Toplumsal Şiddet Karşısında Yapılması Gerekenler

Soru: Maalesef son yıllarda ülkemizde toplumsal şiddetin giderek yaygınlaştığı, suç oranlarının yükseldiği, insanlar arasında yaşanan huzursuzluk ve kavgaların her geçen gün daha da arttığı görülmektedir. Bütün bu problemlerin çözümü adına neler söylenebilir?

Cevap: Televizyon ekranlarına veya gazete sütunlarına yansıyan haberlere bakılacak olursa soruda dile getirilen tespitin hakikaten doğru olduğu görülecektir. Doktor ve öğretmen gibi kamu görevlilerinin dövülmesi, küçük sebeplerden ötürü insanların rahatlıkla birbirinin üzerine yürümesi, çocuk kaçırma ve taciz vakalarının ortaya çıkması, cinayetlerin, kapkaç ve soygunların birbirini takip edip gitmesi gibi toplumda meydana gelen bir kısım hâdiseler hakikaten ürpertici ve endişe uyarıcı boyutlara ulaşmıştır. Bazen öyle suçlar işleniyor ki sanki bazıları bütün dehasını şeytanın emrine vermiş gibi görünüyor.

Özellikle birileri tarafından özel vazifelendirilmiş gibi meydanlara ve sokaklara inen, arabaları ters çeviren, camları kıran, vitrinleri parçalayan, insanlara molotof kokteyli atan ve sopayla üzerlerine yürüyen insanların hâlini anlamak mümkün değil. Bunlar toplumu karıştırıp insanları provoke ediyor, kendilerine müdahale edildiğinde de sanki zulüm görmüş gibi feryat ediyorlar. Toplum içinden kendilerini savunacak çarpık fikirli bazı insanları bulmakta da zorlanmıyorlar. Sanki milletin can ve mal güvenliğini tehdit edenler haklı, onların bu zulümlerini engellemeye çalışanlar haksız. Hâlbuki bir kısım tiran ve zorbaların sultası altındakileri istisna edecek olursak bütün hukuk sistemlerinde can ve mal güvenliğinin sağlanması kutsal bir vazife olarak görülmüştür.

Öte yandan bir kısım medya organlarının toplumda meydana gelen bu tür can sıkıcı hâdiseleri daha da körüklemesi ve bir takım çıkar odaklarının bir zamanlar yeryüzünde muvazene unsuru olmuş bir milletin yeniden derlenip toparlanmasına fırsat vermeme adına bazı provokatör ve holiganları devreye sokmaları ve onları milletin başına musallat etmeleri de maalesef toplumdaki karışıklık ve kaosun daha da büyümesine sebebiyet vermektedir. Yani birileri bazen büyük bazen küçük dairede aldıkları kararlarla toplumda sürekli kin ve nefretleri harekete geçirmekte, insanları birbirinin kurdu hâline getirmekte ve onlar arasındaki çatışma ve sürtüşmeleri tetiklemektedir. Çünkü millet fertlerinin birbiriyle uğraşması ve boğuşması bu olumsuzlukların arkasında duranların karanlık emellerine ulaşmalarını kolaylaştırmaktadır.

Fakat dıştaki sebepler her ne olursa olsun bir toplumda hastasını kaybettiği için birileri hastane basıyor, doktorları dövüyor veya öldürüyor ya da öğrenci, hocasını bıçaklıyorsa bu durum, toplumun kendi değerlerini kaybettiğini ve şirazeden çıktığını gösterir. Dahası insanların, aralarındaki problemleri insanî yollarla değil de birbirlerine diş göstermek suretiyle halletmeye başlamaları ve birbirlerine karşı saygı hissini yitirmeleri; ahlâkî değerlerden ne ölçüde uzaklaşıldığını ve ruh ve mânâ köklerinden nasıl kopulduğunu göstermektedir. Ne yazık ki toplumumuz –herkes için geçerli olmasa da– oldukça geniş bir dairede çok ciddi bir kopukluk yaşıyor. İnsanlar Allah’tan, inanç sistemlerinden ve kendi değerlerinden kopmuş durumdalar.

Eğer toplum bir an önce kendisini ıslah etmez ve bu durumunu devam ettirirse, Cenâb-ı Hak onu cezalandırabilir. Bir bela geldiği zaman da âyet-i kerimede ifade edildiği üzere suçlu-suçsuz ayırt etmez.103 Bir atasözümüzde ifade edildiği gibi kurunun yanında yaş da yanar. Ama ahirette suçlu ile suçsuz birbirinden ayrılır. Suçsuz olanlar için uğranılan musibet günahlara kefaret olur, dereceleri yükselir. Ancak hâdiselerin bu noktaya gelmesinde doğrudan tesirleri olmasa da, o toplum içinde insanları ıslah, irşat veya onlardaki vahşet duygularını yatıştırma adına yapabilecekleri şeyler olmasına rağmen bunları yapmamış kişiler, topluma yönelik vazifelerini yapmadıklarından ötürü hesaba çekilirler. Onlara da bunun hesabı sorulur.

Gerçek İnsanlığa Ulaşma

İçtimai karışıklık ve huzursuzlukları izale adına yapılması gereken öncelikli iş, toplumun fertlerini yeniden bir kere daha insanlığa çağırmaktır. Sürekli tahrip odaklı düşünen ve her zaman olumsuzluklar arkasında koşanların varlığına mukabil, hak ve hakikatin temsilcisi fedakâr gönüller mutlaka tamir ve ıslaha kilitlenmelidir. Onlar, tıpkı Mevlâna gibi bütün insanlığa çağrıda bulunmalı ve onlara bir kere daha gerçek insanlığa giden yolları göstermelidirler.

Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim birçok âyet-i kerimede “Ey insanlar!” diye seslenerek insanlığa insanlığını hatırlatmakta ve zımni olarak onlara şu mesajı vermektedir: “Ey özü ünsiyet olan ve aynı zamanda üns billah’a namzet olan insanlar! Sizler birbirinizle anlaşma ve uzlaşmaya müsait bir tabiatta yaratıldınız. Ne olur gelin, tabiatınıza uygun tavır ve davranışlar sergileyin! Birbirinizle el ele tutun, sarmaş dolaş olun ve aranızda sevgi ve barışı hâkim hâle getirin!” Tıpkı bunun gibi biz de insanlığa yeniden böyle bir çağrıda bulunmalı, yapacağımız program ve aktivitelerle millet fertleri arasındaki birlik ve beraberliğin sağlanmasına ve farklı duygu ve düşüncedeki insanlar arasında birlikte yaşama kültürünün geliştirilmesine katkıda bulunmalıyız.

Öte yandan anaokulundan yüksek eğitim kurumlarına kadar eğitim sisteminin, müfredat programlarının bir kere daha gözden geçirilmesine ihtiyaç vardır. Çünkü öğrenciler arasında her geçen gün sigara, uyuşturucu ve içki gibi kötü alışkanlıkların yayılması, hatta bunların ilkokul ve ortaokul seviyelerine kadar inmesi, öğrencilerin öğretmenlerine ve anne-babalarına karşı gittikçe daha saygısız hâle gelmeleri ve aynı zamanda şiddetin okul bahçelerine kadar inmesi onlara ciddi bir terbiye verilemediğini göstermektedir.

Okullar, öğrencilere farklı bilim dallarına ait bir kısım bilgi ve becerileri kazandırmanın yanında, onların ahlâklı ve karakterli birer insan olmalarına da katkıda bulunmalıdır. Bu açıdan müfredat programı yapılırken sadece öğretime odaklanılmamalı, insanî ve ahlâkî değerlerin de talebeye kazandırılmasına imkân hazırlanmalıdır. Talebenin zihnî melekelerinin inkişafının yanında, onun kalbî, mânevî ve ruhî gelişimi de ihmal edilmemelidir.

Eğer program hazırlanırken bütün bunlar hesaba katılmaz ve genç nesiller eğitim çağlarında gerçek insanlığa yükseltilemezlerse, gelecekte salma gezen ve herkese diş gösteren birer varlık hâline gelir ve dolayısıyla da toplumda birçok kötülüğün yayılmasına sebebiyet verirler.

Kötülüklere Karşı İyilikle Mukabele

Şiddeti önleyebilme veya en azından azaltabilme adına yapılması gerekenlerden bir diğeri ise onu tek taraflı bırakmaktır. Birileri saldırmayı, hakaret etmeyi, başkalarının onur ve haysiyetiyle oynamayı kendilerine vazife edinebilirler. Bu tür durumlarda Hazreti Bediüzzaman’ın tabiriyle misliyle mukabelede bulunma zalim kaidesine başvurmamak gerekir.104 Hatta kötülük yapanlar hakkında bile Nail-i Kadim gibi;

“ Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab, şâd olsun

Benimçün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun!”

(Allahım, şad olmayan şu gönlümü kıranlar mesut olsunlar; benim için ‘Muradına ermesin!’ diyenler muratlarına ersinler!) diyebilmeli, tavır ve davranışlarımızla da dilimizin sesine tercüman olabilmeliyiz. Hatta bunun da ötesinde elimize fırsat geçtiğinde bu tür insanlara karşı iyilikte bulunma civanmertliğini gösterebilmeliyiz.

Evet, öyle dönemler olur ki o güne kadar sizin yanınızda bulunan bazı insanlar, baş dönmesine, bakış bulunmasına maruz kalabilirler. Dolayısıyla da renkleri birbirine karıştırmaya, akı kara, karayı da ak görmeye başlayabilir, bunun sonucu olarak kendilerine göre muhalif veya düşman gördükleri insanlara karşı bir kısım canavarlıklar sergileyebilirler. Hakikaten bu tür durumlarda yapılan hakaretleri hazmedip affedebilmek, sizi ısıranlara bir gül uzatabilmek çok zor bir davranıştır. Fakat olumsuz hâdiselerin üstüne yumuşaklık ve mülâyemetle gidebilen insanlar hiçbir şey kaybetmez, bilakis çok şey kazanırlar. Bize kötülük yapanların yuvarlanıp cehenneme düşmesini mi isteriz, yoksa ahsen-i takvime mazhariyetlerini hatırlayarak yeniden yanımıza gelmelerini ve bize enis ü celis olmalarını mı?

Maalesef günümüzde duygu ve düşünceler çok kirlendiği için insanlar da birbirlerine karşı çok kirli nazarlarla bakıyor, birbirlerine çok kirli sözlerle mukabelede bulunuyorlar. Herkes ifade ve beyanlarıyla kendi karakterini ortaya koyar. Buna karşılık Allah’a yakın olan, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunu takip eden ve kendi aydınlık dünyasında yürüyen insanların da kendilerine yakışanı yapmaları, başkalarının seviyesine inmemeleri ve hatta onları da kendi nezih ve temiz atmosferlerine çekmeye çalışmaları gerekir. Elbette umumu ilgilendiren meselelerde yerine göre tashih, tavzih ve tekziplerimiz olacaktır. Çünkü bir camiayı ilgilendiren meselelerde fertlerin umuma ait haklardan feragat ve fedakârlıkta bulunma hakkı yoktur. Fakat şahsımıza yöneltilen hakaretleri halk ifadesiyle “es” geçmeli, mürüvvet ve centilmenlikten ayrılmamalıyız.

Düşünceleri ve yaptıklarıyla kirliliğin sembolü olan insanları kendi yaptıklarıyla baş başa bırakmalısınız. Onlar pişman olup yanınıza geldikleri ve sizden özür diledikleri zaman da “Ben böyle bir şey hatırlamıyorum.” deme civanmertliğini sergileyebilmelisiniz. Fakat siz de onların şiddet ve öfkelerine benzeriyle mukabelede bulunursanız yapılan kötülükleri pekiştirmiş olursunuz. Sonrasında o işin içinden sıyrılmanız da çok zor hâle gelir.

Değişik vesilelerle arz ettiğim gibi iki farklı grup birbirine sırtını döner, zıt istikametlerde hareket eder ve birbirinden uzaklaşır giderlerse aradaki mesafe ikiye katlanmış olur. Daha sonra arayı kapatmak çok zor olur. Fakat siz, olduğunuz yerde kalırsanız, onlar pişman olup geri döndüklerinde aradaki mesafeyi kapatmak için çok uğraşmak zorunda kalmazsınız. Sizden uzaklaşan insanların kat etmesi gereken mesafeyi de kısaltmış olursunuz. Özellikle zıtlaşmaların çok şiddetlendiği ve toplumun paramparça olduğu bir dönemde bu disiplinlere riayet edilmesine çok daha fazla ihtiyaç vardır. Bilinmelidir ki Allah’a yakın olan insanlara düşen vazife, insanlara da yakın olmaktır.

Hem unutmamak gerekir ki Allah, insanı en vahşi hayvanları bile terbiye edebilecek, uysallaştırabilecek bir kabiliyet ve donanımda yaratmıştır. Televizyon ekranlarında aslanları terbiye eden ve onlara sözünü dinleten insanları görmüşsünüzdür. Aslan, aslanlığını yapsa ve sürekli çevresindekilere saldırmak için fırsat kollasa da size düşen vazife onu hizaya getirmeye ve yumuşatmaya yönelik bir gayret ve ceht ortaya koymaktır. Birilerinin sürekli kötülük plânları peşinde koşmasına mukabil siz bütün dehanızı, bütün plân ve strateji kabiliyetinizi, bu tür insanların kin ve nefretlerini baskı altına alma, onları uysallaştırma ve insanların barış ve güvenlik içinde birlikte yaşayabileceği bir ortam oluşturma istikametinde kullanmalısınız.

Toplumun Islahı

İnsanların sulh ve barış içinde yaşadığı bir toplum yapısı kurmak hakikaten zordur. Fakat bu, tarihte pek çok defa gerçekleşmiştir. Mesela Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı döneme baktığımızda bedevilikten gelmiş ve oldukça hırçın bir topluluk, kısa bir süre sonra âdeta melekleşmiş ve birer medeniyet muallimi hâline gelmiştir. Aynı şekilde Devlet-i Âliye, hâkim olduğu yerlerde öyle bir denge kurmuştur ki farklı farklı ırk, kültür ve dinlere mensup insanlar barış içinde yaşamışlardır. Bu demek değildir ki bu dönemlerde hiçbir problem görülmemiştir. Elbette yer yer bir kısım olumsuzluklar vuku bulmuştur. Fakat bunları günümüze kıyaslayacak olursak nispetlerinin oldukça düşük olduğu görülecektir.

Bu açıdan yeniden bir kere daha fertleri arasında saygı ve sevginin hâkim olduğu temiz bir toplum oluşturmak için, deforme olmuş bu toplumun reforma tâbi tutulması, daha doğrusu bir kere daha aslî hüviyetini elde etmesine gayret gösterilmesi gerekir. Farklı bir ifadeyle, anaokulundan, üniversiteye hatta daha sonrasına kadar bütün vicdanların ruh ve mânâ köklerimizden süzülüp gelen yüce değerlere uyarılması şarttır. Çünkü inanılması ve gereğiyle amel edilmesi lazım gelen değerler manzumesinden koptuğumuz için sokaklarda pek çok şirretliğin vuku bulduğu ve insanı insanlığından utandıracak türlü türlü suçların işlendiği arızalı bir toplum hâline geldik.

Bu itibarla söz konusu arıza ve hastalıkların sebeplerini doğru teşhis etmek ve âdeta kanserli bir hastanın tedavisine çalışan bir doktor hassasiyetiyle meselenin üzerine eğilmek gereklidir. Acaba radyoterapi veya kemoterapi mi yapılacak yoksa hastalıklı uzvun alınmasına mı ihtiyaç var ya da ilik nakliyle hasta düzelebilir mi? Her ne yapılacaksa yapılmalı ve mutlaka hasta bünyenin yeniden sağlığına kavuşması sağlanmalıdır. Aksi takdirde kanser metastaza dönüşecek ve bir süre sonra bünyeyi yere serecektir. Fakat burada yere serilen bir insan değil bir toplum olacağı için ıslah ve tedavi adına yapılması gerekenler üzerinde çok daha fazla hassasiyet gösterilmesine ihtiyaç vardır.

Allah’tan kopan, inanç sistemlerinden uzaklaşan ve değerlerine yabancılaşan insanları yalnızca ceza ve müeyyidelerle yola getirmek ve şiddet eylemlerinin önüne bu yolla geçmek mümkün değildir. Böyle bir toplumda insanlar anne karnında anomali olduğu teşhis edilen bir ceninin hesabını bile doktora sorabilir ve onun üstüne yürüyebilirler. Hâlbuki kadere inanan ve Allah’a itimat eden insanların yapacağı şey, buna sabretmektir. Öte yandan, doktorlar da eğer bir hastanın ağrısını sızısını dindirmenin kendilerini nasıl dikey olarak Allah’a ulaştıracağına inanırlarsa, hastalarına çok daha iyi davranır ve onları iyileştirmek için ellerinden geleni yaparlar. Yoksa sadece Hipokrat yeminiyle doktorların hastalarına karşı abus çehreli olmalarının veya onlara tepeden bakmalarının önüne geçemezsiniz.

Kısacası insanlar, yeniden ruh âbidelerini ikame edecekleri ve gerçek insanlığa yükselecekleri âna kadar toplumdaki bu tür olumsuzluklar devam edip gidecektir. Ne zaman ki onlardaki bu kopukluğu izale eder, onları yeniden kendi ruh ve mânâ köklerine uyandırabiliriz, işte o zaman büyük ölçüde toplumda huzurun hâkim olmasını bekleyebiliriz. Belki bu konuda herkese söz dinletemeyebilir ve herkese müessir olamayabiliriz. Fakat en azından ortaya koyacağımız çabamızla şiddet ve nefretin alanını daraltmış oluruz.


103 Bkz.: Enfâl sûresi, 8/25.

104 Bkz.: Bediüzzaman, Şuâlar s.283 (On İkinci Şuâ).

-+=
Scroll to Top