TEVHİD DELİLLERİ

I. KISIM: İRÂDE DELİLİ:

Bu kısımda, Cenâb-ı Hakk’ın tevfik ve inayetine istinad ederek kâinatın var olmasını; bu varlığın Allah’ın varlığına delalet etmesini; kâinatta cereyan eden her hadisenin bir iradeye göre ve muhteşem bir nizamla olmasını, Cenâb-ı Hakk’ın varlığının delilleri olarak arzedeceğim.

Şu içinde yaşadığımız kâinatın varoluşu, varlığını devam ettirme keyfiyeti, bir kısım kanunlara, nizamlara bağlanmıştır. Ciddi bir tefekküre, tahlile tabi tutulduğunda bu kanunların, nizamların kendi dilleriyle Bizi Allah yarattı dedikleri işitilecektir.

Kâinata, irade delili ile bakıp araştırdığımızda, eşyanın körü körüne akan bir sel gibi sürüklenmediğini; her hadisenin bütün yönleriyle hesap edildiğini; herşeyin enine-boyuna ölçülüp-biçildiğini; bütün mahlukatın bir düzen ve nizam altında dünyaya gelip, yine bir düzen ve nizam içinde göçtüğünü görüyoruz. Ve irade delilinin, adeta şöyle haykırdığını işitiyoruz: Kâinatta tesadüfî, rastgele hiçbir hadise yoktur. Herşeyi, herşeyin dizginini elinde tutan Allah, istediği gibi evirir-çevirir, istediği şekle sokar…

ATOMLARI HAREKET ETTİREN KUVVET NEDİR?

Canlıların en küçük parçası olan hücrenin içine girdiğinizde, harikalarla karşılaşırsınız. Mesela, insan vücudunu teşkil eden hücreler ile hayvanların ve bitkilerin hücrelerini teşkil eden hücrelerin birbirinden farklı olduğunu görürsünüz. İnsan vücudundaki bir hücrenin hemoglabin sayısı altmışdokuzbin ise hayvan hücresindeki hemoglobin sayısı kırkbindir. Bu sayılar hiçbir zaman değişmez. Bunların dizilişi ise karşı karşıya, birbirine mütekabil zincirler gibidir. O halkaların herhangi birine müdahale edildiği an, zincir bozulacak ve canlının hayatiyetinin kaybolmasına sebeb olacaktır. O küçücük müdahalenin neticesi olan değişme, canlının ölümüne malolacaktır.

Her hücrenin içindeki kimyevî maddeler farklı miktar ve çeşitliliktedir. Kimisinde demir, kimisinde fosfor, kimisinde magnezyum bulunmakla birlikte miktarları da farklıdır. Hücrenin yapısına göre değişiklik gösteren bu miktar ve çeşitlerin değişmesi ihtimali ve imkanı da yoktur. İlmî araştırmalar neticesinde, basit bir misal olarak dikkatinizi çektiğim, vücudun en küçük parçası olan hücrenin bu boyutu ile ilgili olarak, şu hakikata varıldı: Zerreleri hareket ettiren, atomlara yol gösteren; bunları şekillendirip, nizama sokarak insanı, hayvanı, bitkiyi ve bütün eşyayı karekteristik hususiyetlerle ayrı, ayrı yaratıp yaşatan Allah’tır.

Kimya araştırmacıları, Hegel ve Bughner devrinde ortaya atılmış olan Protoplazma nazariyesinden meded umdular. Madem ki, yeryüzündeki atomlar insanı varetmeye, yaratmaya müsait değildir. O hâlde ilk canlı başka bir kürede meydana gelmiştir. Mesela, Merih’te meydana gelerek bir kısım anaforlar veya fırtınalar ile hayat cürsümeleri hâlindeki protoplazmalar dünyamıza indi ve hayata menşe’ oldular.Sonra stoplazma, sonra hücre, sonra canlılar meydana geldi dediler.

Münakaşası yapılan böyle bir nazariyenin kabulüne ve böyle bir şeyin vuku bulmasına imkan yoktur. Düşünüp, kıyaslayalım. Akıllı bir canlı olan insan, binlerce yıllık ilminin ve tekniğinin birikimi ile geliştirdiği füzeyi, binbir hesap ve ihtimamla uzaya gönderiyor. Onun atmosfere girdiği anda sürtünme ile yanabileceği; iç ve dış basınç farklarıyla deforme olup parçalanabileceği; yörüngesinden uzaklaşıp, kaybolabileceği; kullanılan yakıtın tehlikeli durumlara sebebiyet verebileceği; astranotların beslenmesi, solunumu, psikolojik yapıları, vs. gibi milyonlarca menfî durum ve ihtimal hesap ediliyor. En küçük bir hata ve yanlışlığın yapılagelen herşeyi faydasız hâle getireceği bilindiğinden, tesadüflere göre hareket edilmiyor.

Yani, özel olarak eğitilmiş kişiler, özel alaşımlı metallerden yapılmış füzeler ve binbir hesapla belirlenmiş yörüngelerle fezadaki en yakın bir menzile gitmek tesadüfe bırakılmıyor da; bir hayat cürsümesi, bir protoplazma, binlerce menfi şarta, ışık hızıyla hesap edilen mesafelere, kozmik anaforlar ve manyetik fırtınalara, ultroviyole ışın bombardımanlarına rağmen; dünyamıza geliyor, bir köteye konuyor… Mağmalarla ve çevre şartlarıyla mücadele edip yaşama kavgası veriyor…Sabırla, müsbet şartların oluşmasını bekliyor… Sonra stoplazma meydana geliyor… Hücre teşekkül ediyor… Parçalanıyor, ikinci hücre, üçüncü hücre, dördüncü hücre ve basit canlılar… Ardından daha mükemmelleri ve insan…

O hayat cürsümesinin başka bir kürede meydana gelebileceğini kabul etsek bile burada karşımıza çıkan zorluklar orada karşımıza çıkmayacak mı? Dünya gibi, canlıların yaşamasına en müsait ortamda bile meydana gelemeyen bir protoplazmayı, yaşamaya elverişsiz olduğunu bildiğimiz o gezegenlerde nasıl meydana getireceksiniz?

Uzaklara gitmeyin. Buyrun, aynı elementleri, aynı maddeleri alın. En basit bir hücrenin terkibini yapmaya çalışın. Mahiyetini bildiğinizi, terkibini bildiğinizi iddia ettiğiniz, basit bir canlı olan tek hücreli amipe hayatiyet veriniz. Ama, hiçbir şeye ve hiçbir hücreye hayatiyet veremezsiniz, veremeyeceksiniz de…

İşte bu nazariyenin de kıymeti; beşikteki bebelere bile anlatamayacağınız bir safsasata.[12]

HAYATIN MENŞEİ NEDİR?

Allah (cc), basit gördüğümüz sineğin adını anarak şöyle diyor: Ey insanlar, kulak veriniz, dikkat kesiliniz. Size bir misal irad edilecek. Onlar ki, eşyanın var oluşunu, hilkatin şu intizamını ve mükemmeliyetini, Allah’tan başka şeylere vermek istiyorlar. Hâlbuki onların hepsi toplansa bir tek sineği dahi yaratamazlar.[13]

Elhak yaratamazlar, kanadını bile değiştiremezler. İlmî tekamülleri sonsuzluğa doğru gitse; hepsi bir araya gelseler, bilgilerini üst üste yığıp, yeni keşifler yapıp, yeni teknolojiler geliştirseler; yine de Cenâb-ı Hakk’ın yaratılış mucizesine ulaşıp, bir tek sineğin kanadını bile değiştiremezler. Kur’ân böyle diyor, ilim de böyle diyor. Bunun dışında bir söz edilemez artık.[14]

Sinek onlardan birşey alıverse. Yani, sizin vücudunuzu teşkil eden, milimetrenin binde biri olan mikronla ölçülebilen, x ışınları ve elektromikroskoplarla görülebilen hücrenin içindeki çekirdeği aldığınız an, onu ölüme mahkum eder, hayatiyetine son verir de yeniden iade edemezsiniz.[15]

Cenâb-ı Vacib-ül Vücud Hazretleri bu ayetlerin pencerelerinden ma’rifete giden yolu gösteriyor. Bizlere ma’rifet havasını teneffüs etme imkanını bahşediyor.

Böylece, O’na ait ma’nâları görüyor, düşünüyor, bedbinlikten kurtuluyor; eşyanın ve kendimizin gelişigüzel, kapkaranlık bir meçhule gitmesi kaygısından uzaklaşıyoruz. Herşeyin dizginini elinde tutan Cenâb-ı Hakk’ı tanıyor, o zimamdarın istediği istikamette gitmenin şuuruna eriyor, Elhamdülillah diyoruz.

Dünyanın ömrü, binlerce sene devam etse, ilim binlerce derece mesafe kat etse; Kur’ân ayetleri yine aynı hakîkatları haykıracak, ilmî hakikatların hiçbiri ile çelişmeyecektir.

Allah’ı inkar etmek isteyenler son bir ümitle; kurumuş tütün yapraklarını parçalayıp ezdiler ve hayatîyet eseri bırakmadılar. Ertesi sene, o yaprak tozlarını başka tütün yapraklarıyla karıştırdılar, bir canlılık emaresi müşahade edince de İşte, var ettik, hayat yarattık dediler. Fakat elektromikroskopla meselenin inceliklerini araştırdıkları zaman, hücrenin çekirdeğinde ve stoplazmada bulunan RNA ve DNA dedikleri terkiplerle karşılaşıp, yine mağlub oldular. Allah-u Halik-u Külli şey dediler.[16]

Kâinatın her parçasında, her zerresinde Allah’a ait ma’nâları müşahade etmek, Cenâb-ı Hakk’ın Yed’i Kudreti’nin işleyişini görebilmek için, bütün kâinatı bir labaratuara sokup tetkik ve tahlil etmemiz elbette çok zordur. Fakat bir duvarın veya kubbenin taşlarını elimizle üst üste koyduğumuz gibi; elimizin yettiği, aklımızın erdiği, ilmî seviyemizin ulaşabildiği noktalarda, bulabildiğimiz malzemeyi kullanıp, bu mevzuda alınacak ve verilecek dersi idrak etmeyi Cenâb-ı Hakk’tan istiyoruz.

Yukarıda arzettiğim hususlar, umumi ma’nâda, hayatın menşei hakkında kafi ve vafi bir fikir vermiş olamaz. Ancak, Allah’ı göstermesi ve O’nun ma’rifetine sevketmesi bakımından yeterlidir.

Kur’ân ve ilim ittifakla, insanın yaratılmasını ve yaratılışın menşeini, menbaını bildiriyor. Cenâb-ı Vacib-ül Vücud ve Tekaddes Hazretleri İnsanı ben yarattım, Ahsen-i Takvim sırrına mazhar ettim. Hilkatin gayesini anlamayan, yaratılışındaki derin hikmete ve esrara vakıf olamayan, düşünmeyen insanı esfel-i safiline, aşağıların aşağısına ben ittim. Ben insanı Eşref-i mahluk olarak yarattığım hâlde, o ‘ben maymundanım’ dedi. İşte o kadar aşağılara ittim onu diyor.[17]

Sonra da, hilkatte menşei bilmemenin, eşyanın yaratılışındaki hikmete vakıf olamamanın kötü neticesini şöyle ifade ediyor: İlim ve fennin dürbünü, gözlüğüyle eşyaya bakıp, Allah’a îmanı elde eden; kainattaki ma’rifet derslerini okuyup, yüzünü secdeye koyan; gururunu kırıp, benliğinden vazgeçen; îman ve salih amel dairesinde bulunanları böylesine aşağıların aşağısına düşmekten korudum. Ma’rifete giden felaha götüren, kendime gelen yolu gösterdim demek suretiyle bize hilkatte menşei bilmemenin, eşyanın yaratılışındaki hikmete vakıf olamamanın kötü neticesini ifade etmiş oluyor.

İLİM KUR’ÂN HAKİKATLARI İÇİN NE DİYOR?

Aynı zaviyeden bakıp, aynı îmanla dinlediğimiz zaman, ilmin de Kur’ân-î hakikatları ifade ettiğini görüyoruz. Yahudiler, dinsizler ve materyalistler hangi oyunla, sahtekarlıkla ve gözboyacılığıyla müslümanların karşısına çıkıp, îmanlarına kastetmeye çalışırlarsa çalışsınlar, ilim, ilelebed Allah vardır! Herşeyi yaratan O’dur! diye haykıracaktır.

Hendese ile meşgul olan ilim adamı, kâinattaki muhteşem ölçüyü, nîzamı ve hikmeti müşahadesi neticesinde; kâinatın herşeyden müstağni, mükemmel ve ganiyy-i mutlak saniî’ni görecek: Bu kâinata geometrik ölçüler içinde en mükemmel şekli veren bir Mühendis-i ekmel, bir Mühendis-i ekber vardır ki, bu muhteşem ve mevzun şekli o yaratmıştır diyecektir.

İlim adamları, geçmiş yıllarda, Büyük sahra’da üçgenler ve dörtgenler gibi geometrik şekiller yaparak, diğer gezegenlerdeki şuurlu varlıklara, varlığımızı göstermeye çalıştılar. İlim adamlarının böyle bir şeyi yapmaya tevessül etmeleri, kâinata hakim bir hendesenin varlığını kabul ve itiraf etmeleri demektir. Böylece, kâinatın herhangi bir yerinde bulunabilecek şuurlu varlıklara, kâinata hakim olan hendeseye vakıf insanların varlığını göstermeye çalıtmışlardır.

Kâinata ilim nazarıyla bakıldığında Allah vardır! z hakikatını görmemek, adeta imkansız olduğu gibi, sathî ve müstakil nazarlarla bakıldığı zaman da bu hakikat görülemeyecektir. Çünkü, küllî olarak düşünülemeyecektir. Eline aldığı cerrahî aletlerle insanın içine girip, kandamarları içinde gezen ama külliyatı, bütünü idrak kabiliyetinden mahrum bir operatör gibi olacaktır. Yani, teker teker her parçayı alıp, her organı tahlil ve teşrih eden ama bu parçaların neticede vardığı noktayı idrak edemeyen, kavrayamayan bir cerrah gibi olacaktır. Eski mantıkçıların külliyatı idrak dediği idrak kabiliyetinden mahrum olduğu için, îman edemeyecektir.

İşte eşyanın zahiri olan Şehadet âlemi! İşte eşyanın ledünniyatı!

Mevcud olan, zahirde gördüğümüz muhteşem ve mükemmel dış âlemi vareden şey, yine eşyanın batınında, ledünniyatında gizlidir. Kim ne derse desin, eşyanın zahirini inceleyen -inad-ı küfrî ile başlarını kuma sokmamış- ilim adamları Kâinatın bilinmeyen, bilemediğimiz, kudretine akıl erdiremediğimiz bir Halık’ı vardır ki, müşahade ettiğimiz bu muhteşem nizamı, intizam-ı ekmeli meydana getiren O’dur itirafında bulunmaktadırlar.

Müdakkik ilim adamlarından Jean diyor ki: Kim ne derse desin, kâinatın muhteşem yaratıcısı, onu bir hesap ve plan içinde yaratmıştır. Çünkü hesapsız ve plansız hiçbirşey yoktur. İlim dünyasına birçok yenilikleri ve İzafiyet teorisini getiren Einstien da: İlim ne kadar ileriye giderse gitsin, insanlar ilk mistiklerden birinin dediği gibi diyecektir:Görünen şeyler, görünmeyen şeyler tarafından meydana getirilmiştir.

KÂİNATIN KUMANDANI KİMDİR?

Nazarını kâinata gezdiren insanın, kendisini ve diğer mahlukatı mükemmel bir tenasüb ile yaratıp gıdalandıran; hazık bir hekim gibi, herşeyi insanlara yarayışlı hâle getiren Allah’ı anlamaması ve tanımaması basiretsizliktir, körlüktür.

Dikkat edildiğinde, insan vücudunun nelere ihtiyacı varsa, hepsinin en uygun şekilde istifadesine sunulduğu görülür. Mesela mikroskopla görülebilen ve mikronla ölçülebilen hücrelerin bile gıdalanması ve hayatiyetlerini devam ettirmeleri sözkonusudur. Asitlerden ve aminoasitlerden mürekkep hücre, ortadaki çekirdek ve etrafındaki stoplazma ile dıştaki incecik zardan müteşekkil elsiz, ayaksız bir şeydir.

En küçük dış müdahalelerden bile zarar görüp hayatiyetini yitirebilecek bu çok hassas yapı, ağzımıza koyduğumuz herşeyden ve teneffüs ettiğimiz havadan nasibini alır.Gerekli minaralleri, vitaminleri, karbonhidratları ve oksijeni temin edip, hareket eder ve çoğalır. Bulunduğu yer ve yapısı itibariyle yürümesi, uçması ve yüzmesi mümkün değildir ama, o hücre, yaratılışının gereği hemen her yöne hareket eder, hemen heryere gider ve bölünerek ürer. Bir iken iki, üç, dört olur. Hususiyetlerini koruyarak mevcudiyetini devam ettirir.

Bir hücrede mütahade edilen bu keyfiyet müteselsil daireler hâlinde, kâinatın her tarafında da müşahade edilir. Hücreyi büyütseniz insan, insanı büyütseniz kâinat olur. Kâinatı küçültseniz insan, insanı küçültseniz atom meydana gelir. İşte kâinatta böylesine bir tenasüb ve tevhid vardır. Bu açıdan: Kürre-i Arz nedir? sorusuna: İnsanı var eden, onu birtakım arzular ve ihtiyaçlarla yaratan Allah’ın o ihtiyaç ve arzulara cevab vermek üzere hazırladığı bir sofra, bir ambar veya bir eczahanedir cevabı verilebilir.

Yüzünüzü semaya çevirip, uzaktan uzağa göz kırpıp, bize tebessüm eden yıldızlarla yaldızlanmış gökyüzüne baktığınızda; yeryüzündeki kumlardan daha çok ve bizim küremizden binlerce defa büyük küreleri, en küçük bir düzensizliğe meydan vermeden gezdirip dolaştıran, ahenkle yörüngelerinde tutan Allah’ın mevcudiyetini, kudretini ve kayyumiyetini göreceksiniz. Hâttâ, dünyamıza düşerken atmosferde yanıp parçalanan meteorların, adeta, şeytanların başına vurup: Dikkat et, bunlar Allah’ın kudret ve irâdesiyle dönüyor. dediklerini duyacaksınız. Bu perspektifle baktığınızda, elektronikten kozmolojiye, atom fiziğinden radyolojiye kadar herşeye hükmü geçen Sani-i Hakîm’i göreceksiniz. Yıldızların, güneşlerin, galâksilerin, kozmik bulutların, hâttâ en küçük meteorların kendi dilleri ile Allah vardır. Bizi, feza boşluğunda tutup, birbirimize çarptırmadan gezdiren, ahenkle dolaştıran O’dur dediklerini duyacaksınız.

Zerrelerden gezegenlere kadar herşeyin, Allah’ın emirlerini dinlemeleri ve O’nun emirlerine amade oluşlarını müşahade için kâinata baktığınızda da, O Kumandan-ı Ekmel’in, O Kumandan-ı Ekber’in, adeta, ordularına İleri Marş! emrini verişi gibi, zerrelere Yürüyün! dediğinde yürüdüklerini, kürelere İleri! dediğinde hareket ettiklerini ve herşeye istediği nizamı verdiğini göreceksiniz.

İşte bunları müşahade ederek, ilminiz ve aklınızı kullanıp tefekkür ederek, kâinatın Kumandan-ı Ekmel’ini bulduğunuz an, siz de: Ey büyük kumandan! Seni tanımaya, azametine uygun kulluk yapmaya geldim diyecek, secdeye kapanacak, O’nun büyüklüğünü ve kendi küçüklüğünüzü idrak ederek kulluğun tadına varacak, sermest olacaksınız.

TEFEKKÜR: İLMİN TEBESSÜM EDEN YÜZÜNDE ALLAH’I GÖREBİLMEKTİR

Materyalistlerin, Allah’ı inkar için kullandıkları ilim, bilakis O’nu tanımak ve bilmek için şarttır. İlim, Allah’ın varlığını ve birliğini isbat edip basiretsizlerin gözlerindeki perdeyi yırtmak için bir dayanaktır.

İlmin hangi yönüne bakarsanız bakın, onun mütebessim çehresinde Allah’ı göreceksiniz. O bakış ve görüşle arzu, iştiyak ve hahişkârlık içinde araştırmalara yöneleceksiniz. Labaratuarların içine girip ilmin dekaikine vakıf oldukça da, Cenâb-ı Hakk’a ait ma’nâları yakalayacaksınız. Her hücrede hayat çekirdeğini bulduğunuz gibi, Allah’a ait ma’na çekirdeklerini de bulacaksınız. Îmanınız ve yakîniniz ile araştırma şevkiniz artacak, ilmî ve teknolojik seviyeniz yükselecek, yeni yeni merhaleler kat’edeceksiniz.

Allah hakkındaki kanatları sağlam ve tefekkür dairesi geniş olanlar, ahiret nimetlerinden de en fazla istifade edip, Cennet’teki layezel cilvelere ve ra’şelere en çok mazhar olanlar olacaktır. Allah’ın mütemadî tecellilerine ve değişik nimetlerinin akıp-gelişine; hayatının her lahzasında değişik mütalaalar ile tefekkür edip, Kâinat Kitabı’nın değişik sayfalarını mütalaa eden insanlar mazhar olacaktır.

Kur’ân’ın tefekkür hususundaki ikazlarına ve teşviklerine uymuş, îman şuurunu gerçekten kavramış olan mü’minin, ilim ve fen açısından geri kalmasına imkan yoktur. Mü’minler, eğer geri kalmış, yeni ufuklara ulaşamamışlarsa, Kur’ân’ın ikazlarına uymamış, îman şuuruna erememitler demektir.

Ma’rifetin artması, millî harsın artması, ilim ve teknikte ileriye gidilmesi, müslümanların meskenet ve mezelletten kurtulması, ahiretin kazanılması; Allah hakkında gerçek ma’rifetin elde edilmesi, tetkik, tefekkür, teemmül ve araştırmalar neticesinde hasıl olacaktır.

Cenâb-ı Hakk-dinsizlerin ve bir kısım muhakemesizlerin İslâm tefekkürüne karşı çıkıp, perde germeleri neticesinde- tefekkürü unutmuş olan müslümanlara, tefekküre giden yolu göstersin, düşünmeye sevketsin. Kendi yapımızı, en küçük parçalarımızı, kâinatta cereyan eden hadiseleri, mikro alemden makro aleme kadar herşeyi düşünmek ve tefekkür etmek suretiyle; asırlardan beri kaybettiklerimizi yeniden elde ederek, izzetimizle arz-ı endam etmeye muvaffak etsin. Allah tevfik ve inayetiyle o tatlı ve mutlu günleri göstersin… Amin. [18]

HAYAT ve VARLIK SIRRI:

Hayat ve varlık birer sırdırlar. Birşeyin yoktan var olmasında hayat sırrı,ruh ve can sırrı, mevzubahistir. İnsan, bunlara ülfet ettiği ve alıştığı için harikalıklarını düşünmez bile. Rahmet sırrının tecellisi olan, annenin yavrusuna şefkatini izah edemez. Anne karnının, yavru için şefkat yüklü bir beşik hâline gelmesini ve yavrunun nazeninane beslenmesini izah edemez. Yumurta ve sprem nasıl hayatiyet buluyor, nasıl ruh ve can kazanıyor? İlim, kendi sathî bakışıyla bunları izah edemez. Şundan, sonra şundan, ondan sonra da şundan dolayı olmuştur diyemez. Keza, cansızlar nasıl can buluyor izah edemez. Kâinattaki varolma sırrı ve hayatiyet sırrı karşısında, bu oluşu kavrayamayan ve küfre ait Varlık nazarîyesinin başbuğu gibi, yerden biten nebat karşısında Hayret ediyorum, nasıl varoluyor? diyerek şaşkınlığını ve temsil ettiği nazarîyenin çürüklüğünü ilan eder.

Bediüzzaman, Varlık ve hayat; bunların her iki tarafı da nuranîdir diyor. Yani sizin yaptığınız şeylerin görünen dış kısmı, mülk tarafı perdedir, perdelidir. Mesela, evlenmezseniz çocuğunuzun olmayacağını zannedersiniz. Ama evlenmek, anne ile babanın biraraya gelmesi, çocuğun olması için bir perdedir. Allah, o sebebi icraatına perde yapmıştır. Eşyanın yaratılışına ve hayatîyetlerinin devam keyfiyetine baktığımız zaman da, hepsinin zahirî sebeblere bağlı olduğunu görürüz. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın icraatına birer perdedir. Ki, Allah’ın kudret ve iradesinin, zahiren, basit ve hasis şeylere taallaku görülmesin, izzet ve azametine halel gelmesin. Bu hususu, o mübarek zat, fevkalade oturaklı ve üstün bir ifade ile beyan eder: İzzet ve azamet ister ki: Esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Allah’ın izzeti,akıl almaz galebesi, azameti, büyüklüğü ve insan ihatasının ulaşamayacağı varlığı ister ki, zahirî sebebler icraatına perde olsun. Ama O’nun Tevhid ve Celâl’i de vardır. Tevhid ve Celâl’i ise Allah’ın mülkünü kimseye takdim ettirmez, kimseye vermez. Cenâb-ı Hakk, Tevhid’le herşeye sabip çıkar: Mülk benimdir! der. Celâl’iyle şimşekler çaktırır: Benim mülkümü kimseye veremezsin! der. Kur’ân bunu şöyle anlatır: Ruhtan sana sorarlar. Ey Habib’im de ki, O benim Rabb’imin işidir. O’nun kanunudur. Herkesi susturur, cevab veremez hâle getirir.

Ruha sahip çıkabilir misiniz? Onu ben yaptım, yaratabilirim diyebilir misiniz? Ve ruh şudur, şundan-bundan teşekkül etmiştir, diyerek ilimle, fenle izah edebilir misiniz? Hayır!. Çünkü, ruh ve can meselesinin hem mülk, hem de melekut tarafları perdesizdir, şeffaftır.

Allah, hepimizi, kendisine apaçık bir delil olan bu meselenin hakikatına erdirip, ma’rifetine kandırsın. Kâlblerimizi îman ve Kur’ân nuruyla münevver eylesin. Bizleri her türlü inhiraftan, ma’sun ve mahfuz, Tevfikat-ı sübhaniye’sine mazhar, ma’rifet semasına i’la eylesin… Amin.[19]

-+=
Scroll to Top