Üç Büyük Tehlike

Soru: İnsanlığa hizmet yolunda koşturanların; “gıpta damarıyla kardeşlerini, aidiyet mülâhazasıyla diğer mü’minleri, gelecek vaat ediyor görünmekle de düşmanlığa kilitli hasım cepheyi tahrik etme” tehlikesiyle karşı karşıya gelebileceği ifade ediliyor. Bu üç tehlikeden emin olabilmek için hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Cevap: Gıpta, şer’an mubah ve mahzursuz görünse de bu, mutlak mânâda değildir, belli ölçü ve esaslara bağlıdır. Mesela kişi, kardeşinin güzel bir meziyetini görür, ona gıptada bulunur ve aynı meziyetin kendisinde de olmasını ister. Böyle bir istek başlangıçta mahzursuz sayılabilir. Fakat zaman geçtikçe “Niçin ben de aynı meziyete sahip olamıyorum?” şeklinde zımnî olarak kaderi tenkit eder ve bunun neticesinde gıpta ettiği şahsa karşı içinde kıskançlık ve rekabet duyguları uyanmaya başlarsa artık o, mubah alandan çıkmış, mahzurlu ve şüpheli alanda dolaşıyor demektir. İşte bu tür bir gıpta mahzurlu olduğu gibi, kişinin çevresindeki insanların gıpta damarını tahrik edecek davranışlar içinde bulunması da mahzurludur ve şüpheli sahada dolaşmak gibidir. Hâlbuki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem);

إِنَّ الْحَلَالَ بَيِّنٌ وَإِنَّ الْحَرَامَ بَيِّنٌ وَبَيْنَهُمَا مُشْتَبِهَاتٌ لَا يَعْلَمُهُنَّ كَثِيرٌ مِنْ النَّاسِ فَمَنِ اتَّقَى الشُّبُهَاتِ اسْتَبْرَأَ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ

“Şüphesiz ki haramlar da, helâller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da korumuş olur.”73 buyurmak suretiyle şüpheli alanlardan uzak durulmasını istemiştir. Hasede dönüşebilecek gıpta hissi de helâl ve haram arasında böyle bir sınırda durmak gibidir ki, insan her an azıcık sola kaydığı zaman haset ve çekememezliğe girebilir. Dolayısıyla bu bir tür gıpta hissidir ve onu tahrik edebilecek tavır ve davranışlar da kendisinden uzak durulması gereken amellerdir. Üstad Hazretleri de İhlâs Risalesi’nde, kardeşler arasında gıpta damarının tahrik edilmemesini tavsiye etmek suretiyle bu hususa dikkatleri çekmiştir.74

Tenâfüs: Hayırda Yarış

Bir yönüyle gıptaya benzeyen tenâfüs, masum bir ameldir. Tenâfüs, hak ve hakikat istikametinde yarış yapma, Allah’ın (cel­le celâluhu) adını yüceltme yolunda kardeşlerinden geri kalmama niyet ve gayreti içinde olma demektir. Nitekim Cenab-ı Hak, وَفِي ذٰلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ “İşte yarışacaklarsa insanlar, bu Cen­net devletine konmak için yarışsınlar!”75 âyet-i kerimesiyle mü’min­leri ahiret amelleri konusunda böyle bir yarışa davet etmiştir.

Dünyevî yarışlarda birinin ipi göğüsleyip başarılı olmasına mukabil diğerleri kaybeder; dolayısıyla bu durum onların içinde bir rahatsızlık meydana getirir. Fakat ahirete yürekten inanan bir gönlün, Allah rızası hedefli tenâfüs konusundaki mülâhazası şudur: “Dünyanın dört bir yanında, Allah’ın (celle celâluhu) yüce adını duyurma istikametinde cehd ü gayret gösteren kardeşlerim, inşâallah, ahirette Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kevserinin başına koşacak ve doğrudan O’nun elinden kevser içecekler. Onlar bunu içerken onlardan geri kalmamam için benim de bu yarışta yer almam gerekir.” İşte kaybedeni olmayan böyle bir yarış mülâhazası tenâfüse irca edilebileceği gibi, gıptanın masum neticesi olarak da görülebilir.

Esasında hak adına yapılan böyle bir yarışta; takdir edilme, alkışlanma, belli makamlara layık görülme… gibi adanmış bir ruhun –o, böyle bir beklenti içinde olmasa da– nail olacağı mükâ­fat­larda fedakârlık ruhu ve başkalarını kendine tercih etme arzusuyla “Yarışı kazanan, ipi göğüsleyen varsın başkaları olsun!” demesi gerekir. Bildiğiniz üzere Üstad Hazretleri’nin idareciliğe talip olma mevzuunda verdiği ölçü, tâbiiyetin, sebeb-i mesuliyet ve hatarlı olan metbuiyete tercih edilmesi gerektiğidir.76 Yani sorumluluk gerektiren ve pek çok tehlikesi bulunan idarecilik ve amirliği istemektense bir idarecinin altında fert olmak daha uygundur. Zira önde bulunmak, imamete geçmek insanın içindeki değişik nefsanî arzuları uyandırır ve tetikler, dolayısıyla insan onlara karşı çok dikkatli ve temkinli olmalıdır. Bu açıdan en çok hak sahibi siz olsanız yani ahseni temsil etseniz bile, bir başkasını öne geçirme ve ona tâbi olma tercih edilmelidir.

Ötelere Uzanan Civanmertlik Ruhu

Bırakın bu dünyada alkışlanmayı, takdir edilmeyi, parmakla gösterilmeyi, mü’min öyle bir vicdan enginliğine sahip olmalıdır ki o, öte dünyada ahiret nimetlerinden faydalanma mevzuunda bile kardeşini tercih civanmertliğini ortaya koyabilmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde âlimler ile zenginlerin Cennet kapısına geleceklerini ve her birinin diğerine öncelik vermek isteyeceğini haber vermiştir. Belki de bilemiyoruz böyle bir fedakârlık ve civanmertlikte Cennet-nümûn bir zevk ve haz vardır. Evet, belki de bir insanın, imamın arkasında saf bağlayan bir cemaat gibi geriye çekilip önceliği başkasına vermesinde öyle ledünnî ve ruhanî bir zevk vardır ki o, imamete tereccüh eder, ağır basar.

Esasında îsâr ruhunu yani başkalarını kendine tercih etme hasletini dar bir alana hasretmemek lazım. Evet, îsârı sadece yeme, içme, giyme meselesine indirgerseniz, çok geniş alanlı fe­da­kâr­lık mülâhazasını daraltmış ve onun ruhunu öldürmüş olursunuz. Hâlbuki adanmış ruhlar olarak siz, “Gözümde ne Cen­net sevdası ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.”77 diyecek kadar bu konuda yiğitçe ve dik bir duruş sergilemeli; kurtuluşunuzu başkalarını kurtarmaya bağlamalı ve böylece bu kısa hayatı başkaları için yaşamak suretiyle değerlendirmeye ve derinleştirmeye çalışmalısınız. Öyle ki, elinden tutup bataklıktan çıkmalarına vesile olduğunuz bin tane insanla öbür tarafta Cennet’in kapısı önünde karşılaşsanız, “Yâ Rabbi! Ben nail olduğum nimetlerin şükrünü tam olarak eda edebildim mi, yaptığım amellerde ihlâslı olabildim mi, bilemiyorum. Önce bu kardeşlerim Cennet’e girsinler.” diyecek kadar merdane davranmalısınız. Yani hem bu dünyada hem de ötede, her hâdisede kendi üzerinize bir çarpı çekmeli ve sürekli başkasını nazara verebilmelisiniz.

Aidiyet Mülâhazası veya Cemaat Enaniyeti

Aidiyet mülâhazasına gelince o, insanların nefis ve enaniyetlerinden beslenir. Kendini ifade etmeye çalışan bazı insanlara ferdî enaniyet yetersiz gelir; gelir de onlar, bir heyetin içine karışıp onun gücünü arkalarına alarak o heyet içinde bir atkı, bir tel ve bir nakış olmak suretiyle kendilerini daha güçlü ifade etmek ister. Onlar, içine girdikleri cemaat, hareket veya cereyanın gücünü kendi adlarına bir propaganda vasıtası gibi kullanır; arkaya aldıkları cemaatle, enaniyetlerini daha bir pekiştirir; farklı tavır ve davranışlarla kendilerini göstermeye çalışır da böylece ferdî enaniyetten daha kuvvetli bir enaniyetle nefis ve şeytanın esiri hâline gelirler.

Her ne kadar bazıları tevazu ve mahviyet ambalajı içinde asıl niyetlerini gizlemeye çalışsa da insan fıtratı, belli ölçüde enaniyetli insanları sezer. Bu açıdan enaniyet, bir taraftan insanın itibarını yer bitirir, diğer yandan da o insan, çevresi tarafından tahkir edilip dışlanır.

İşte yakın daireden geniş daireye kadar cemaat enaniyeti diyebileceğimiz aidiyet mülâhazasıyla hareket eden insanlar çevrelerindeki başka cemaat ve harekete mensup insanların ya gıpta damarlarını tahrik eder ya da onlardaki haset duygularını harekete geçirirler. Maalesef günümüzde bunlardan her birinin örneğine rastlamak mümkündür.

Hele bazı muvaffakiyetlere ermiş belli bir harekete mensup olan insanların, kendilerini merkeze oturtmaları, bütün güzelliklere sahip çıkmaları, hep kendilerinin parmakla işaret edilmelerini istemeleri ve bu arada başkalarının hizmetlerini görmezden gelmeleri, söz konusu heyet, hareket veya cereyana karşı çok ciddi bir cephenin oluşmasına sebebiyet verir. Zira toplumun değişik kesimlerinde, farklı cemaat ve hareketler içinde öyle samimi, öyle akıllı, öyle gayretli Müslümanlar vardır ki, onlar öteden beri hak ve hakikati duyurma istikametinde çırpınıp durmalarına rağmen başkalarının yaptığı hizmetlerin öşr-ü mişarını (yüzde birini) ortaya koyamamış olabilirler. Dolayısıyla bu insanlar, değişik muvaffakiyetlere mazhar olmuş bir hareketin mensuplarının her yerde gürül gürül kendilerinden bahsetmesinden rahatsızlık duyarlar. Bu açıdan değişik başarılara mazhar olmuş bir hareketin mensupları, farklı hizmet şeritlerinde hareket eden insanların içinde oluşabilecek olumsuz duyguları aşağıya çekmek için fevkalâde temkinli ve tedbirli olmalı, yapılan hizmetleri mümkün olduğu ölçüde geniş dairelere mâl ederek anlatmaya çalışmalıdırlar.

Mesela başka cemaatlerden insaflı ve kadirşinas insanlar gelip onların yapmış olduğu hizmetleri takdir ettiğinde bile onlara düşen şunu ifade etmektir: “Aslında ortaya çıkan bütün bu güzellikler sizin hülyalarınızdı, sizin gaye-i hayalinizdi. Siz, yıllar boyu hep bunların türküsünü söylediniz, destanını kestiniz ve bu uğurda ciddi gayret gösterdiniz. Bu hizmetleri ilk olarak başlatan da sizlersiniz. Fakat kader, sürecin belli bir kısmında bazı arkadaşları devreye soktu ve Allah (celle celâluhu) sizin gayretlerinizle başlamış bu mefkûrenin gerçekleştirilmesini şu an itibarıyla, bir ölçüde, onlara tahakkuk ettirdi.”

Zaten, insaf ve vicdan sahibi her insan şunu kabul eder: Bu ülkede toplumun yeniden dirilişinde her bir cemaat, hareket ve cereyanın çok ciddi gayreti vardır. Onlardan bazıları, ülkeyi bir uçtan diğer bir uca Kur’ân kurslarıyla donattı. Evet, onlar Kur’ân’ın öğretilmediği bir dönemde köy köy, kasaba kasaba dolaştı ve her yerde insanlara Kur’ân öğretmeye çalıştı. Bazıları imkân ve fırsat buldukları her yerde imam-hatip okulları açarak gençliğe sahip çıktı. Bazıları da İslâm enstitüleri, ilâhiyatlar, yurtlar, kurslar vs. açarak millete karşı sorumluluklarını yerine getirme gayreti içinde oldu. O hâlde bugün ülkemizde şu veya bu çapta bir diriliş yaşandıysa bu, saydığımız veya sayamadığımız cemaat, hareket veya cereyanların bütününün gayreti sayesinde gerçekleşmiştir.

Zannediyorum siz, meseleyi bu üslupla ele aldığınız takdirde, insaf sahibi hiçbir kimse, kendisinin ademe mahkûm edildiğini, görmezden gelindiğini, yok sayıldığını düşünmeyecek ve böylece suizan, haset ve çekememezlik gibi günahlara girmemiş olacaktır.

Düşmanlık Duygularını Tetikleyen Vehim
ve Endişeler

Günümüzde basiretle hizmet etmeye çalışan adanmış bir ruh, sadece dost çevresine karşı değil, sırf aynı duygu ve düşünceyi paylaşmadığından dolayı ona karşı düşmanca tavır ve davranışlar içerisine giren insanlara karşı da onların vehim, korku ve endişelerini giderecek civanmertlikler sergileyebilmelidir. Hazreti Pîr, konuyla ilgili olarak Hafız-ı Şirazî’nin şu sözünü nakleder: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”78 Eğer biz, mü’min isek ve bizim temel disiplinlerimizden birisi de şefkat ise, bizim herkese karşı merhamet ve mülâyemetle davranmamız gerekir. Ayrıca geleceğe dair korku ve endişelere kapılan insanların vehimlerini izale için, ileriye matuf hiçbir hesabınızın olmadığını ve rıza-i ilâhîden başka hiçbir gayenizin bulunmadığını değişik vesilelerle ifade etmelisiniz. Öyle ki, yedi cihanın duyacağı şekilde gür bir sesle ve net bir dille şu hakikatler tekrar ber tekrar dile getirilmelidir:

Bizim, bırakın falan ülkenin filan beldenin idaresine talip olmayı, bir köyün muhtarlığına talip olma gibi bir mülâ­ha­za­mız bile yoktur. Bizim tek bir hesabımız var: Nâm-ı celîl-i Mu­ham­medî’nin dünyanın dört bir yanında duyulması; eşref-i mah­lû­kat olarak yaratılan insanın, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) alabileceği bütün faziletleri alması ve Nâm-ı Ce­lîl-i İlâ­hî’nin gönüllere duyurulup o gönüllerde bir bayrak gibi dalgalanması. Biz, bunun dışındaki bütün düşünceleri kafamızdan yedi köy öteye kovarız. Ayağımızın ucuna kadar dünya saltanatı gelse, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), karşısında temessül eden dünyayı elinin tersiyle ittiği ve “Sen, bana ken­di­ni kabul ettiremezsin.”79 dediği gibi, biz de Efendiler Efen­di­si’ni adım adım takip etmeye çalışan fertler olarak ayağımızın ucuyla o dünyevî saltanatı bir tarafa iteriz. Çünkü biz, bu yalancı ve fâni dünyanın cazibedâr güzelliklerinden çok daha büyük olan Allah’ın (celle celâluhu) rızasına talibiz. Zaten bugüne kadar çok farklı kültür ve farklı coğrafyalarda bazı kesimlerin endişe duydukları falan makama, filan konuma talip olma gibi hususlarda en küçük bir emare ve işaretin bulunmaması da bizim bu düşüncemizi teyit etmektedir.

Fakat gerçek bu olmakla beraber, her fırsatta bu samimi mülâhazaların vurgulanması gerekir. Yoksa hiçbir şey söylemediğiniz ve bu konuda sessiz kaldığınız takdirde, kötü niyet taşımayan en samimi insanlar bile, eğitim ve diyalog hizmetlerinin inkişaf ve büyümesine bakarak kendilerine göre yanlış bir kısım kanaatlere sahip olabilir ve endişeye kapılabilirler. Bırakın uzaktaki insanları, namazda sizin sağ veya sol tarafınızda duran insanlar bile kendilerine göre yanlış bir kısım düşüncelere kapılabiliyorlarsa sizin iç dünyanızı, rıza-i ilâhî mülâhazasını bilmediğinden dolayı size cephe alan insanların ne ölçüde endişeye kapılacaklarını tahmin edebilirsiniz. Bu açıdan yedi yaşındaki çocuğundan yetmiş yaşına gelmiş, yaşını başını almış büyüğüne varıncaya kadar adanmış gönüller, dünyevî saltanat ve onun sağlayacağı imkânlara dair ileriye matuf herhangi bir hesaplarının bulunmadığını sık sık, sesli olarak dile getirmeli; dünyayı her şey gören ve hayatlarını sırf dünyaya bağlamış bulunan kimselerin dünyevî imkânlarını kaybetme korkusunu tetikleyecek söz ve beyanlardan, tavır ve davranışlardan uzak durmalıdırlar.

-+=
Scroll to Top