorsak: Çekirdek çatladı, kök saldı, filiz verdi. Bu iş nasıl oldu? Kendi kendine mi oldu? Su, hava veya toprak mı yaptı? Tohumdaki ukde-i hayatiye nereden geldi? Birbirine bağlı, müteselsil yüzlerce, binlerce soru… Tohumun meydana gelmesine ve onun yeşermesine sebeb olan herşey için bir başka sebeb, o sebeb için de başka bir sebeb arayan sorular zinciri ard arda gelir. Onu kim yaptı? O dediğinin sebebi ne? Bu nasıl oldu? Şu neden öyle? O niye böyle? gibi mütemadi devam eden sorular…

Mekanik sistemlerle hareket eden bir otomobile bakınız. Onun hareketinin bir kısım şeylere bağlı olduğunu görürsünüz. Deposuna konulan benzini gaz pedalının püskürtmesi, bujilerin ateşlemesi, ateşlemeyi yanmanın takib etmesi, hararetin harekete dönüşmesi, hareketin tekerleklere intikali ve otomobilin uçarcasına gitmesi… Bütün bunlar, o mekaniğin vasıfları, hususiyetleridir. Bu durumda Benzine yanma kabiliyetini veren, pulvarize olabilmesini öğreten kimdir? Ateşlenen benzin ile ısınan hava pistonları itmeyi nereden öğrenmiştir? Mekanikî itmenin-çekmenin, dairevî hareketlerin sistematiğini ortaya koyan kimdir? gibi sorulara: Bu mekaniği meydana getiren benzinin yanma kabiliyetidir, havanın genleşme kabiliyetidir vs. denilemeyecektir. Çünkü bunlar birer hususiyet ve vasıftır. Vasıflar, hususiyetler ve sıfatlar zata tesir edemez.

Binaenaleyh bugün moda hâline getirilip, Herşeyi yaratan doğa kanunlarıdır, tabiattır denilerek, neslimize empoze edilen düşünce asılsız ve esassız, gülünç birşeydir. Eşyanın varlığını doğa ve tabiat denen şeye havale etmenin kıymet-i ilmiyesi olmamakla beraber, ahmaklık ve akılsızlık alameti olarak farklı bir değeri vardır.

Hulusa, eşya vardır, nizamlı ve hikmetlidir, her parçasında, her zerresinde Cenâb-ı Hakk’a ait ma’nâlar gizlidir. Sebeblerin tesir-i hakikileri yoktur. Tabiat kanunları denilen şeyler mahiyetleri meçhul bir kısım arizî vasıflardır. Çekme-itme kanunu, yerçekimi kanunu kılcallık ve sair tabiat kanunları mahiyetleri anlaşılamayan ama rizayi hesaplarla formüle edilmeye çalışılan birer nam, birer addır.

Yerinde kullanılmayan ilim dallarıyla neslimize dalalet ve sapıklık enjekte edilmeye, şüphe ve tereddüt tohumları ile kâlb ve ruhlarının bozulmasına çalışılmakta olan günümüzde bu mevzuda yapılacak her araştırma ve tahkik, Allah’ın ma’rifeti ile ilimlerde terakkiyi temin edecektir. Kâlbimizi îman ziyasıyla tezyin edecek, her adımla ölmezliğimizin, yokluğa atılmayışımızın bahtiyarlığı ve saadeti ile sermest olacağız. Böylesine bir îman anlayışına yükseldikten sonra Allah’ın tevfik ve inayeti ile aşamayacağımız hendek, geçemediğimiz vadi kalmayacaktır.

Resûl-ü Ekrem, insanların himmet ve gayretlerini tahkiksiz, araştırmasız, teemmülsüz ve tetkiksiz olarak birşeye bağlamalarından kurtararak, Cenâb-ı Hakk’a bağlamıştır. Tetkik, teemmül ve tefekkür neticesinde elde edilecek tahkiki îmanın yolunu göstermiştir. Bundan ötürüdür ki, hakiki îmanı elde etmiş mü’minler kâinattaki bütün hadiseler aleyhlerine dönse bile sarsılmaz, mukavemet ederler.

Cenâb-ı Hakk bizlere basiret ve ma’rifet ihsan etsin. Herşeyde O’nun varlığını ve birliğini müşahade edelim. Tefekkür, araştırma ve tahkik yoluna girerek, taklidî îmandan kurtulup, O’na îmanımızı artıralım. Amin…

-+=
Scroll to Top