Üçüncü Bölüm
Giriş
Daha önceki bölümlerde de yer yer temas ettiğimiz gibi günümüz insanı tamamen maddecilik anlayışı içinde bocalayıp durmakta. Maalesef Batı, Hz. Mesih gibi her yönüyle ruhla örülmüş bir peygamberin arkasında yer almasına rağmen çok katı bir maddecilik anlayışına sahiptir. Doğuda bir nifak şebekesi, ömrü çok kısa sürmesine rağmen maddeciliği bir sistem hâline getirmiş ve bir baştan bir başa cihanın şark ve garbını bu fersûde düşünce ile sarmıştır. Artık, bu dünyada mânâ ve mânâya ait mehfumlar hafife alınmakta, ruh ve vicdanî değerler gibi her şey tezyif edilmektedir.
Ne acıdır ki, İslâm âlemi de bu umumî hastalıktan nasibini aldı ve sarsıldı. Evet, bir hadiste işaret edildiği gibi, materyalizm vebasının Müslümanlar üzerinde de “zükkâm” (nezle) tesiri oldu. Bu sebepledir ki, Ezher’e varıncaya kadar İslâm âleminin gözbebeği sayılan ilim yuvalarında dahi, mânâya karşı kör insanlar yetişti. Bu insanlar, o koca koca unvan ve şöhretlerinin gücüne dayanarak ne büyük tahribatlar yaptılar!
Önce mucizeleri tevil ile işe başladılar. Ardından melek-cin-şeytan gibi madde ve fizik ötesi varlıkları bazı tabiat kanunlarıyla izaha kalkıştılar. Ve bilhassa “Cinler”i “mikroplar” olarak yorumladılar ve şeytanı, varlığı yokluğu belirsiz hâle getirdiler. Oysaki onların bu inkârları da şeytanın bir oyunuydu.. evet şeytan, kendini ve varlığını inkâr ettirerek onlara son çelmesini atıyordu.
Cin ve şeytan nasıl inkâr edilebilir veya bazılarının dediği gibi tabiat kanunları veya mikroplar olarak değerlendirilebilirdi ki? Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de onları muhatap alıyor ve onlara emir ve tebliğlerde bulunuyor… Şuur ve akıl sahibi varlıkların konu alındığı açıkça belli bu konuşmaları, sırf madde ve fizik ötesi varlıkları inkâr hatırına, görmezlikten ve duymazlıktan gelmek ve onları, hiç olmayacak şeylerle yorumlayıp tefsire tâbi tutmak cidden anlaşılır gibi değildir. Ne var ki, birçok İslâm âlimi bu “zükkâm”a tutulmuştur ve bunlar zannedildiğinden de çarpık sayılırlar.
Hâlbuki diğer bölümlerde kat’î ispat edildiği gibi varlık dediğimiz şey, sadece bizim his ve duygularımızın ihata kabiliyetiyle sınırlı değildir. Madde ve fizik ötesi varlıklar, maddî varlıklardan hem daha çok hem de varlıkları daha kesindir. İşte cin de bu varlıklardandır. (Şeytan da yapı itibarıyla cinlerdendir.)
Cin ve şeytanın varlığına itiraz edenlerin neye itiraz ettiklerini anlamak zordur. Acaba, insanlar mevcut olan her şeyi görüyorlar mı ki, cinleri görmedikleri için ona itiraz ediyorlar? Oysaki biz, görme âlemi olarak nazarımıza arz edilen şeylerin ancak milyonda 4-5’ini görebiliyoruz. Yani, milyon çeşit mahluk varsa, biz bunların sadece dördünü veya beşini görebiliyoruz; diğerlerini ne görebiliyor ne de sezebiliyoruz. Meselâ, makro âleme müteallik olanları teleskopla, mikro âleme ait olanları mikroskopla, diğer bir kısmını da X ve benzeri ışınlarla tespit ediyoruz ama tespit imkânlarımızın dışında kalanların sayısını Allah bilir… Belki ileride daha pek çok şeyi, yeni cihaz ve yeni vasıtalarla insanlığın nazarına arz etme imkânları da doğacaktır!..
Bu arada, bir ilim adamının dediği gibi, her keşfedilen şey, keşfedilmemiş koskoca bir âlemi karşımıza çıkarmaktadır. Binaenaleyh şu âlem-i şehadet, görünmeyen gayb âleminin üzerinde tenteneli bir perdedir. Cinler, melekler, ruhanîler de o perdenin arkasındadır. Vasıtalı-vasıtasız oraya ıttılaımız ölçüsünde, perde arkası o varlıklarla tanışma imkânı olacaktır.
A. CİN
1. “CİN” KELİMESİ ÜZERİNE
Madde ve fizik ötesi varlıklardan biri de “cin”lerdir. Cin (جِنٌّ) Arapça bir kelime olup lügat mânâsı itibarıyla örtülü ve kapalı mânâsına gelir. Aynı kökten iştikak etmiş (türemiş) daha pek çok kelime mevcuttur. Bu cümleden olarak:
1. جَنَانٌ gece demektir. Gece, karanlığı ile her şeyi örttüğünden ona bu isim verilmiştir. “Üzerine gece basınca (İbrahim) bir yıldız gördü…”1 âyetindeki جَنَّ fiili, bu mânâya gelmektedir ki, “Karanlık bastı” demektir.
2. جَنَنٌ Bu kelime de Arapça’da kabir ve kefen mânâsına gelir. Ölüyü örtmeleri sebebiyle onlara bu isim verilmiştir.
3. جَنَانٌ kalb demektir. Nice mânâlar onda ve o da cesette gizlendiğinden dolayı kalbe de جَنَانٌ denir.
4. اَلْمِجَنُّ kalkan demektir. O da جِنّ kökünden gelen bir kelimedir. Sahibini örttüğü için kalkana اَلْمِجَنُّ denilmiştir.
5. اَلْجُنَّةُ sütre mânâsınadır. Sütre ise örtü demektir.
6. جَنَانٌ insanı örten elbise mânâsına da gelir.
7. اِجْتِنَانٌ istitar, yani örtünme demektir.
8. جَنَانٌ her gizli işe verilen bir isimdir. Emr-i hafî, gizli iş demektir.
9. اَلْجُنَّةُ kelimesinin bir mânâsı da zırhtır. İnsanı koruyan her şeye bu isim verilir. Kadının başını yüzüyle beraber örttüğü örtüye de اَلْجُنَّةُ denilir. Bu mânâdandır ki, hadiste اَلصَّوْمُ جُنَّةٌ “Oruç koruyucudur.”2 denilmiştir. Oruçta insanı şehvete karşı koruyan bir özellik söz konusudur. Yine bu mânâ kastedilerek “İmam koruyucudur.”3 denilmiştir. Zira imam, kendisine tâbi olanları dünyevî-uhrevî felâketlerden korumakta ve muhafaza etmektedir.
10. اَلْجَنَّةُ kelimesi de yine aynı kökten gelen bir kelimedir. Cennet, ağaçları boy boy bahçeye denir. Eğer bahçede ağaç yoksa oranın adı Arapça’da حَدِيقَةٌ ’dür. Bu yönüyle Cennet’e bu ismin verilmesi, ağaçların sıklığı ve dalların birbirine girmesi ile bir örtü meydana getirmesi sebebiyledir. Diğer taraftan ebedî âleme ait Cennet’in şu anda bizim zâhirî duygularımıza kapalı olması hikmetine dayalı olarak da Cennet’e bu isim verilmiştir.
11. Son olarak aynı kökten gelen bir başka kelimeye daha dikkatlerinizi çekelim: مَجْنُونٌ ism-i mef’ul kalıbında bir kelimedir ve جِنّ kökünden gelir. مَجْنُونٌ aklını bir şeye kaptırmış ve bu yönüyle de aklı örtülü insan demektir.4
2. CİNLERİN MEVCUDİYETİ
Cin taifesinin mevcudiyeti, insanın varlık âlemine intikalinden öncelere dayanır. Abdullah b. Amr b. Âs’dan gelen bir rivayette, Hz. Âdem’in yaratılmasından 2000 sene önce cinlerin yeryüzünde bulunduğuna işaret edilmektedir.5
Abdullah b. Amr ki, her sözünü kılı kırk yararak söyleyen şerefli bir sahabidir. Şüphesiz o bu mevzuda, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir şeyler duymuş ve söylediklerini de bu ölçüler içinde söylemiştir. Ancak, bütün bunlara rağmen yukarıdaki ifadeyi hadis kriterleri bakımından Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dayandırmak oldukça zordur.
Evet biz, büyük sahabi Abdullah b. Amr b. Âs’ın (radıyallâhu anh) söylediklerinin isabetine kanaat getirmekle beraber, bu 2000 senenin miktarı hususunda kesin bir şey söyleyemeyiz; söyleyemeyiz zira bu seneler bizim ölçülerimize göre olan 365 günden ibaret seneler mi, yoksa her biri 10006 veya 50.0007 seneden müteşekkil Kur’ân günlerinden ibaret olan seneler midir, bilemiyoruz.
İbn Abbas’ın (radıyallâhu anh) konu ile ilgili değerlendirmesi ise şöyle: “Allah (celle celâluhu), yeryüzünün zimamını önceleri cin taifesine vermişti.. (Evet, ilk önceleri Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine ayna olma ve ilâhî icraatı alkışlama işini onlar yapıyordu.) Fakat onlar, isyan edip peygamberlerini öldürdüler. Daha sonra gökten melekler geldi ki, aralarında cinlerin kendi cinslerinden olan İblis de vardı, bu isyankârları yeryüzünden sürdüler. Onlar da denizlere kaçtı ve oralara taht kurdular…”8
Yukarıda da arz ettiğimiz gibi hadis kriterleri açısından bu ve benzeri ifadeleri Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) isnat etmek zordur. Bununla beraber, İbn Abbas (radıyallâhu anh) gibi ümmetin en büyük âlimlerinden olan bir sahabinin, bunu Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duymuş olması da muhtemeldir. Onun için bu tür ifadelerin mânâlarını anlamasak bile, hakikatini kabul ve tasdik etmekte bir mahzur olmasa gerek.
Cinlerin, bizlerden önce yaratılmış olduğu ise Kur’ân ve hadislerde ifade edilen bir gerçektir. Kemmî ve keyfî buudlarını bilemediğimiz bu gerçeği, en azından bu şekliyle kabullenme ise bir mü’minlik şiârıdır.
Hz. Âdem (aleyhisselâm), daha toprak ile su arasında iken, Esmâ-i İlâhiyenin cilvelerine âyinedarlıkta bulunan cinlerdi ve bizim gibi sorumlulukları vardı. Bu sebepledir ki melekler, insanın halife kılınacağını duydukları zaman: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi halife kılacaksın?”9 demişlerdi. Zira cinler, bu mevzuda bir misal teşkil ediyordu ve insan da bir mânâda bunlarla aynı tabiatı paylaşıyordu.
Cinler, yeryüzünde bozgunculuk yapmış ve kan dökmüşlerdi. Öyle ise, yeni halife olacak insan da aynı şeyleri yapabilirdi. Melekler doğru söylüyorlardı; zira beşer fıtratı, peygamberlerin getirdiği nurla kendini bulmaz ve ona göre tabiatını şekillendirmezse, hemen anarşiye meyledebilir, kan döker ve değişik haksızlıklar irtikâp edebilirdi. Nitekim daha sonra meydana gelen binlerce hâdise, bir mânâda meleklerin endişelerini doğrular mahiyette cereyan etmişti.
Tabiî bu arada, aynı beşer içinde, kendisini ve Rabbini bilen, fıtratını vahiy ile şekillendiren ve tam anlamıyla halifeliği temsil edenler de az değildi. Meleklerin o anda bilemedikleri ve perde arkasına muttali olamadıkları husus da meselenin işte bu yönüydü ki, Cenâb-ı Hak meleklere: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.”10 ikazında bulunmuştu. Bu ikazla da melekler, hemen kendilerine gelmiş ve: “Sen yücesin. Bizim, Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen Alîm’sin, Hakîm’sin.”11 demişlerdir ki, bu onlar için bir tevbe ve yenilenme demekti.
Cinlerin mevcudiyetini ve karakterlerini dolaylı yoldan anlatan meleklerin ifadelerinden de anlıyoruz ki cinler, daha insanlar yokken yaratılmışlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparak kan dökmüş ve anarşinin temelini atmışlardı.
3. CİNLERİN MAHİYETİ
a. Cinler Hâlis Ateşten Yaratılmışlardır
Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde, cinler ve insanlar yaratılış itibarıyla eşit tutulmuş ve her iki taife de hilkatleri itibarıyla ayrı ayrı tafsil edilmişlerdir. Şimdi, bu âyetlerden bazılarını beraberce mütalâa edelim:
“(Allah) İnsanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı. Cinni de hâlis ateşten yarattı.”12
Buradaki “hâlis ateş”, zihne yaklaştırma esprisi olarak zikredilmiştir. Bu itibarla da o, radyasyonların terkibi veya bir iyon çorbası olabileceği gibi, antimadde veya partiküllerden meydana gelen bir bulamaç da olabilir.. olabilir ama bunlardan herhangi biri olduğuna dair hüküm vermemiz mümkün değildir. Zira biz, “mâric” ve “nâr”ın ne olduğunu kesin olarak bilemiyoruz ki, böyle bir hükme varabilelim. Ancak şurası da bir gerçektir ki, melekler nasıl nurdan yaratılmış ve istediklerinde temessül edip görülebilmektedirler; aynen öyle de cin taifesi de “nâr”dan yaratılmış ve temessül edip görülebilmektedirler.
Bu konuda başka bir âyette de şöyle buyrulmaktadır:
“Andolsun Biz, insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık. Cinne gelince onu da (insandan) daha önce, nüfuz eden kavurucu ateşten yarattık.”13
İnsan, mahiyeti itibarıyla bir protein çorbasından; cin de “nâr-ı semûm”dan yaratılmıştır. “Nâr-ı semûm”, “vücudun bütün gözeneklerine giren ateş” mânâsına geldiği gibi “zehirleyen ateş” mânâsına da gelir. Ancak bizim için böyle bir ateşin keyfiyeti meçhuldür.. meçhuldür zira bugün için mevcut laboratuvarlarımız böyle bir ateşi tahlile yeterli değildir.
Cinler de aynen insanlar gibi kulluk için yaratılmışlardır. Nitekim bir âyet-i kerimede Allah Teâlâ: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.”14 buyurmaktadır. “Cin” kelimesinin “ins”den önce zikredilmesi de cinlerin insanlardan önce yaratıldığına dair bir işaret olabilir. Onlarda da “mârifet-i ilâhiye” şuuru vardır. Zira kulluk ancak böyle bir şuurla olur.
Yukarıda da görüldüğü gibi bu ve benzeri âyetler, cin ile insanı beraber ele almaktadır. Evet, cinler de aynen insanlar gibi Allah’a muhatap olan iradeli varlıklardır. Onlara da emir ve nehiyleri ihtiva eden ilâhî mesajlar gelmiştir. Dolayısıyla onlar da bu mesajlara karşı mesul ve mükelleftirler.. onlar da yaptıkları iyi şeylerin mükâfatını ve işledikleri kötülüklerin cezasını görme müjde ve tehdidi altındadırlar.
Cinler görülmeyen varlıklardır. Bizim, asıl mahiyet ve hüviyetleriyle onları görmemiz imkânsızdır. Bizler tarafından görülen, onların temessül etmiş şekilleridir. Zaten yukarıda da izah ettiğimiz gibi “cin” kelimesinin kökünde mânâ olarak bir kapalılık vardır. Dolayısıyla cinler gözle görülemeyen latîf yapılı varlıklardır. Bu husus, cinden, şeytandan bahsedilen bir âyette şöyle anlatılmaktadır: “Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.”15
Bu hakikatten dolayıdır ki, cin taifesi ve şeytanlar, bizim onları göremediğimiz noktalardan bizi görürler. Hiç beklemediğimiz yerden, hiç beklemediğimiz anda ve hiç ihtimal vermediğimiz oyunlarla karşımıza çıkar ve zehirli oklarını sinelerimize saplarlar.
Bazen onların bir bakışı batırır bizi; bazen bir lokma, bir söz, bir işaret ve bir başka pozisyon. Bir “dane”de yıkılıp giden nice selvi boylar, nice Herkül endamlar vardır. Onun için insan, daima ihtiyatlı davranmalı ve tetikte olmalıdır. Zira şeytan, insanın içine girip her zaman onu avlamak için hep tarassut hâlinde ve fırsat kollamaktadır.
Ayrıca, cinlerin temessülünü de anlatan pek çok âyet ve hadis-i şerif vardır.. ve bunların temessül keyfiyetleri de çeşit çeşittir. Bazen bir insan, bazen de herhangi bir hayvan şeklinde görülebilirler.
Bazı müfessirler, zikrettiğimiz âyete dayanarak cinlerin asla görülemeyeceğini söylerlerse de cinler yapıları latîf olmaları sebebiyle tıpkı melekler gibi temessül edebilirler. Bu açıdan cinlerin aslî hüviyetlerini olmasa bile, temessül etmiş hâllerini her zaman görmemiz mümkün ve de vâkidir.
b. Cin Şuurlu Bir Kanundur
Cin, ruh nev’indendir ve şuurlu bir kanundur; kütleler ve küreler arasındaki cazibe (çekim) kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla güneş, dünyayı etrafında döndürüyor. Dünya da elektronların dönüşü gibi onun çevresinde dönüyor. Dünya, güneş etrafında dönerken, güneş tarafından çekiliyor. Bu ile’l-merkez (merkezçek) çekime karşılık, bir de ani’l-merkez (merkezkaç) kuvveti var. İşte bütün bunlar birer kanundur; izafî, itibarî değerleri olan kanunlar…
Şimdi, “Ortada hiçbir şey yok; yani o da kütle, bu da kütle; biri diğerinin etrafında dönmekte vs.” deseniz, demagoji yapmış olursunuz. Evet, şayet ortada bir şey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Nevton’a göre câzibe, ister Einstein’e göre hayyiz olsun, netice değişmez.
Hem meselâ, bir tohumu ele aldığımızda, onda bir “ukde-i hayatiye”nin var olduğunu görüyoruz. Bir de bakıyorsunuz, hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama mutlaka kendi cinsinden bir şey oluyor. Bunda bir büyüme, gelişme kanunu var. Bu da yine itibarî, izafî bir kanun… Ama bu kanun olmadan neşv ü nemayı da düşünemiyoruz. Meselâ, taşı bir yere diktiğimiz zaman, bu kanun olmadığı için bir büyüme ve gelişme de söz konusu olmuyor.
İşte bütün bunlar, Allah’ın birer kanunudurlar; cin ve ruh dediğimiz şeyler de bu kabîl kanunlardandır. Aradaki fark şudur: Cazibe kanununun aklı, iradesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idraki olduğu gibi, ayrıca izafî, itibarî ve nispî olmayıp hakikî birer mahiyete sahiptirler. Onun için Asrın Dev Mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmiini, en şümullüsünü en veciz şekilde şöyle ortaya koyar:
“Ruh, zîhayat, zîşuur, nûrânî vücud-u hâricî giydirilmiş, câmî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdir.”16 “Eğer envâdaki kanunlara Kudret-i Hâlık, vücud-u hâricî giydirse, herbiri bir ruh olur. Eğer ruh, vücut libâsını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.”17
Aslında, işte bu tarifle her şey anlatılmıştır. Ruh, bizim en küçük âlemden en büyük âleme kadar hemen hepsinde kabul ettiğimiz kanunlar gibi bir kanundur; tabiî şuurlu bir kanun. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddialarına göre, otlar bile büyürken bir şuurluluk emaresi gösterir, bir kısım mesajlara, tenbihlere cevaplar verir; çevre ile tanışma, kaynaşma veya yadırgama gibi münasebetleri olur. Ağaçlarda da öyle… Bir dergide mevzuyla alâkalı kaleme alınmış bir yazının hulâsası aynen şöyle. Yazar diyor ki:
“Benim kanaatim, buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar akıllıcadır ki, arpa, buğday vs.de bir şuur, bir akıl, bir idrak düşünmeden, bu hareketleri izah etmeye imkân yoktur.”
Meselâ, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Şayet havalar iyi gidiyor, rutubet kâfi, güneş şuaları da besleyici ise, o iki filize karar verir. Hatta şartlar müsait olursa, üç tane bile çıkarabilir. Hatta üç adet sap çıkınca, biz de şartların onları beslemeye yeterli olduğunu anlarız. Eğer şartlar müsait görülmezse, o zaman bir başak çıkar. Sanki “Ben ancak bir tane besleyebilirim.” der gibidir.
Diğer bir misal: Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için, meyvelerini döküverir. Ziraatle uğraşan çiftçi ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil, ağaçtır. Yani, ağaç hâl diliyle; “Ben meyvelere bakamayacağım, kusura kalmayın. Şu durumum itibarıyla kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben bana lâzımım.” demektedir. İşte bütün bunlar, Allah’ın kanunlarıdır.
Zaten hücrenin içinde DNA molekülüne aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, DNA şifre gönderir, RNA da bir mühendis ve bir kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışır.
Bize göre şuurlu mahluk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i ilâhî ile hareket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verâsında yine Allah’ın (celle celâluhu) iradesi vardır. Evet, her şeyi belli bir noktaya sevk eden, her şeyi belli bir istikamette geliştiren Allah’tır. Ama ortada, inkâr edemeyeceğimiz, Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar vardır. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermâdır ki, insan bu kanunlara uzaktan baktığı zaman onlara “şuur” diyesi gelir…
Şimdi bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken, cinleri niye inkâr ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkâr edenlere “Galiba cinnet geçirmişler!” diyesi geliyor.
c. Kur’ân’da Cin Kavramı
Kâinat içinde cereyan eden yüzlerce, binlerce kanun var. Ve bunların hepsi daha önceki bölümlerde bahsini ettiğimiz cin kanunu gibi cereyan etmekte. Bu açıdan da denebilir ki, cinlerin varlığı meselesinde şüphe yok.
Kur’ân-ı Kerim’de Allah (celle celâluhu) “Cinni, mâric ve nâr (ateş)dan yarattık.”18 diyor. Bu ifade foton ve partikülleri aklımıza getiriyor. Ama cinler ne foton ne de partikül; mâric ve nârdan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlatif (yarı nuranî) varlıklardır… Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddia etmek, bir bakıma mükâbere ve mantıksızca bir iddiadır.
Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur’ân’a aittir ve Kur’ân-ı Kerim’in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur’ân-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır. Meselâ, insanın “fahhar” gibi “salsal”dan yaratıldığını anlattıktan sonra19, cin taifesinin üzerinde durur ve “Cinni Biz mâric ve nâr (ateş)dan yarattık.”20 ferman eder.
Bir çeşit ateşten yaratılmış ama; bu ateş, ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş, ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek cinler, maddenin esaslarından olup etrafa şerareler saçan bir ateşten yaratılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, cinlerin mahiyeti mevzuunda sadece bu kadar malumat verir.
Nebiler dahil, ehl-i keşf ve sahabe-i kiram arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyor ve münasebet kuruyorlardı. Çünkü cinler, latîf bir madde ile zîşuur bir ruha sahip bulunup, bu iki unsurun bir araya gelmesiyle hâsıl olan ayrı bir buudu ihraz ederek buudlarının hususiyetine göre temessülen ortaya çıkarlar. Bu arada aynaların kabiliyetlerinin, değişik temessüllere şart-ı âdi olması keyfiyeti de gözardı edilmemelidir.
Öte yandan cinler, madde âlemine ait “nâr ve mâric”ten birtakım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sahiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle camid ve (bitki, hayvan gibi) diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idrak sahibi mükellefler sırasına girerler.
Cinler de bizim gibi Allah’a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermekle mükelleftir. Yalnız, mâric ve nârdan yaratılan cinler, birçok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler.
Cinler, rüyalarda bir kısım insanların hususî âlemlerine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı âlemi onlarla paylaşabilirler. Sen, babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülâtına şahit olduğun ve berzah âleminde bir kısım tabloları müşâhede ettiğin gibi, cin âlemi de, daima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilir. Fakat bu, onların asıl hüviyetleri değildir; göründükleri insanların mir’ât-ı ruhlarına (ruh aynalarına) aksediş şekilleridir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksediştir.
Onun için cinleri, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) başka, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) başka, Ebû Zerr (radıyallâhu anh) de başka şekilde müşâhede etmişlerdir. Meselâ, İbn Mesud onları Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında bir gölge şeklinde müşâhede eder. Hz. Ömer, zaif, nahif bir insan şeklinde, Ebû Zerr ise daha başka surette… Bütün bu müşâhedeler göstermektedir ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır…
Diğer taraftan cinler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşar, yaşlanır ve ölür. Yer, içer, evlenirler ve çoğalırlar. Erkeklik ve dişilik onlar için de söz konusudur.
Efendimiz bir dualarında Cenâb-ı Hakk’a yalvarmış ve bu yakarışlarını şöyle dile getirmişlerdi:
“Allahım, Senin izzetine sığınıyorum. Senden başka ilâh yoktur. Sen beni doğru yolundan saptırma. Sen öyle bir ‘Hayy’sın ki, asla ölmezsin. Hâlbuki insanlar da cinler de ölürler.”21
Allah Resûlü’nün bu ifadeleri de gösteriyor ki, cinler de insanlar gibi ölümlüdürler. Bunu teyit eden âyet-i kerimeler de vardır. Meselâ bir âyette şöyle denilmektedir: “Allah (celle celâluhu) buyurdu: Sizden önce geçen cin ve insan toplulukları ile beraber ateşin içine girin!”22
Aynı hakikati ifade eden bir başka âyette ise şöyle denmektedir: “Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları içinde (uygulanan) o söz, kendilerine de geçerli oldu. (Bunlar da azabı hak ettiler.) Çünkü hep hüsranda idiler.”23
Bu ve benzeri âyetler bize cinlerin de aynen insanlar gibi bu dünyada bir müddet yaşadıktan sonra vefat edip ahirete gideceklerini veya gittiklerini anlatıyor. Ayrıca âyetlerde onların erkeklik ve dişiliklerinden de bahsediliyor. Zira cinlerde de neslin devamı tenasül ve evlenmekle gerçekleşmekte.
Kur’ân’ın bu tür âyetlerini daima birer hakikat olarak ele alıp öyle değerlendirmek iktiza eder ve inanırken de cinlerin hakikatine bu şekilde inanmak gerekir. Evet, şimdi onlara vehim ve hayal diyenlere soralım:
Doğup-büyüyen, yaşayıp-vefat eden, erkeklik ve dişilik taşıyan, nasıl vehim ve hayal olabilir? Veya sorumuzu şu şekilde ifade edelim: Bu gibi hâssalar vehim ve hayalde nasıl tasavvur edilebilir?
d. Cinler Mikrop mu?
Bundan önceki bölümde, cinleri vehim ve hayal diye nitelendirenlerin görüşlerinin yanlış olduğunu, âyet, hadis ve hâdiseler ışığında inceleyerek, gerçeği intikal ettirmeye çalışmıştık. Şimdi de cinleri “mikrop” olarak yorumlayanlara bir-iki söz etmek istiyorum:
Bunlar nasıl mikroplardır ki, Cenâb-ı Hak onlara namaz, oruç, zekât ve hac gibi mükellefiyetler yüklemiştir! Ve yine bunlar nasıl mikroplardır ki, insanlar gibi onların da ölecekleri ve bütün yaptıklarından ahirette hesap verecekleri kendilerine ihtar edilmektedir!
Öte yandan cinleri insana ait, şehvet ve gazap gibi bazı duygular olarak kabul edenlere ne demeli? Allah bizi bırakıp, duygularımızı muhatap ediniyor; ediniyor da emir ve nehiylerini onlara veriyor! Böyle düşünenlere “Allah insaf versin!” demekten başka insanın elinden ne gelir ki!..
Hem bunlar nasıl mikrop veya vehimlerdir ki, Hz. Süleyman (aleyhisselâm) bunları emri altında çalıştırıyor ve onlara nice işler gördürüyor.
Belkıs’ın tahtını çok uzak mesafeden getirme mevzuunda cinlerden bir İfrit, Hz. Süleyman’a: “Sen makamından kalkmadan ben onun tahtını sana getiririm.”24 diyor.
Bir başka âyette de cinlerin yaptıklarından şöyle bahsediliyor:
“… Rabbinin izni ile cinlerin bir kısmı onun önünde çalışırdı. Onlardan kim buyruğumuzdan çıksa ona alevli bir azabı tattırırdık. Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler, sabit kazanlar yaparlardı…”25
Ve şimdi farklı düşünenlere soralım: Bütün bunları vehimler ve mikroplar mı yapıyorlardı? Bunu bu şekilde ifade, acaba Kur’ân’a ait bir hakikati inkâr olmaz mı?
Onun için biz diyoruz ki, cin ve şeytan ile ilgili âyetler, mutlak surette Kur’ân’ın anlattığı, hadislerin şerh ve izah ettiği birer hakikat olarak ele alınıp öyle değerlendirilmelidir. Aksi hâlde hakikatten uzaklaşılmış olunur ki, bu da ancak dalâlet ve sapıklığı netice verir. Aman Allahım, din adına bir şeyler söylerken dinden çıkmak ne kötü akıbet!..
4. CİNLERİN TEMESSÜLÜ
Günümüzde cinlerle alâkalı birtakım çalışmalar yapılmaktadır. Ancak cinler, metafizik varlıklar olduklarından gerçek hüviyetleri hakkında bugüne kadar sağlam bir bilgi elde edilememiştir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bazılarınca sadece “enerjidir”, “ışıktır..” vb. ifadeler kullanılarak yorumlanmaya çalışılmıştır.
Ne olursa olsun, onlar da birer ruha sahip varlıklardır. Ve bir kısım hususiyetlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle dumansız ateşten yaratılan cinler, insan gibi fizikî bir bedene sahip değil; aksine şeffaf bir varlık olup değişik şekillerde temessül edebilmektedirler ki, buna çokları şahit olmuştur. Hadis kitaplarında da bu gibi rivayetlere rastlamak mümkündür. Meselâ, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
“Ben zekât mallarını bekliyordum. Bir gece, birinin gelip bu malları karıştırdığını gördüm.. gördüm ve yakaladım. Ona, ‘Seni Resûlallah’a götüreceğim.’ dedim. O ise kendisinin, ihtiyaç sahibi olup aile fertlerine başka bakan kimsenin olmadığını, bundan dolayı da kendisini serbest bırakmamı istedi. Ben de bu hâline acıyıp onu serbest bıraktım.
Ertesi gün Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına geldim. Ben daha bir şey söylemeden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Yâ Ebâ Hüreyre! Dünkü esiri ne yaptın?’ diye bana o geceki macerayı sordu. Ben de ‘Yâ Resûlallah! Onu size getirecektim; ancak kendisinin fakir olduğunu ve ailesine bakacak kimsesinin olmadığını söyleyince ben de vazgeçtim.’ deyince, Allah Resûlü, ‘Yalan söylüyor, o yine gelecektir.’ buyurdular.
O akşam ben yine nöbet tuttum. Aynı şahıs yine geldi ama bu sefer kararım kesindi; ne kadar yalvarıp dil dökse de dinlemeyecek, onu tutup Allah Resûlü’ne götürecektim. O da, bu kararlı tavrımı görünce: ‘Şimdiye kadar söylediklerimin hepsi yalandı. Eğer beni bırakırsan sana, okuduğun zaman ben ve emsalimin şerrinden korunabileceğin bir dua öğretirim.’ diyerek kendisinin yalancı olduğunu itirafla Allah Resûlü’nü tasdik etmişti. Ben ise söyleyeceği duanın ne olduğunu merakla onu hemen bırakıverip dinlemeye başladım.
Bunun üzerine o bana, ‘Ayetü’l-Kürsi’yi okumaya devam ettiğin müddetçe, bütün insî ve cinnî şeytanların şerrinden emin olursun.’ dedi. Ben de sabah Allah Resûlü’nün huzuruna geldim ve Efendimiz yine: ‘Esirine ne yaptın?’ diye sordu. Ben de olup-bitenleri anlattım. Sözümü bitirince de: ‘Yalancı ama, sana doğruyu söylemiş.’ buyurdular. Ardından: ‘Onun kim olduğunu biliyor musun?’ diye sordu. Ben, ‘Hayır, yâ Resûlallah!’ dedim. Bana, onun şeytan olduğunu haber verdi.”26
Bu, hayret edilecek bir durumdu! Şeytanın zekât ve sadaka mallarıyla ne işi vardı ve onun ihtiyacı bu değilken niçin gelmişti?.. Belki de onun bereketine müdahale etmek istiyor veya şirretiyle onu kirletmeye çalışıyordu. Daha başka mülâhazalar da söz konusu olabilirdi. Ama o mutlaka kendi fıtratının gereği şeytanlık adına bir şeyler yapıyordu.
Bu tür vak’alar, Muaz b. Cebel, Übey b. Ka’b, Ebû Eyyub el-Ensârî…27 gibi seçkin sahabe efendilerimiz tarafından da zaman zaman müşâhede edilmiştir. Bu da cin veya şeytanların temessülünün tevatüre yakın bir keyfiyetle nakledilmesi demektir ki, o da bu hususu şüphe vermeyecek derecede gözler önüne sermektedir.
Cinler, insan suretinde temessül ettikleri gibi, diğer canlılar şeklinde de temessül etme kabiliyetine sahiptirler. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), değişik hadislerinde evlerde görülen yılanlara evvelâ: “Cin isen çık!” denilmesini tavsiye etmesi, eğer çıkmazsa bunun üzerine öldürülmelerini emir buyurmaları, bu gerçeğe ışık tutan başka bir ifadedir.28
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, cinler, bazen insan, bazen yılan veya başka bir haşerat şeklinde temessül edip, onların şekillerine girebilirler. Hatta bazen de bu canlıların içlerine girip, âdeta onların damarlarındaki kan gibi dolaşarak onları ifsat ve istedikleri istikamete sevk edebilirler.
5. CİNLER VE TEMSİLCİLERİ
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), âlemşümul bir peygamber olması yönüyle, hem insanların hem de cinlerin peygamberidir. Onun içindir ki O’na, “Resûlü’s-sakaleyn” (cin ve ins peygamberi) denir. Bu itibarla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), keyfiyeti ne olursa olsun, çeşitli vesilelerle cinlerle görüşmüş ve onları irşad etmiştir. Yine O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde şeytanın çeşitli şekillerde temessül edip insanları kandırmaya çalıştığı da bilinen bir gerçektir.
Nitekim, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretlerine tekaddüm eden günlerde, “Dâru’n-Nedve” denilen kulüpte toplanan Mekke müşriklerinin arasında, Necidli bir ihtiyar kılığında şeytanın bulunduğu da rivayet edilir. Bu da, insî ve cinnî şeytanların birleşerek, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir komplo kurmaya çalıştıklarını gösterir. Zaten İslâm’ın zuhurundan sonra da “Dâru’n-Nedve”, daima İslâm’ı imha planlarının yapıldığı bir yer olmuş; küfür sistematiği hep orada idare edilmiş ve yapılmak istenen şeyler orada planlanmıştır. Aslında bu paralelde olarak, yirminci asrın cahiliyesinin “Dâru’n-Nedve”leri, değişik ad ve unvanlarla yeniden ihya edilmeye çalışılmaktadır.
Günümüzde dünyanın birçok yerinde sayılamayacak kadar çok “Nedve” teşkilâtları, aralıksız bir şekilde, İslâm aleyhinde planlar yapmaktadırlar. Bir devrede ardı arkası gelmez seferler hazırlayan aynı güç odaklarının, bu karanlık faaliyetleri hep devam edeceğe benzer.
İşte o gün de Dâru’n-Nedve’de Resûl-i Ekrem’i ve ashabını imha için bir plan yapmak üzere Mekke müşrikleri bir araya gelmişlerdi.. ve şeytan da onların aralarında bulunuyordu. İhtimal müşrikler, işin idaresini ellerinden kaçırdıklarını anlamaya başlamış ve âdeta panik içindeydiler. Acaba ne yapmalıydılar? Evet işte onları bir araya getiren gündemin ana maddesi buydu.
Şeytan, ileri gelenlere görüşlerini sordu. Bu arada geleceğin büyük sahabisi Hişam b. Amr söz aldı ve “O’nu, bir ata bindirip çöle götürelim. Daha sonra da bir daha Mekke’ye dönmemesi için tenbihte bulunalım. O bizim, biz de O’nun şerrinden emin oluruz.” dedi. (Hâşâ ki, O’nda şer olsun. O, bütünüyle hayırdır ve yeryüzünü hayırla doldurmakla vazifelidir. Bizim hikâye yoluyla dahi olsa O’na şer isnadına gönlümüz razı değildir. Fakat o gün henüz İslâm nurundan mahrum olan Hişam böyle diyordu.)
Ancak şeytan bu görüşü beğenmemiş ve: “Siz, bu kadar tesirli bir insanı ıssız bir çöle dahi salsanız, mutlaka O, bir güçlü ses ve soluk olarak geri gelir.. gelir ve sizi burada teslim alır.” dedi.
Bunun üzerine orada bulunan bir başkası şöyle bir görüş ileri sürdü: “O’nu bir hücreye kapatalım. Sadece hava alacağı bir delik bırakalım. Ekmeğini, suyunu verelim ve ölünceye kadar orada tutalım…”
Necidli ihtiyar bu görüşü de beğenmedi ve: “O’nu uzun süre orada tutamazsınız. Kavim ve kabilesi, O’na inananları da yanına alır ve ne yapar yapar O’nu oradan çıkarırlar.” dedi.
Üçüncü görüş, şeytana üstadlık yapan Ebû Cehil’e aitti ve: “Her kabileden birer ikişer genç seçelim. Onları organize edelim. O’nun üzerine hep beraber saldırsınlar ve O’nu hep beraber öldürsünler. Böyle yaparsak Hâşimoğulları kan iddia edemezler. Bütün kavim ve kabilelerle savaşmayı da göze alamazlar.” teklifinde bulundu.
Şeytan bu görüşü çok beğenmiş ve karar da Ebû Cehil’in görüşüne göre verilmişti…29 verilmişti ama, onların bu zalimane kararı semayı ihtizaza getirmiş ve Allah Teâlâ, Resûlü’ne şu âyetleri inzal buyurmuştur:
“İnkâr edenler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da (yurtlarından) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en iyisidir. (O, Kendisine karşı tuzak kuranların tuzaklarını başlarına geçirir.)”30
Sanki bu âyet Allah Resûlü’ne şöyle seslenmektedir:
“Ey Habibim! Seni bitirip tüketmek, seni bir yere bağlayarak veya hapsederek sesini ve soluğunu kesmek isteyecekler. Bunu yapamazlarsa, seni öldürecek veya Mekke’den sürgün edecekler; edecekler de bir garip olarak ortada kalacak ve hiç kimse tarafından himaye görmeyeceksin. Onlar bunu istiyor ve planlarını buna göre yapıyorlar. Hâlbuki farkında değiller; Allah da bir plan kuruyor ve onların hilelerine mukabelede bulunuyor. Onun içindir ki, onların bütün oyunları fiyasko ile neticelenecek; yaptıkları hiçbir tedbir, İslâm’ın nurunun yayılmasına mâni olamayacaktır.”
Bu haberden sonra Cenâb-ı Hak, Habibi’ne hicret emri vermiş ve o andan itibaren Müslümanlara hicret farz olmuştur. Allah Resûlü’nün yatağına Hz. Ali (radıyallâhu anh) yatar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gizlice evden çıkıp Hz. Ebû Bekir’le bir mağaraya sığınmış, Mekke müşrikleri kararlaştırdıkları vakitte gelip eve girdiklerinde yataktaki Hz. Ali’yi görüp kalakalmışlardı. Böyle bir durumda Hz. Ali’ye bir şey yapmayı da göze alamazlardı.
Hâsılı, ilâhî mekir karşısında şeytan ve şeytanlaşmış insanların kurduğu her türlü hile ve oyun iflas etmiş, onlar istemeseler de Allah nurunu tamamlamıştı.
Hicrete tekaddüm eden günlerde insî ve cinnî şeytanların Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kurduğu tuzaklardan ve bugüne gelinceye kadar da Dâru’n-Nedvelerin İslâm düşüncesi adına birer imha karargâhı olduklarından az önce bahsetmiştik. Bütün bu sıkıntılı dönemlerden sonra, tamamen ilâhî bir imtihan olan, Cenâb-ı Hakk’ın, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret emrini vermesiyle, artık farklı bir döneme girilmiş olmaktadır. Bu yönüyle de hicret, ayrı bir konu ve ayrı bir destandır. Evet o, İslâm’ın Medine’sine atılan ilk adım ve dehayı mucizeleştiren bir aksiyondur.
O gün gerektiğinde en büyük zorluğu bile gülerek karşılayabilecek bir nesil yetiştirmedikçe hicreti de, hicrete terettüp eden semereleri de elde etmek oldukça zordu. İşte Hz. Ali! Hicret esnasında fedailiği temsil eden bu yiğit!… Evet, nasıl o, henüz yaşı “on” bile değilken, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Bu davada bana yardımcı olan yok mu?” beklentisi karşısında hiç tereddüt etmeden, “Ben varım yâ Resûlallah!”31 demiş ve bu bezme girivermişse; sinesinden yediği hançerle yere düşüp şehit olacağı ana kadar da bu anlayışından zerre kadar taviz vermemiş ve hayatın bütün safhalarında kendisinden beklenen misyonu mutlaka eda etmiştir.
Hicret günü, kendisinden ölüm döşeğine girmesi istendiğinde, damarlarında hayat fışkıran bu genç, hiç tereddüt etmeden, Cennet’e buyur edilmişçesine yatağın içine girmiş ve bu davaya baş koyup canından dahi vazgeçtiğini bir kez daha ispat etmiştir. Zira Allah Resûlü’ne en yakın olanlardan biri oydu ve O’na en yakın olmanın bedeli de işte buydu.
Evet o, bir taraftan Nebiler Serveri’nin amcasının oğlu, diğer taraftan da, o yaşa kadar bakımını-görümünü üstlenen Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mânevî oğlu konumundaydı. Daha sonraki dönem itibarıyla, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) biricik kızı, Cennet kadınlarının efendisi Hz. Fatıma’yı ona nikâhlaması da, onun bu yakınlığı ve bu misyonun sahibi olması bakımından çok önemliydi. İşte bu vasıflarla muttasıf Hz. Ali, canını dahi feda edecek bir fedainin gerektiği yerde, ön plana çıkıyor veya çıkartılıyordu.
Dünden bugüne uğruna nice fedakârlıklara katlanıldığı ve Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radıyallâhu anhüm) ve daha nicelerinin omuzlayarak bugünlere taşıdığı İslâm, ilelebet devam edecektir. Allah (celle celâluhu), “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”32 ifadesiyle, Efendimiz’le beraber O’nun o yüce davasını da koruyup muhafaza edeceğini teminat altına almıştır. Bu teminat sayesinde O’na karşı olan sevgi, her an gönüllerde kendini daha bir hissettirecek ve bunu silmeye de kimsenin gücü yetmeyecektir.
Şeytanın, Mekke müşriklerini idlâl için kurduğu planlar o gün için boşa çıkmıştı ama, onun bu mevzudaki cehd ve gayreti hiç mi hiç eksilmemişti. Nitekim Bedir Savaşı sırasında insan kılığında temessül ederek, kâfirlerin saflarına katıldığını, müşriklere moral vermeye ve destek olmaya çalıştığını Kur’ân şöyle anlatmaktadır:
“O zaman şeytan onlara yaptıkları şeyleri süsleyip güzel göstermiş: ‘Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur. Ben sizin yanınızdayım.’ demişti. Fakat iki topluluk birbirini görünce, şeytan ardına dönüp: ‘Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum. Ben, Allah’tan korkarım, zira Allah’ın cezası çetindir.’ demişti.”33
Bazı müfessirlerin ifadelerine göre şeytan burada, Sürâka b. Mâlik kılığında görülmüştü.34 Çünkü Sürâka cesur bir süvari olup hicret esnasında Allah Resûlü’nü takip ettiğinden dolayı, Mekkeli müşrikler tarafından sevilen, sayılan bir insandı.35
İşte şeytan Mekkeli müşriklerin kuvve-i mâneviyelerini takviye için bu yola başvurup, Sürâka şeklinde temessül etmişti. Ancak iki ordu karşılaşınca, biraz önce galibiyet vaad eden şeytan, “… Ben sizin görmediklerinizi görüyorum.” deyip tabana kuvvet, gerisin geriye kaçmaya başlamıştı. Çünkü diğer tarafta sahabe kılığına girmiş (Zübeyr b. Avvam gibi) binlerce nişanlı melek saf tutmuş, çarpışmak için âdeta emir bekliyor…36 Demek ki Allah (celle celâluhu), yerdeki bir avuç askerini gökteki melekleriyle her zaman teyit ediyor.
Evet, bütün din düşmanları bir araya gelse ve İblis ordularıyla seferber de olsa bu ordunun karşısında durup mukavemet edemeyecek, aksine hezimete maruz kalacaklar. Bunu çok iyi bilen İblis de mecburen yerinde duramamış, arkasına bakmadan kaçmaya başlamıştı.
6. CİNLER SORUMLU VARLIKLARDIR
a. Âyet ve Hadislerde Cinlerin Sorumluluğu
Cinler de bizim gibi Allah karşısında sorumlu varlıklardır. Cenâb-ı Hak, ahirette insanlarla beraber cinleri de huzuruna alıp: “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?”37 mealindeki âyetiyle onların bu sorumluluklarını açıklamaktadır.
Bu soru karşısında her iki topluluğun şaşırıp kalacağı ve kendi aleyhlerinde şahitlik edeceği de âyetin devamında şöyle ifade edilmektedir: “Evet (geldi) kendi aleyhimize şahitlik ediyoruz, dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.”38
Âyetin mazmunundan hem cinlere hem de insanlara kendi içlerinden peygamber gelip, “Hak din”i onlara tebliğ ettiği anlaşılmaktadır. Son olarak Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, insanlarla beraber cinlere de gönderilen âlemşümul bir peygamberdir. “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”39 âyeti de bu hakikati ifade etmektedir.
Bu itibarla, en az insanlar kadar cinlerin de Efendimiz’e karşı merbutiyet ve medyuniyetleri söz konusudur. Zira O, cihan çapında bir davetle zuhur edip, hutbesini bütün varlığa dinlettirme konumunda bir “Söz Sultanı”dır. O, mihrabı Kâbe, minberi Medine olan koskoca yeryüzü mescidinin biricik imamıdır; cemaati de, arz ve semayı dolduran bütün varlıklardır. Herkes ve her şey O’nun arkasında ve O’nun tekliflerine “Evet!” demektedir. Zira O Sultan-ı Sekaleyn’in dudaklarından dökülen her söz arz, sema ve bütün varlığı alâkadar etmektedir. Gönüller bütünüyle O’nu duymakta, O’nunla dolup taşmakta ve âdeta kâinatta başka bir ses, başka bir soluk duyulmamaktadır.
O’nun ilk zuhuru, hem yerlerin hem de göklerin en önemli hâdisesidir. Bu zuhurla, cinlerin devamlı gidip-geldikleri ve kulak hırsızlığı yaptıkları sema kapıları artık onlara açılmaz olmuş ve âdeta yüzlerine kapanmıştı. Bunun, onlar tarafından mutlaka bir izahı olmalıydı ve onu bulmalıydılar. Bu sebeple de karış karış her tarafı dolaşıp, duydukları en küçük haberleri dahi araştırmaya koyuldular. Derken bir grup cin, Batnü’n-Nahle’ye uğramış ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabına namaz kıldırdığını görmüş ve Kur’ân dinlemişlerdi..40 dinlemiş ve o büyük sırrı bir ölçüde keşfedivermişlerdi. Kur’ân bu vak’ayı bize şöyle nakleder:
“Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Onlar geldiklerinde (birbirlerine) ‘Susun (dinleyin)!’ demişlerdi. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüş ve şöyle demişlerdi: ‘Ey kavmimiz! Biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, (Allah bağışlanacak) günahlarınızı bağışlasın ve sizi bir acı azaptan korusun.’”41
Kur’ân burada sanki şöyle diyor: “Onlar Kur’ân’a kulak verip onu dinlesinler diye, onları köşe köşe, bucak bucak dolaştırıp Mekke’ye biz çektik. Onlar, seni duyunca, ciddî bir kulluk anlayışı içinde, âdeta arkanda divan durup saf bağladı ve birbirlerine: “Sesinizi kesin, dinleyin!” dediler.”
Böylece önemli bir hususun altını çiziyor ki, o da, Kur’ân’a karşı edebli olmaktır. Çünkü Kur’ân’ı dinleyip, gönüllere sindirmek için, evvelâ ona karşı edepli olmak gerekir. Zira Kur’ân, çehresindeki esrar perdesini ancak ona edeplice yaklaşanlara aralar ve sırlarla köpüren ilhamlarını onların kalblerine boşaltır. İşte bu durum, cinler için de aynıyla geçerlidir.
Evet, cinler, Kur’ân’ı ilk duyduklarında, onu edeple dinleyip âdeta onunla bütünleşivermişlerdi.. dahası, yıllardan beri ondaki sırra vâkıfmış gibi bir safvet ve duruluğa ermişlerdi. Daha sonra da onlardan her biri kendi mesuliyetini hissedip, Kur’ân uğrunda irşada koyulmuş ve Kur’ân’dan sinelerine akseden ilhamları hemcinslerinin gönlüne ulaştırmanın telaşına düşmüşlerdi.
İhtimal bunlar, Hz. Musa’ya inen Yahudi cinlerdi. Zira Kur’ân’ı dinler dinlemez, onun “Kelâmullah” olduğunu anlamış ve Allah Resûlü’ne iman etmişlerdi. Ve arkasından da ondaki sır, istidatlarındaki meknî hizmet düşüncesinin neşv ü nema bulmasını, onların heyecanla şahlanmalarını ve vazifelerinin şuuruna varmalarını sağlamıştı.
Daha sonraki dönemlerde yine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), pek çok defa cinlerle görüşüp, onlara dinin emir ve yasaklarını aktararak irşadda bulunmuş ve devamlı onların hizmet aktivitelerini canlı tutmalarına yardımcı olmuştu. Bu hususla alâkalı İbn Mesud, Ebû Zerr, Muaz b. Cebel ve Hz. Enes’in (radıyallâhu anhüm) bizlere kadar ulaşan pek çok müşâhedeleri vardır;42 vardır ama Efendimiz’in cinlerle münasebetini gösteren bu hâdiselerin tamamını burada zikretmemiz mümkün değildir.
Sûre-i Rahmân’da cinler, daha önce de ifade edildiği gibi, insanlarla beraber ele alınmakta ve her iki grup aynı ifadelere muhatap kılınmaktadır. Bir rivayette Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu sûreyi önce cin taifesine, sonra da gelip kendi ashabına okumuştu. Ashab, onu sessiz bir şekilde dinledikleri hâlde cinler, “Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?”43 âyetini işitince: “Rabbimizin hiçbir nimetini inkâr etmiyoruz. Hamd Sanadır yâ Rab!” hitabıyla karşılık vermiş ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) takdirine mazhar olmuşlardır. O, cinlerin bu hâlini ashaba örnek gösterip ve: “Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr ediyorsunuz?” âyeti okunduğunda sizler hiçbir şey demediniz; oysa ki onlar: “Rabbimizin hiçbir âyetini inkâr etmiyoruz. Hamd Sanadır yâ Rab!” karşılığını vermişlerdi, diyerek cinlerden övgüyle bahsetmişlerdi.44
Esasen Rahmân sûresi, insanlarla cinlerin yaratılış, sorumluluk, mükâfat ve ceza gibi pek çok müşterek yanlarından bahsetmektedir. Evet, o sûrede, koca kâinatın işleyişi, Allah tarafından gökte ve yerde vaz’edilen “mizan”, bu “mizan”la beraber kanunlar, namuslar, tabiattaki şartlar dile getirilip, her şeyin zimamdarının Cenâb-ı Hak olduğu vurgulanmaktadır. Bütün bunlardan sonra da cin ve insanın yaratılışına geçilip; bu iki taifenin vazife, sorumluluk ve akıbetleri dile getirilmektedir.
Vücud (var olma) nimeti, nimetlerin en büyüğüdür. Zira diğer nimetler, vücudla bilinip takdir edilmekte ve neyin ne olduğunun farkına varılmaktadır. Bundan dolayıdır ki sık sık her iki taifeye: “İşte Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr ediyorsunuz?” sorusu sorulmaktadır.. sorulmakta ve bu soruya muhatap olan herkes, kendisine bahşedilen nimetler karşısında şükre ve tefekküre sevk edilmektedir.
Yine bu sûrede insan ve cin taifelerinin hayat şartları farklı olduğundan ötürü, her iki taifenin kendi buudlarına göre “iki mağrib ve iki meşrık”ın tanzim edildiği ifade edilmektedir.45 Bir diğer husus da, doğu ve batı tabirlerinin her iki grup için ayrı ayrı mânâya geldiği keyfiyetidir. Yapılarındaki farklılığa rağmen, mekân hususiyeti aynı olsaydı, bu gruplardan birine mutlaka zulüm olurdu ve cin taifesi insana ait buudlarda gezip dolaşamazdı.
Öyle ise, her iki grubun kendi buud farklılıkları göz önüne alınarak, uygun mekânlar tahsis edilmesi, onlar için ayrı bir nimet buudu demektir.
Rahmân sûresi, nimetlerin tâdâdı ve nankörlerin tehdidi açısından âyet âyet her-iki taifeyi de kâh inşirahtan inşiraha sevk etmekte, kâh başları döndürüp bakışları bulandırmaktadır. Evet, her ikisi de hususî yaratılmış ve O’na kullukla serfiraz kılınmışlardır. Tabiî ki, bu mükellefiyeti idrak edip ve yaratılış gayesine uygun hareket edenler mükâfatlandırılacak, fıtratlarını bozup kulluktan ayrılanlar da cezalandırılacaklardır.
Rahmân sûresinde: “Rabbin makamından (hesap vermek üzere durulan yerden) korkan kimseye iki Cennet vardır.”46 denilerek bu iki taifeden mehâfet ve mehâbet ehline, iç içe cennetlerin vaad edildiği dile getirilmektedir.
Aynı sûrede hûrilerden bahsedilirken “Onlara (Cennetlerde), bakışları münhasıran (kocalarına bakan) öyle dilberler vardır ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.”47 buyrularak cismanî zevkin bir başka buuduna dikkat çekilmektedir. Demek ki, cinler de bizler gibi ya mükâfat görüp Cennet’e gidecek ya da ikaba maruz kalıp Cehennem’e sürükleneceklerdir. Böyle bir şey ise, ancak mükellef ve mesul bulunmanın gereği olabilir.
Cinlerin mesuliyeti hususunda pek çok delil vardır. Onlardan birini daha hatırlatalım:
“Şimdi onlar da kendilerine (azap) sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında (azabın içinde) bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.”48
Bu âyet, gayet açık olarak, her iki grubun da burada yapıp ettikleri şeylerin mutlaka ya mükâfatını ya da cezasını göreceklerini anlatmaktadır. Evet, kimileri bir şeyler yapmanın huzuru içinde, yüzünde güller açarak Rabbin huzuruna girecek, kimileri de yaptıkları çirkefliklerin yüzlerine akseden kara lekeleriyle…
Ancak İslâm âlimleri arasında bu konu biraz ihtilaflıdır. Bazı önemli imamlara göre cinlerin diğer bir kısım canlılar gibi toprak olacakları söz konusudur. Bunun yanında İbn Ebî Leylâ, İmam Malik, İmam Şafiî, Evzai ve Hanefi mezhebi imamlarından Ebû Yusuf gibi âlimler ise: “İnsanlar gibi cinler de mükelleftir. Dolayısıyla sevaba mazhar olacak ve ikaba maruz kalacaklardır.. evet, sefil ve alçak olanlar Cehennem’e, ulvî ve yüce olanlar da Cennet’e gidecekler.” demişlerdir.49
Yukarıdaki âyetler de bu görüşü teyit eder mahiyettedir. Şayet Cenâb-ı Hak, onları muhatap kabul edip sorumluluk yüklemeseydi, onlara herhangi bir karşılık vermesi de söz konusu olmazdı. Mademki onlara sorumluluk yüklemiş, o hâlde neticede karşılığını da verecektir.
Rahmân sûresinde ele alınan konulardan bir diğeri, deniz sularının birbirine karışmamasıdır. Kur’ân bunu şu âyetiyle anlatır:
“İki denizi birbirine kavuşturmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; engeli aşıp birbirine karışmazlar.”50
Böylece her deniz kendi bünyesindeki canlıyı korumakta ve kendi zenginliklerini muhafaza etmektedir. Geçimlerini denizden sağlayanlar için bu ne büyük bir nimettir! Yine insanların büyük değer ve kıymet verdikleri inci, mercan… gibi şeyler de oralardan çıkarılmaktadır.
Demek ki, denizlerle canlılar arasında böyle sırlı bir irtibat var. Bu irtibatı kurup, ihtiyaçla nimeti dengeli hâle getiren ise Allah’tır (celle celâluhu).
Nihayet bu fâni dünya kapanıp, bâki bir âleme kapı açılacak ve bütün bekâ buudlu eşya, bekâ damgası ile mühürlenecektir. Bu olgu, ebedî nimetlere kavuşturacak bir şeyse şayet, dünyanın fena bulması da inkâr edilemeyecek ayrı bir nimettir.
O bâki âlemde, göklerde ve yerde olanlar hesaba çekilip, Cennetlik ve Cehennemlikler ayırt edilecek ve yokluğa göre Cehennem de bir nimet hâlini alacaktır.
Nimetlerin en büyüğü olan Cemalullahı temâşâ ise, ancak Cennet’te elde edilecektir. Bütün bunların olması kesin iken, O’nun hangi nimetleri inkâr edilebilir ki! O’nun ismi, şânı ne yücedir..!
İşte bütün bunlara karşı O’na şükretmek gerekmez mi?
b. Cinlere de Peygamber Gönderilmiştir
Daha önceki bölümlerde “cinlerin de birer sorumlu varlık olduğunu” bildirmiş ve “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimizi anlatan ve bugününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? (denilince) ‘Kendi aleyhimize de olsa şahitlik ederiz.’ dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.”51 âyetinin bu hususu açıklayıcı bir delil olduğunu ifade etmiştik.
Dikkat edilecek olursa, aynı âyet, yine onlara (ister kendi içlerinden, isterse insanlara gönderilen peygamberlerin onlara da peygamberlik etmesi şekliyle) peygamberlerin gönderildiği hususunu da gayet açık ve net olarak ifade etmektedir.
Cenâb-ı Hak bu âyetiyle cinlerin sorumluluklarını açıklamakla beraber, sanki onlara şöyle demektedir:
“Ey ins ve cin topluluğu, sizdeki bu derbederlik, başıbozukluk, ailevî ve içtimaî hayatınızdaki âhenksizlik, kalbî ve ruhî hayatınızdaki karışıklık ve behîmî arzularınıza takılıp kalmanızın sebebi nedir? Yoksa size, nezd-i ulûhiyetimden Resûllerle açıklanan âyetlerim gelmedi mi? Niçin onlara ittiba edip yaratılış gayenize uygun hareket etmediniz; etmediniz de böyle esfel-i sâfilînde kaldınız? Hâlbuki size gelen o âyetler, böyle bir encamdan sizleri sakındırmışlardı.”
Cinler, bu hakikati tamamen kabullenmişliğin ifadesi olarak, “Her ne kadar aleyhimizde şahitlik olsa bile, böyle bir günde hakkı itiraf etmekten başka çaremiz yoktur. Evet, Hz. Musa, Senin emirlerini getirip bize tebliğde bulundu, Hz. Mesih, o engin esrarını ruhlarımıza üfledi.. ve en son ferdiyetin mazharı Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldi ve bize hak ve hakikatin ifadesi olan İslâm’ı tebliğ etti. Ne var ki, biz bunlara kulak asmadık, kendi heva ve hevesimize uyduk. Neticede de bu hâllere maruz kaldık.” diyeceklerdir.
Evet, cinlerin de ifadelerinden anlaşıldığı gibi, ne yazık ki pek çok ins ve cinni, şu kısacık dünya hayatı aldatmıştır. Onlar, dünyayı ebedî zannedip onun aldatıcılığına kanmış ve neticede de bütün bütün kaybetmişlerdir. Mutlak Cemal’in tecellîlerinin temâşâsıyla alacakları ruhanî hazları unutarak fâni ve geçici zevklerle oyalanmış, sonra da Cenâb-ı Hakk’ın: “Kendi aleyhlerinde şehadette bulundular. Kâfir olduklarını itiraf ettiler.”52 âyetinin muhatabı olmuşlardır.
Oysa her şey açık ve seçikti. Kâinat, hemen her yanıyla, insanı irfan ufkuna ulaştıracak âyetlerle doluydu. Mele-i A’lâ’dan, bizim irfan ufkumuza kadar uzanan varlık kitabına ait sayfa ve o sayfalardaki nakış nakış işlenmiş satırlar hep “Allah!” diyor ve yine binlerce delil ve burhan âdeta tarrakalarla O’nun mevcudiyetini ilan ediyordu. Fen ilimleri, laboratuvarlarıyla; astronomi, teleskoplarıyla hemen her ilim, kâinatta keşfettikleri o baş döndürücü, göz kamaştırıcı nuraniyetin diliyle “Lâ ilâhe illallah” hakikatini haykırıyordu.
Ne var ki, bütün bu olup-biten şeylere rağmen onların itirafı şuydu:
“Ama biz, gözümüzü tamamen kapayıp, ayağımıza kadar gelen bu nimetleri teptik ve tıpkı körler gibi yaşadık; yaşadık ve bin bir dille söylenen bu hakikatlere kulak asmadık.. şimdi de kendi aleyhimizde şahitlik ediyoruz. Hatta bundan dolayı kendimizi, mevsimi geçmiş olsa da sorguluyoruz. Birazcık olsun kendi irademizle bu kudsî çağrıya icabet edebilseydik, Allah’ın içimizde hidayet meşalesini yakması söz konusu olabilirdi. Ne var ki biz, zifiri karanlıklarda kalmak için direnip durduk ve nur hüzmelerinin düşünce dünyamıza sızmasına fırsat vermedik; hatta ruhumuza ait bütün menfezleri kapattık ve karanlıkta kalmaya razı olduk…”
Bu âyet, ahirette cin ve ins taifesine karşı yapılacak olan tevbih ve kınamayı, en çarpıcı şekliyle, hem de daha dünyada iken bizlere haber vermekle, düşmemiz muhtemel olan vahim bir durumdan bizleri sakındırmaktadır.
Bu âyetten istinbat edilen bir diğer mânâ ise, ins ve cinne ayrı ayrı peygamberlerin gönderildiği hakikatidir. Dinler tarihinin de şehadetiyle biz, zaten insanlara peygamberlerin geldiğini biliyor ve kabul ediyoruz. En ücra yerlerdeki vahşi kavimlere bile -salt akılla ulaşmaları mümkün olmayan tevhid ufkuna ulaşabilmeleri için- sürekli peygamber gönderilmiştir ki, bu hakikati gösteren yüzlerce delil mevcuttur. Şayet, çoğu destan ve efsanelerin arkası, ilmî araştırmalarla kurcalanıverse, hemen hepsinin arkasında peygamberlik hakikatlerinin mevcelendiği görülecektir. Medeniyet görmemiş en vahşi zannedilen insanların arasında dolaşıldığında dahi “Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı geçmiştir.”53 âyeti gözlerimizi kamaştırırcasına tüllenecektir.
Evet, zamanın hemen her diliminde, küreiarzın her yerinde şuur sahiplerini, kötü ve eğri yolun encamından sakındırıp, onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviren peygamberin zuhur etmediği tek bir zaman dilimi ve tek bir ümmet yoktur. Cenâb-ı Hak, her yere ve her topluluğa, o topluluğun genel keyfiyetine göre mutlaka bir uyarıcı göndermiştir. Bu uyarıcıları, gönderildikleri ümmetlere -bunlar insan, cin veya diğer ruhanî varlıklar olabilir- rehberlik etmiş, onların nazarlarını bulundukları süflî âlemden, ulvî ve nuranî âlemlere çevirerek onları aydınlatmışlardır. Bu, aksine ihtimal verilmeyecek derecede kat’î bir hakikattir.
Ancak, eskiden beri İslâm âlimlerince farklı mütalâa edilen bir mevzu vardır ki, o da, cinlerin de kendi içlerinden, kendilerine hitap eden peygamberlerin gelip gelmediği hususudur. Acaba insanlar, Hz. Âdem’le (aleyhisselâm) başlayıp Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) sona eren bir peygamberler silsilesi ile aydınlanıp, onların ruhanî iklimlerinde hayatlarını sürdürürken, cinler de aynı peygamberlerin nuruyla mı aydınlanıyor, yoksa onlara da kendi içlerinden birer peygamber mi gönderiliyordu?.
Bu hususla alâkalı olarak geçmişten günümüze âlimlerin değerlendirmeleri biraz farklı olmuştur. Başta İbn Abbas, Mücahid, Kelbî, İbn Münzir, Ebû Ubeyd gibi ilk müfessirler -ki bu aynı zamanda cumhurun da görüşüdür- “İnsanlara gönderilen peygamberler, aynı zamanda cin taifesinin de peygamberidir. Onlar insanların arasında iken zaman zaman gidip cinleri de irşad etmişlerdir.” demişlerdir.54 Yani Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim… (aleyhimüsselâm) insanların peygamberi oldukları gibi cin taifesinin de peygamberleriydi; insanlığa getirmiş oldukları aynı hakikatleri onlara da anlatıyorlardı.
Ancak Dahhak, İbn Abbas’tan başka bir rivayet daha nakleder ki, bu görüşe göre, Cenâb-ı Hak cinlere ayrı, insanlara ayrı peygamberler göndermiştir. İbn Abbas’la beraber bu görüşü paylaşanlar, “Ey cin ve insanlar topluluğu! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?”55 âyetini delil olarak gösterirler.56 Yani “Mademki, burada cinler ve insanlar ayrı ayrı Cenâb-ı Hakk’a muhatap oluyor ve her iki gruba da, kendi içlerinden peygamberlerin gelip gelmediği soruluyor; öyle ise, her iki taifeye de kendi içlerinden peygamber gelmiş olması gerekir; aksi takdirde böyle bir suale muhatap kalmaları mâkul sayılmayabilir.” demişlerdir.
Ve yine, “Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de o kadarını yarattı.”57 âyetinin tefsirinde İbn Abbas’tan bir rivayete göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Başka âlemlerde sizin Âdeminiz gibi Âdem, Nuhunuz gibi Nuh, Musanız gibi Musa, İsanız gibi İsa vardır.”58 buyurmuşlardır.
Efendimiz’in bu tefsiri de göstermektedir ki, her âleme, o âleme mahsus peygamberler gönderilmiştir. Cinlerin de, kendi başlarına bir âlem oldukları düşünülecek olursa, onlara da kendi içlerinden birer peygamberin gönderilmiş olması gayet mantıkî olsa gerek…
İbn Abbas, bir başka rivayette de şunları söyler:
“Cinler, Allah’ın dumansız ateşten yarattığı kullarıdır. Henüz dünyada insanın isminden dahi eser yokken, Cenâb-ı Hak cinleri yaratmış ve dünyanın imarını onlara yaptırmıştır. Fakat onlar daha sonraları yeryüzünde fesat çıkarıp ilk babaları olan Cân’la gönderilen ilâhî ahkâmı unutup şirazeden çıkınca, Allah (celle celâluhu) da, tekrar Yusuf isminde bir peygamber gönderdi; ama onu da şehit ettiler. Bunun üzerine cinler, göklerin sakinleri tarafından yeryüzünden uzaklaştırılıp denizlere sürüldüler…”59
“Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı gelmiştir.”60 “Biz, Resûl göndermedikçe (hiçbir kavme) azap edecek değiliz.”61 âyetleri onlara da, “birini doğru yola sokmak için uğraşan” mânâsında bir “uyarıcı” ve “hakkı, hakikati tebliğ eden” mânâsında da bir “resûl” gönderildiğini haber vermektedir.
Baştan buraya kadar naklettiklerimiz, açık veya kapalı söyledikleri her sözü Efendimiz’e dayandıran, tefekkür ufukları nübüvvet meltemi ile müteessir büyüklerimizin tefsir adına söylediklerinden ibaretti. Naklettiğimiz bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, cinlere, insanlardan peygamber geldiği gibi kendi içlerinden de peygamber gelmiş olabilir…
Bu hususu, önümüzdeki bölümde biraz daha açmak istiyoruz.
c. Rivayetlerin Ortak Değerlendirilmesi
Daha önceki bölümde de ifade ettiğimiz gibi, selef-i salihinden bazıları, insanlara gönderilen peygamberlerin cinlere de gönderildiğini söylerken -ki bu cumhurun görüşüdür- kimileri de cinlere ayrı peygamberlerin gönderildiğini söylemiş ve bu görüşlerini çeşitli delillerle ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu hususta, fakirin görüşlerine gelince, bu iki görüşün telifi istikametindedir:
1. İnsanlar henüz yaratılmadan önce gelip geçen cin taifesinin, o devrede yeryüzünün halifesi olması itibarıyla, onlara kendi içlerinden peygamberlerin gönderilmiş olması ve bu peygamberlerin, kendilerine yüklenilen irşad ve tebliğ vazifesini ifa etmeleri, o dönem itibarıyla gayet tabiîydi. Zira cinlerin mükellef olmaları bunu gerektiriyordu ki, daha önce zikrettiğimiz âyet ve hadisler de bu hususu desteklemektedir.
2. Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılıp halife kılınmasından sonra ise, cinler insanlara tâbi varlıklar hâline getirildiklerinden, bu dönemden sonra insanlara gönderilen peygamberler, aynı zamanda cinlere de gönderilmiş olabilirler. Zaten, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu da bu görüşü savunmaktadır.
3. Her iki görüşü telif edecek önemli bir nokta da bence şu olmaktadır: Allah (celle celâluhu) gönderdiği her peygambere, o peygambere has bir şeriat vermemiştir. Kur’ân-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, sadece dört semavî kitap vardır ve bazı peygamberlere de sadece bazı sahifeler verilmiştir. Hâlbuki bir hadiste ifade edildiği üzere onca nebinin yanında, bir de 313 mürsel peygamber gönderilmiştir.62 Ve bu peygamberlerin hepsi de, risaletle görevlendirildiklerine dair Cenâb-ı Hak’tan emir almışlardır. Bu emri aldıktan sonra da behemehal irşad ve tebliğde bulunmuşlardır ki, peygamberliğin mânâsı da işte budur.
O hâlde, elinde ne bir hususî kitap ne de hususî bir şeriat mevcut olan bu elçiler, kendilerine kitap verilen peygamberlere tâbi olmuşlardır. Meselâ, Hz. Musa (aleyhisselâm) yolunda belki yüzü aşkın peygamber gelmiştir. Ama bunların hepsi de Tevrat’ın hükmü ile amel etmişlerdir. Hz. Davud (aleyhisselâm) gibi cihan çapında bir saltanat sahibi peygamber dahi -saltanatı, misyonunun bir buudunun tezahürüydü- bunlardan biridir. Hz. Davud’a verilen “Zebur”, evrâd ü ezkâr, zühd ve rekâik gibi hususları ihtiva ediyordu. Yine Hz. İbrahim (aleyhisselâm) döneminde birçok peygamber vardı. Hz. İsmail ve yeğeni Hz. Lut (aleyhisselâm) bunlardandı… O dönemde câri olan ahkâm ise, Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) verilen “sahifeler”den ibaretti.
Hz. Mesih döneminde, İncil’in ahkâmıyla amel eden nebi bilmiyoruz. Hz. Zekeriya (aleyhisselâm) ve Hz. Yahya (aleyhisselâm) gibi bu döneme ait peygamberler de ihtimal ki Tevrat’la amel ediyorlardı.
Bunlardan başka ehl-i keşfin istihracı ve zayıf kabul edilen bir hadisin işaretiyle Halid b. Sinan adında, kendisine kitap ve şeriat verilmeyen bir peygamber daha vardır ki, onun Hz. Mesih’le Efendimiz arasında gelip vazife yaptığı söylenmektedir.63
Bütün bunlar gösteriyor ki, kendisine kitap veya şeriat verilen peygamberler, kendilerine bağlı olan diğer peygamberleri, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini esas alarak onları tavzif edebilmekte ve irşad adına onları yönlendirmektedirler. İhtimal bu peygamberler kendilerine inanan cinlerin bazılarını da istihdam ediyor ve onları cin taifelerini irşad etmede vazifelendiriyorlardı.
Bunun açık örneğini Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinde çok bariz olarak görmekteyiz. Şöyle ki, cinler, “Nahle” denilen yerde Efendimiz’i dinleyip, ardından da kendi kavim ve kabilelerini irşada gitmişlerdi64 ki, bu topluluk, Kur’ân’da, “Münzirîn” (Uyarıcılar) ismiyle anılmaktadır. Haddizatında bu sıfat, Kur’ân-ı Kerim’de sadece peygamberler için kullanılan bir tabirdir. Âyette: “Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik. O’na gittiklerinde birbirlerine ‘Susun!’ dediler. (Okuma) Bitince de ‘uyarıcılar’ olarak kavimlerine döndüler.”65 şeklinde buyrulur.
Hulâsa, insanoğlu yaratıldıktan sonra, artık cinlerden peygamber gönderilmemiş gibi bir anlayış güçlü gibi görünmektedir. Kur’ân’ın “Münzir” dediği cin taifesine, illâ da peygamber denilecekse, “peygamberler tarafından tavzif olunan” mânâsında peygamber demek olur ki, böyle bir tesmiye yerinde olmasa gerek.
d. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) İns ve Cinnin Peygamberidir
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem insanlara, hem de cinlere gönderilmiş son peygamberdir. O’nunla peygamberlik kapısı bir daha açılmamak üzere ebediyen kapanmıştır. O’nun bu mânâda âlemşümul bir peygamber olduğunu ifade eden pek çok âyet ve hadis vardır. Bunlar teker teker ele alınıp incelendiğinde, Efendimiz’in bu özelliği çok daha bariz bir şekilde ortaya çıkacaktır.
O ki, peygamberlik şiirinin kâfiyesidir. Kendisinden önce peygamberlikle alâkalı söylenen sözleri, O bağlayıp vahdete irca etmiştir. Öyle olması yönüyle de, eşsiz bir Söz Sultanı’dır; O konuşurken herkes susacak, O’nu dinleyecektir. Nitekim öyle de olmuştur; insanlar, cinler hatta bütün ruhanîler, O’nun getirmiş olduğu, her biri bîhemtâ altın kıymetinde olan hakikatleri dinlemiş.. dinlemiş ve tasdik etmişlerdir.
Cin sûresi, baştan başa bu hakikati anlatan bir destandır. Bu destan, O’nun eşsiz üslûbunun ruhanîler arasında da dinlenip, o Fem-i Güher’den çıkan fermanların tasdik edildiğinin destanıdır… Fakat biz, bu konuyla alâkalı örnekleri bir sonraki bölüme bırakıyor, burada Efendimiz’in, kendi hususiyetleriyle alâkalı ifade buyurdukları bir hadis-i şerifi zikretmek istiyoruz.
O (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bana, benden evvel hiç kimseye verilmedik beş şey verilmiştir: Bir aylık (gibi uzun) bir mesafeden (düşmanın kalbine) korku salmakla (ilâhî) nusrete mazhar oldum. Yeryüzü bana namazgâh ve sebeb-i tahâret kılındı. Bu itibarla, ümmetimden namaz vaktini idrak eden herkes (bulunduğu yerde) namaz kılsın. Ganimet, benden evvel kimseye helâl sayılmadığı hâlde bana helâl kılındı. Ve bana şefaat (hakkı da) verildi. (Yine benden evvel) her peygamber sadece kendi kavmine gönderiliyordu; ben ise bütün insanlığa elçi olarak gönderildim.”66 buyurmaktadır.
Allah’ın küllî mânâda herkese, hususî mânâda da her ümmet ve her nebiye ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsanı olmuştur; Hz. Âdem ve evlâdına safvet ve esmâya (isimlere) mazhariyet; Hz. Nuh’a, mücadele, kararlılık ve azimet; Hz. İbrahim’e, pek çok nebiye baba olma mazhariyeti, tevhid aşkı ve hillet; Hz. Musa’ya talim, terbiye, içtimaî ilimler ve içtimaiyatta dirayet; Hz. İsa’ya beşerî münasebetlerde yumuşaklık, sabr u tahammül, müsamaha, şefkat ve muhabbet; zaman ve mekânın efendisi Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun şahsında ümmetine ise, enbiyâ-i sâlifeye lütfedilen hususlara ilâve olarak irade, hikmet, muvazene, telif, terkip gibi mükemmellik ve cihanşümul olmanın özellikleri bahşedilmişti.
Bu itibarla O’nun getirmiş olduğu mesajın, diğerlerine nisbeten daha külfetli, daha mesuliyetli olmasına karşılık, daha latîf, daha yüksek, daha bereketli ve daha beşerî olduğu söylenebilir. Bu da, Efendimiz’in cihanşümul hususiyetlerinden biri sayılır.
Ayrıca bu hadis-i şeriften, herhangi bir tekellüfe girmeden O’na ait şu hususiyetlerin istinbat edilmesi de mümkündür:
* Bu beş hususiyet, tamamen mazhariyet-i Muhammediye’dir. O’ndan başka hiçbir peygamber, bu vasıflarla serfiraz kılınmamıştır.
* İbadetlerin mâbedlere ve din adamlarına bağlı olmayışı, O’nun getirmiş olduğu mesajın cihanşümul bir buudunu teşkil ettiği gibi, her yerde, her zaman, Hâlık-mahluk alâkasıyla, Mâbud’la münasebete geçme kolaylığını da ifade etmektedir.
* Ganimetler, zatında haram olmadığı, o mevzudaki yasağın zamanla alâkalı bir imtihan olduğu, Efendimiz döneminde ise, yasağa esas teşkil edecek hususların aşıldığı veya ortadan kalktığı anlatılmaktadır.
* Şefaatin hak olduğu, ancak şümulü, ihatası ve keyfiyeti itibarıyla bir ölçüde herkesi alâkadar eden şefaat-i uzmânın (ahiretteki büyük şefaat) sadece Efendimiz’e lütfedildiği açıklanmaktadır.
* Önceki peygamberlerin dar dairede, kavim ve kabilelerine, Peygamberler Sultanı’nın ise, topyekün insanlığa, hatta bütün varlığa elçi olarak gönderilmesi, dolayısıyla da değişik cemaat ve kabilelere gönderilen peygamberlerin elçiliklerinin, o cemaat ve kabilelerin devamıyla kayıtlı olmasına karşılık, bütün varlığı alâkadar eden bu büyük risaletin dünya durdukça sürüp gideceğine işaret buyrulmaktadır.
Yine bu hususla alâkalı başka bir hadis-i şeriflerinde ise Efendimiz’in, “Diğer peygamberler sadece kendi kavim ve kabilelerine gönderildiği hâlde ben, cin ve insanlara gönderildim.”67 ifadesi, O’nun bu özelliğini daha açık bir şekilde ifade etmektedir. Kur’ân ise, başka hiçbir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak derecede kısa ve net bir ifadeyle; “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”68 buyurmakta ve O’nun bütün hususiyetlerini farklı bir buuddan tek cümleyle ifade etmektedir.
e. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Birçok Defa Cinleri İrşad Etmiştir
Cinler, Cin sûresinde anlatılan şekliyle uyarıcılar (Münzirîn) olarak kendi kavimlerine gittikten sonra, heyetler hâlinde tekrar Efendimiz’e gelerek O’nu dinledikleri de rivayet edilmektedir.
Meselâ, İbn Mesud: “Efendimiz elimden tuttu, beni dağların verâsına götürdü. Bulunduğumuz yerin tepeleri çok geride kalmıştı. Efendimiz, etrafıma bir çizgi çizerek, ‘Bunun içinde dur ve ben gelinceye kadar ayrılma!’ diyerek benden uzaklaştı. -Zayıf bir rivayette ‘Ben dağlardan aşağıya koşuyor gibi, birçok karaltının Efendimiz’in etrafında hızla bir halka meydana getirdiğini gördüm.’ ifadesi de vardır.- Bir aralık ‘Acaba Resûl-i Ekrem, Havazin’in hücumuna mı uğradı? Hiç olmazsa kılıcımı çekip onlarla savaşayım.’ diye düşündüm. Fakat O’nun bana ‘Yerinden ayrılma!’ fermanı ağır bastı ve yerimde kalmaya karar verdim. Şafak sökünceye kadar da orada bekledim. Etrafta gürültüler, tarrakalar oluyordu.. sanki ben başka bir âlemde gibiydim. Efendimiz tekrar yanıma döndüğünde beni dimdik ayakta gördü ve ‘Hâlâ bekliyor musun?’ buyurdu. Ben de: ‘Yâ Resûlallah, üç ay daha beklemem gerekseydi, senin için yine beklerdim.’ deyince şöyle ferman ettiler: ‘Eğer bir lahza yerinden ayrılsaydın kıyamete kadar bir daha beni bulamazdın.’ ”69
Yine İbn Mesud Hazretleri, Medine’de cereyan eden bir başka vak’ayı da şöyle nakleder:
“Ashab-ı Suffa olarak bizler mescidin suffasında, halk tarafından yemeğe götürülmeyi bekliyorduk. Evrâd ü ezkârla meşgul olduğum için, herkes götürülmüş, ben unutulmuştum. Allah Resûlü, yanımdan geçerken beni gördü ve ‘Kimsin sen?’ dedi. Ben de ‘İbn Mesud, yâ Resûlallah!’ dedim. ‘Gel benimle, galiba seni unuttular!’ ferman etti ve beni aldı, Ümmü Seleme’nin evine götürdü. Kapıya varınca bana: ‘Burada bekle, varsa sana bir şeyler hazırlayayım.’ buyurdular. Bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen dışarıya çıkmadı. Neden sonra hizmetçi bir kadın! ‘Resûl-i Ekrem evde bir şey bulamadı ve senin tekrar mescide gitmeni istedi.’ emrini getirince, ben de dönüp mescide geldim.
Tam evrâd ü ezkâra yeniden başlamıştım ki, bir sahabi gelip, Allah Resûlü’nün, tekrar beni istediğini haber verdi. Yanına girdiğimde Allah Resûlü, elindeki hurma salkımı ile göğsüme dokunarak: ‘Bu gece benimle beraber geleceksin!’ dedi. Beraberce Medine’nin ‘Baki-i Gargad’ mezarlığına gittik. Bana ‘Sen burada kal!’ deyip benden uzaklaştı. O anda yine karaltıların sağdan-soldan Efendimiz’in etrafını sardığını gördüm. Başları sanki bulutlarla bütünleşmiş uzun boylu, beyaz elbiseler içindeki bu siyah varlıklar, âdeta heyulalar gibi gözlerimin önünden geçiyordu. (Belki de kendi keyfiyetleri ile zuhur ediyorlardı.) Ve Efendimiz sabaha kadar, etrafını saran bu garib mahluklara Kur’ân okudu. Sonra da yanıma geldi ve Medine’ye döndük.”70
Bir başka hâdiseyi yine İbn Mesud şöyle nakleder: “Allah Resûlü ile beraber bulunuyordum. Yanımızda birdenbire iki şekil belirdi ve O’na bunların kim olduğunu sordum. Efendimiz: ‘Cin taifesi namaz kıldı. Bu ikisi ise, ille de senin arkanda namaz kılacağız diye beklediler.’ dedi. Ve bana ‘Yanında abdest almaya yetecek kadar su var mı?’ diye sordu. Ben de ‘Üzüm veya hurma üsaresi var.’ dedim. ‘Temizdir.’ buyurdular. Ve ondan abdest alıp arkasındaki iki gölgeye namaz kıldırdı.”71
Bu tür hâdiseler, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik hayatı boyunca birçok defa cereyan etmişti. Hatta Ebû Nuaym, vahyin başlamasıyla, Efendimiz’in Taif’e gidip tebliğ ve irşadda bulunduğunu, oradaki insanların kabul etmemesiyle mahzun ve mükedder olarak geri döndüğünü haber verdikten sonra, Efendimiz’in bir yerde istirahat için oturunca, bir anda etrafının karartılarla sarıldığını haber verir ki, bunlar üç yüz kadar bir cin taifesiydi ve O’na biat için gelmişlerdi!72 Sanki beşer, Allah Resûlü’ne kapılarını kapatınca, Allah (celle celâluhu), melekût âleminin kapılarını O’na açıyor ve başka taifelerle O’nu teselli ediyordu.
Bu konuya delâlet eden bir hadisi daha zikrettikten sonra konuyu noktalamak istiyorum. Yine İbn Mesud anlatıyor:
“Cin taifesi gelerek Allah Resûlü’ne biat etmişlerdi. Onlar gittikten sonra Efendimiz bana: ‘Abdullah! Rabbim, bana ins ve cinnin iman edeceğini vaad etti. Şu anda her ikisi de oldu. Demek ki, vazifem bitti ve ölüm vakti yaklaştı.’ iş’arında bulundu.
(Evet, eğer O’nun vazifesi bitti ise, bir an önce bu ten cenderesinden kurtulup, “er-Refîku’l-A’lâ”ya ulaşacaktı. O’nun bu ifadesiyle irkilip, içimde bir burkuntu hissettim.)
‘Yâ Resûlallah! Yerinize bir halife seçseniz!’ dedim. ‘Kimi?’ deyince de ‘Ebû Bekir’i’ dedim. Sükut buyurdular. Sonra aynı sözü tekrar edip, her soruşunda da Hz. Ömer ve Osman’ı zikrettim. Hepsinde susmuşlardı. En sonunda ‘Hz. Ali’yi’ deyince, ‘Ali’ye itaat edenler kurtulur.’ buyurdular.”73
(Demek, halifeliği döneminde Hz. Ali’ye itaat etmek çok zor olacaktı. Zira onun devrinde hak-bâtıl birbirine karışacak, herkes Hakk’ın müdafii olduğunu iddia edecekti, ama iş şirazeden çıkacaktı. Bunu bildiğinden dolayı Efendimiz, ona itaat edenin kurtulacağını haber vermişti…)
Bütün bu vak’alar, Efendimiz’in müteaddit defa cinlerin davetine icabetle, onlarla görüşüp irşad ve tebliğde bulunduğunu ifade etmektedir. Zira O, âlemlerin sultanı, ins ve cinnin peygamberidir.
7. CİNLERDE SAHABİLİK
Mü’min olarak Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görüp O’nun sohbetinde bulunan kimselerin “sahabi” kabul edilmesi gibi, O’nu gören her cin de “sahabi” kabul edilmiş ve aralarında hiçbir fark gözetilmemiştir.
Hatta müfessirler, “Cinlerden bir grubu sana yönelttiğimizde…”74 âyetinde anlatılan cinleri isim isim saymış ve onların, cin taifesinin en büyük “sahabileri” olduklarını söylemişlerdir.75 Bizim tespitimize göre de, sayıları yedi veya dokuz olarak kabul edilen bu cinler, tıpkı Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Uhud’un sıyanetleri gibi, şer ve şerirlere karşı kendileriyle tevessül edildiğinde koruyuculuk yaparlar ki, onlar, -Kur’ân’da anlatılan şekliyle- Allah Resûlü’nü ilk defa görüp dinleyen, ardından da kavim ve kabilelerine birer “Münzir” olarak dönen cinlerdir. Binaenaleyh, bu yönüyle de onları, onlar arasındaki sahabenin ileri gelenlerinden kabul edebiliriz.
Süheylî, Ömer b. Abdülaziz’le alâkalı bir vak’ayı anlatırken, bu cinlerden de bahseder. Vak’a şöyledir:
Ömer b. Abdülaziz, bir gün kırda dolaşırken, ölü bir yılan görür. Atından iner ve mendiline sararak o ölüyü toprağa defneder. (İhtimal o büyük insan, gayb-âşinâ gözleriyle bu meyyitin bir cin olduğunu keşfetmiştir.) O esnada etraftan bir ses: “Saraka öldü, Saraka öldü…” diye etrafı çınlatır. Ömer b. Abdülaziz, bu ses sahibinin kim olduğunu sorar. Bu soru üzerine o ses: “ ‘Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik…’76 âyetinde anlatılan cinlerden biriyim.” der ve sözlerine şöyle devam eder:
“O gün Allah Resûlü’nü dinleyip kavmine ‘uyarıcı’ olarak dönenlerden hayatta sadece Saraka ile ben kalmıştım. Bugün kâfirlerle harp ederken, Saraka da şehit oldu. Şu anda, sadece ben varım.. sana müjdeler olsun ey mü’minlerin emiri! Zira biz Allah Resûlü’nün huzurunda iken, bir aralık dönüp: ‘Sizlerden Saraka bir yerde şehit olacak. Onu ümmetimin en hayırlılarından biri kefenleyip defnedecek.’ buyurdular. İşte o haber bugün aynen cereyan etti. Ne mutlu sana ki, sen O’nun müjdelediği o hayırlı insansın!”77
Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: “Bilmeyerek, evde dolaşan bir canlıyı (muhtemelen bir yılanı kastediyor) öldürmüştüm. O gece rüyamda beni yüksek bir mahkemeye çağırdılar ve benim cinayet işlediğimi söylediler. ‘Hayır, ben kimseyi öldürmedim…’ dediysem de, ısrarlarından gündüz öldürdüğüm canlıyı kastettiklerini anlamıştım. Meğer o bir cinnî imiş. Kendimi müdafaa için: ‘O niçin eve gelip beni gözetliyor?’ deyince: ‘Hayır, o asla sana bakmak için gelmezdi. Hele saçın-başın açıkken, kat’iyen odana girmezdi. Fakat o, bir Kur’ân aşığı idi. Resûlullah’tan ilk dinlediği Kur’ân zevki, onu o kadar sarmıştı ki, Allah Resûlü’nden sonra o mânevî zevki, hep senin Kur’ân’ında arardı. Evine gelişi de işte bu sebepleydi…’ dediler.”
Hz. Âişe Validemiz diyor ki: “Uyandığımda rüyanın dehşetinden kan ter içinde kalmıştım. Hatamı affettirmek için de, sadaka dağıtıp, bazı köleleri hürriyete kavuşturdum…”78
Evet, anlaşılan, Kur’ân dinlemek için o eve gelen, cinlerden bir sahabi idi ve Hz. Âişe Validemiz, yanlışlıkla böyle bir sahabiyi katletmişti ve bundan dolayı da mânevî bir mahkemede hesaba çekilmişti.
Görülüyor ki, kim İki Cihan Serveri’yle irtibata geçse, hemen evc-i kemale yükseliyor. Nasıl ki insanlar, O’na dilbeste olup gönülden bağlanmakla bir anda O’nun arkadaşları oluyor ve “sahabe olma” şerefiyle serfiraz kılınıyorlar; öyle de, O’nun getirmiş olduğu o kutlu mesaja kulak veren cinler de aynı noktaya ulaşabiliyorlar.
İşte bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, şayet onlar da bizim gibi bir ümmet ise, bizim Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Uhud’umuz olduğu gibi, onların da Ashab-ı Bedir ve Ashab-ı Uhud’u vardır. Bizim Aşere-i Mübeşşere’miz; hatta üçlerimiz, yedilerimiz, kırklarımız olduğu gibi, onların da Aşere-i Mübeşşere’si, üçleri, yedileri, kırkları olduğu söylenebilir.
8. CİNLER İNSANLARA TÂBİDİR
Elimizdeki nasslara bir bütünlük içinde baktığımızda görürüz ki, cinle ins arasında esas itibarıyla ciddî bir fark yoktur. Onlar da bizim gibi yer, içer, evlenir, çoğalır ve hayatlarını devam ettirirler.
Hayat tarzı olarak böyle olduğu gibi, düşünce ve fikir açısından da her zaman bir paralellik söz konusudur. Cin sûresinde, onların bu durumu, kendi ifadeleri içinde şöyle anlatılır:
“Bize gelince, bizden iyiler de var, böyle olmayan (kötüler) da var. Biz çeşitli yollara ayrıldık.”79
“Biz çeşitli yollara ayrıldık.” ifadesinin tefsiri sadedinde İmam Süddî’den şu değerlendirme nakledilir: “Her zaman cinler içinde, tıpkı beşerde olduğu gibi, Kaderiyye, Mürcie, Müşebbihe… vardır.”80
(Hâliyle Yahudi, Nasrani, Mecusi, putperest… de var demektir. Hatta bunu Müslümanlar arasında zuhur eden hak ve bâtıl meslek, meşrep ve mezheplere teşmil etmek de mümkündür. Evet, bunların kimisi Cebriye mezhebindendir, “İnsanın iradesi yoktur.” der.. kimisi, “Allah, insanın işine karışmaz; kul fiilini kendi yaratır.” der, Mutezile mezhebini temsil eder.. kimisi “Mürcie”dir, amelin tesiri mevzuunda belli bir saplantıyı mırıldanır.. kimisi de “Müşebbihe”dir, Allah’ı (celle celâluhu) başka şeylere benzetip, O’na mekân ve hayyiz isnat eder.)
İmam Süddî Hazretleri, tâbiînden bir zattır. Onun devrinde, cinler arasında bu kadar tefrika ve ayrılık söz konusu ise, kim bilir o iftiraklar bugün ne hâldedir! İhtimal, bugün insanlar arasında mevcut bütün doktrin ve düşünce farklılıkları, cinler arasında da mevcuttur. Zira onlar, insanlara tâbi varlıklardır.
Durum böyle olunca, eğer beşer kendinden beklenen seviyede, Allah Resûlü’nün arkasında çizgisini koruyabilse, cin ve ruhanîler de onun arkasında istikamete yürüyeceklerdir. Bizdeki iniş ve çıkışlar, onlarda da iniş ve çıkışlar meydana getirmektedir, çünkü bizim Peygamberimiz, onların da peygamberidir. Ve bizler, onlar için uyulması gereken örnek ve önderler durumundayız.
Böyle olduğu için, ümmet-i Muhammed’in sevinci, onların da sevinci olacak; hüznü, onları da hüzne gark edecektir. Burada şunu da söyleyebiliriz: Bizlerin, kurtuluş için yeni bir çalışmaya girmesi, onları da kurtuluş adına aksiyona sevk edecektir.
Öyle ise, bizim çalışmalarımız sadece bizimle sınırlı kalmamakta; cinler âlemine de tesir etmektedir. Bir bakıma bizler nasıl olursak, onlar da öyle olma durumundadırlar. Cin sûresinde, onların bizimle aynı şeyleri paylaştıkları gayet veciz olarak şöyle anlatılır:
“Bizden Müslümanlar da var, Hak yoldan sapanlar da. Kimler Müslüman olursa, işte onlar doğru yolu aramışlardır. Yoldan sapanlar da Cehennem’e odun olmuşlardır.”81
Bu âyetlerde de açıkça görülmektedir ki, cinlerin de, tıpkı bizim gibi, bir kısım mülhid, muannid ve mütemerridleri olduğu misüllü, dupduru, saf ve muhlis olanları da var.
9. HZ. SÜLEYMAN VE CİNLERİ İSTİHDAMI
İnsanlarla cinler arasındaki hayat ve fikir benzerliğinin yanında, bu iki tür varlık arasında, zaman ve mekân buudu bakımından ciddî bir farklılığın olduğu da bir gerçek. Şüphesiz bu farklılıklardan biri, insanoğlunun ulaşamadığı bazı noktalarda, onların istihdam edilebilmeleridir. Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiği üzere, Hz. Süleyman (aleyhisselâm) döneminde bu iş, peygamber eliyle yapılıyordu. O günden bu yana da insanlar, sürekli cinlerden istifade yollarını araştırmaktadırlar. Günümüzde bu çalışmalar ferdî gayretleri aşarak bazı devletlerin meşguliyet alanlarından biri hâline gelmiştir.
Evet, günümüzde bu konuda ciddî çalışmalar yapılmaktadır. Görülen odur ki, istikbalin süper devletleri, birbirlerine karşı verdikleri kavga ve mücadelede cinleri kullanacak ve böylece başarı oranlarını artırmaya çalışacaklardır.
Aslında, bu bir teshîr ve istihdam meselesi olduğundan, şartlar yerine getirildiğinde cinler, her zaman insanlara musahhar hâle gelebilir ve en ağır işlerde bile istihdam edilebilirler. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’a (aleyhisselâm) ait mucizeleri nazara vererek bu hususa, açık-kapalı pek çok işaretlerde bulunur ve onları en verimli, en ileri seviyede kullanma yollarını öğretir. Kur’ân’ı dinleyen ve onun dediklerini pratikte tatbik eden kim olursa olsun, bu neticeyi elde edebilir. İşte bu âyetlerden bazıları:
“Onun (Süleyman) için denize dalan ve bundan başka işler yapan bazı şeytanları da emrine vermiştik. Hepsini de gözeten Bizdik.”82
Evet, Hz. Süleyman (aleyhisselâm), kendisine verilen bir mucize olarak cinleri istihdam ediyordu. Bu cinlerden bir kısmı -ki Kur’ân onlara şeytan demekte- dalgıçlık işinde fevkalâde mahirdiler. Bu dalgıç cinler, Hz. Süleyman hesabına çalışıyor ve insanların ulaşmaları çok zor derinliklere dalıp, denizlerin zenginliklerini çıkarıyorlardı.
Telepatinin bu işle alâkası var veya yok onu bilemeyiz, fakat bu âyet bize çok önemli bir noktayı işaret etmektedir ki, o da, ileride -Belki de Jüliver’in hayallerinin tahakkuk ettiği zamanlarda- çok uzun süre deniz altında kalma, orada müreffeh bir hayat yaşama ve bu hayatı devam ettirme imkânı doğacak demektir.
Cinler, dalgıçlığın ötesinde, akıl almaz işler de becerebilmektedirler… Evet, onları daha başka işlerde istihdam etme imkânı da vardır. Meselâ, devletler arası haberleşme alanında cinleri kullanmak, hem daha süratli, hem de daha emin bir yol olabilir. Bilhassa bir kısım gizli haberleşmelerde telsiz, telgraf veya telefonların şifre ve kodlarının çalınma ihtimaline karşılık, cinlerin kullanılmasında böyle bir riziko söz konusu olmayacaktır. Bu yönüyle cinler, ileriki zamanın belki de en emin ulakları olacaklardır. Yarınlar kim bilir daha nice harikalar karşımıza çıkaracaktır.
Ancak cinleri bu şekilde istihdam ederken, insanın aklına: “Acaba sırlarımızı tevdi edip, cinleri ulak olarak kullanırken, onlara tam itimat edebilir miyiz?.. hem onlar şuurlu, iradeli varlıklar olduklarından bir gün canları sıkılıp bu kadar istihdamın intikamını bizden almazlar mı?” sorusu gelebilir.
Ancak Kur’ân-ı Kerim, bu soruya cevap mahiyetinde: “Biz onları onun emrinde tutuyorduk.” buyurmaktadır. Yani onlar, isteseler de Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) emrinden dışarı çıkamıyor ve ona ihanet edemiyorlardı. Âdeta, ister-istemez ona itaat etme mecburiyetinde idiler. Demek ki, onları elde tutacak, itaate kodlayacak bir şifre vardı. Nebide o, bir mucize idi.. bizde maharet ve ledünniyata açılma olabilir. O elde edildiğinde, cinler mûti birer nefer hâline gelebilirler. İhtimal, geleceğin insanını en çok meşgul eden husus, bu şifreyi elde etmek olacaktır.
Yukarıda arz ettiğimiz üzere cinler, Allah’ın izin ve emriyle Hz. Süleyman’a (aleyhisselâm) hizmet ediyorlardı. Ona karşı isyanları söz konusu değildi. Zira bu takdirde başlarına gelecek cezayı biliyorlardı.
Her nebi, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden birine, diğer esmâya nisbeten a’zam derecede mazhardır. Diğer bir ifade ile, her nebi kendi isminin mazharıdır. Muhyiddin İbn Arabî’nin dediği gibi, “Süleyman” isminde, “şehadet ve gayb âleminde saltanat sürme, görünen ve görünmeyen âlemlerin emrine musahhar kılınması” mânâları vardır.
İşte bu isme mazhariyeti sebebiyledir ki Hz. Süleyman’a (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hak tarafından her iki âleme hükmetme yetkisi verilmişti. O, bir eli hep şehadet âleminde, diğer eli de gayb âleminde iş görüyordu. Yani o, –Allah’ın izniyle– her iki âlemde de tasarrufta bulunuyordu. Yanındaki insanlarla konuştuğu gibi, gaybın sekeneleri ile de konuşup-görüşebiliyordu. Bu durum, diğer peygamberlerde de mucize kabîlinden yer yer söz konusu olsa da Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) günlük yaşantısı âdeta hep böyle devam ediyordu. O, “Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı.”83 âyetinde işaret edildiği gibi, istediği her şeyi cinlere yaptırabiliyordu.
Ben bu âyetlerin bir de, “Güzel Sanatlar Tarihi” açısından incelenmesi gerektiği lüzumuna inanıyorum: Cinlerin bu maharetlerinin, dünyevî ve maddî işlerde olduğu gibi, insanların sanat anlayışlarında da büyük etkisinin olduğu söylenebilir. Maddeye sırtını çevirerek mânâya dönen ve daima kendini dinleyen; kadını kadınlığı, erkeği erkekliği içinde ele alan romantizm akımı, belki de beşere ilk defa cin taifesinin armağanıdır. Bunu, romantizmin her sahası için düşünmek mümkündür. Yine, edebiyat ve felsefede de böyle olmaması düşünülemez.
Bizim kanaatimiz odur ki, bu sahada son sözü, cinleri kendilerine musahhar eden büyük düşünür ve sanatkârlar söyleyecektir. Bu binaya son taşı onlar koyacak.. akliyatta en ileri düşünce onlardan gelecek, edebiyatın her türünde en verimli ve beğenilen eserler, onların eliyle hazırlanacaktır. Kur’ân’ın âyetlerinde, bütün bunlara bazı işaretler bulmak mümkündür. Melekler ve ruhanîler, böyle bir teshîrden âzâde oldukları için, onlar, Allah’ın emriyle ümmetin salih olanlarına rehberlik yapıp yol gösterseler de, cinlerle alâkalı teshîr ve istihdam onlar için kat’iyen söz konusu değildir.
Şimdi yeniden sadede dönüyoruz. Nasıl ki, Cenâb-ı Hak kadri yüce nebisine cinleri musahhar kılmış, ona, onları istediği şekilde ve istediği alanda kullanma imkânı vermiş, öyle de ileriki zamanlarda, çok geniş çapta ve ileri seviyede onlardan istifade yollarını açacak demektir. O yolu bulabilen herkesin, bu taifeden istifadesi mümkün olacaktır. Yeter ki, onların şerlerinden korunup onların oyuncağı olunmasın!
10. CİNLERİN SULTASI
a. Cinlerin Sultasına Girenler
İnsanların, cin taifesini kendi emrine alıp kullanabilmeleri mümkün olduğu gibi, bazen de cinlerin insanın emrinde gibi görünüp, onu oyuncak ve maskara hâline getirmeleri de mümkün ve vâkidir. Mazide bunun birçok örneğine şahit olduğumuz gibi, bugün de buna ait pek çok örnekler gösterebiliriz. Şeytanın en büyük hilesi, kendisini kendi tâbilerine inkâr ettirmesidir. O, topyekün beşer üzerinde bir hükümranlık kursa bile, “Beşeri yine beşer idare ediyor.” der ve insanları buna inandırıp, kendisini inkâr ettirebilir.
Ehl-i keşfin müşâhedelerine göre, eskiden şeytanın hükümranlığı, direkt inkâr-ı ulûhiyet adına olurdu. Şimdi ise bu husus, dolaylı yollardan ve materyalizm, komünizm vb. bâtıl sistemlerin vesayetinde gerçekleşmektedir. Bu açıdan, bu sistemler hayatta kaldıkları müddetçe, şeytanın hükümranlığı devam ediyor demektir. Bu sistemler uğrunda çaba veren insanlara gelince; onlar, ruhları şeytan işgaline uğramış ve melekî yönleri sıfırlanmış kimselerdir. Böylesi kişiler, şeytana oyuncak ve mel’abe olmuşlardır ama işin farkında değillerdir.
Evet, günümüzde birçok zavallı insan, gurur ve kibrin birer heykeli, müstehcenlik ve fuhşun âzât kabul etmez kölesi, hayvanları çok geride bırakacak denaetin en çirkeflerine gömülmüş olmasına rağmen, yine de kendisini bir nezahet kahramanı görmekte ve bu nezaheti kimseye bırakmamaktadır.
Aslında bütün bunlar, şeytanın bir hükümranlığı ve kendini inkâr ettirerek insan üzerinde saltanat kurmasının ifadesidir. O, böyle bir saltanat uğruna dünyanın dört bir yanında devletler kurdurmakta ve bu devletler vasıtasıyla yine insanlığın huzuru, saadeti adına milyonlarca insanı katlettirmekte ve bütün bunları meşru göstermektedir. Oysa yeryüzünde, böylesine bir tenakuz ve canavarlığın başka bir örneği görülmemiştir.
Hâsılı, cinler ve şeytanlar, tesir altına aldıkları insanlara fert veya sistem adına her âdiliği yaptırtabilir ve bunları yaptırırken de suret-i haktan görünerek insanları yaptıkları şeylerin güzelliğine ikna edebilirler.
Yer yer ulûhiyeti inkâr edip -hâşâ- ilâhlık iddiasında bulunan, nebileri inkâr ederek peygamberlik taslayan, mânâyı inkâr ile maddeciliği ikame etmeye çalışan insanların varlığına şahit oluruz. Aslında bunlar, zımnî olarak her şeyin kendi emir ve sultaları altında olduğuna inanırlar. Oysa onlar, cinlerin ve şeytanların elinde oyuncak hâline gelmiş bir kısım habislerdir ki, yapmak istedikleri her şeyi onlar vasıtasıyla ve onların rehberliğinde yaparlar, ama bunun farkında değillerdir.
Ebû Bekir el-Kureşî anlatıyor: Abbas b. Mirdas (radıyallâhu anh), halim, selim, temiz kalbli, ufku geniş bir insandı. Cahiliye devrinde bile pırıl pırıl bir hayat yaşamıştı. Ashab içinde sanki ikinci bir Ebû Bekir’di. Daha sonra gelip Allah Resûlü’ne Müslüman olduğunu bildirip teslim olan bu sahabi, başından geçen bir hâdiseyi bize şöyle nakletmişti:
“Bir öğle vaktiydi. Kapımın önünde duruyordum. Birdenbire karşımda devekuşu gibi bir şey belirdi. Evet, karşımda üzerinde bembeyaz elbiseler içinde birisi vardı. Bana: ‘Galip b. Fihr evlâdından biri, Mekke’de önemli bir misyonla zuhur etti!’ dedi. Bu söz üzerine ben âdeta şaşkına dönmüştüm. Moralim altüst olmuştu. Hemen kabilemizin putu olan ‘Dimar’ın karşısına varıp, yüzünü-gözünü öptüm ve ona gerekli tazimi gösterdim. O anda bir çığlık duydum. Sanki bu çığlık karşımdaki puttan geliyor gibiydi.. evet, sanki o konuşuyordu. Kulağımı dolduran sesin içinden şunları seçebildim: ‘Dimar helâk oldu! Bundan sonra Dimar yoktur! Mescit ehli, Dimar’a galebe çaldı…’
Ben iyice yıkılmıştım. Oradan ayrılarak bitkin bir vaziyette kavmimin yanına geldim. Neden sonra anladım ki, artık Dimar’ın söyleyecek sözü kalmamıştı. Demek ki, asıl Söz Sultanı çıkmış ve şu anda Medine’de bulunuyordu. Bu mülâhazayla kavmimden bazı insanlarla bineklerimize binip Medine’ye doğru yola koyulduk. Geldiğimizde Allah Resûlü’nün mescitte olduğunu öğrendik. Ve mescide vardığımızda O’nu kapının önünde bulduk.. O, bize tebessüm ediyordu. Bana ismimle hitap ederek: ‘Yâ Abbas, başından geçenleri bize de anlatır mısın?’ dedi. Olanları Allah Resûlü’ne ve ashabına birer birer anlattım.”84
“Dimar” zaten yıkılıp giden demektir. Onun akıbeti esasen yeryüzünde çeşitli ad ve unvanlarla ayakta durmaya çalışan bütün “Dimar”ların da akıbetidir. Artık hak gelmiş, bâtıl da zail olmuştu.. ve zaten bâtıl, ömrü ne kadar olursa olsun, mutlaka bir gün yıkılıp gitmeye mahkûmdu.85 Bizim burada işaret etmek istediğimiz husus, bütün bu yıkılıp gitmeye mahkûm Dimarların içinde bir şeytan veya cinnin bulunma keyfiyetidir. İnsanları bu mevzuda saptıran mutlaka bir cinnin veya şeytanın var olduğu hiçbir zaman kulakardı edilmemelidir.
b. Cinlerin Sultasından Korunmanın Yolları
Cin ve şeytanların sultasından korunmanın tek çaresi, mânevî donanım ve iç-dış bütünlüğüne ermektir. Böyle bir donanımı gerçekleştiremeyen ve böyle bir bütünlüğe eremeyenlerin bir yanları mutlaka şeytanların hâkimiyeti altındadır ve o insan eksiktir. Dış ve iç bütünlüğünün mânâsı, bir anlamda kalb ve davranış birliği ile çok ciddî alâkalıdır. İnsan, inandığını tam yaşadığı zaman bu vahdete kavuşmuş olur. Zaten Vâhid ve Ehad olan Allah’a (celle celâluhu) kulluk da, böyle bir vahdeti gerektirmektedir.
Evet, tevhid-i kıble ve teveccüh-ü tâm ile O’na yönelenler, cin ve şeytanların sultasına karşı kesinlikle muhafaza altına alınmış sayılırlar. Dual yaşayan ikiyüzlüler ise, böyle bir garantiden mahrumdurlar.
Cin ve şeytanların sultasından korunmak için, dilden dua eksik edilmemelidir. Kalb, Rabb’in zikriyle itminana ulaştırılırken, kafa da, hep ilâhî cilve ve tecellîleri düşünmeli.. girdaba düşmekten kaçınmalı.. ve insanın tek emeli, “başkalarını kurtarmak” olmalı.. olmalı ve hep taze gül kokulu bir iklim ve bir atmosfer meydana getirmelidir. “Gül, gül içinde biter.” felsefesiyle hareket edip, ferdî mânâda da daima “istiaze” süllemiyle (merdiveniyle) Yüceler Yücesi’nin sığınağına ulaşma gayreti içinde bulunmalıdır. Çünkü şeytan ve habis cinler oraya giremez ve o kudsî otağa ulaşamazlar.
“Eûzü”, Allah’a karşı bir yönelme ve bir dehalettir. Evet, o, her şeyi, yine onun seviyesine göre terbiye eden Âlemlerin Rabbi’ne bir iltica ve bir sığınma demektir, zira O, Rab’dir, her şeyin hakkından geldiği gibi, şerir cin ve şeytanların hakkından da gelir. Şeytanlar, sığınılması gereken her şeyden أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ “Mahlukatının şerrinden Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım.”86 diyerek Rabb’e sığınan insana ulaşamaz ve ona zarar veremezler.
Bu, Allah Resûlü’nün bir duasıdır ve o, sığınılması gereken her şeyden, kendi kerem ve cömertliğine şâyeste şekilde kendisini koruması ve muhafaza etmesi için Rabb’ine böyle yalvarmıştır.
Bu mevzuda diğer bir düstur da Âyetü’l-Kürsî’yi87 okumayı âdet edinmektir. O da ilâhî bir kalkandır ve insanı cinlerin, şeytanların şerrine karşı korur ve muhafaza eder. Aslında, bu âyette anlatılan vasıflarla muttasıf o Rabb-i Rahîm’e yönelme, insanın his ve duygularını tatmin eder ve teminat altına alır.. alır da, artık onun gözlerine yabancı hayaller giremeyeceği gibi kalbini ve gönlünü de şeytan işgal edemez. Yeter ki o, iradesinin hakkını versin ve elinden geldiğince istikamet içinde yaşamaya gayret etsin.
Ne var ki insan, her zaman bu gerilimini muhafaza edemez. Bazen geçici de olsa ufkunu gaflet bulutları sarabilir. Bu gibi durumlarda onu uyku basar ve âdeta iradesi devreden çıkar. İşte o zaman insan da, uyumayan ve asla uyuklamayan Allah’a yönelir, O’na sığınır.. sığınır da, artık şeytan, onun ruhuna yol bulup giremez. Zira Âyetü’l-Kürsî, koruyucu bir atmosfer gibi onun ruhunu sarmıştır ki, böyle bir mahfuz yere cin, şeytan giremez.
Ne dediğini duyarak ve sürekli içine doğru derinleşerek; derinleşip bütün beşerî hislerini aşarak Âyetü’l-Kürsî’yi vird edinip Allah’a iltica etmek, bir bakıma, “Ey Rabbim! Ben kendimi Sana emanet ediyorum.” demektir ki, böyle bir iltica, dua ve yalvarış Arş-ı Rahmet’e ulaşınca gök ehli o kişinin etrafını sarıp âdeta onun çevresinde pervane kesilir. Hangi şeytan ve şerir cinnin haddine ki, böyle bir nur hâlesini aşabilsin ve ışık hüzmeleriyle sarılı bulunan nezih ruhlara dokunup onları soldurabilsin? Hayır, bu mümkün değildir. Zira onu, artık emri her şeye galip olan Rabb’i himaye etmektedir ve o, Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu eve cin ve şeytanın girmesine müsaade etmeyecektir.
Son olarak, cin ve şeytanların sultasından korunma için, iç ve dış bütünlüğüne kavuşulması; dilden duanın eksik olmaması ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunmasının âdet edinilmesi gibi bir kısım prensiplerden bahsetmiştik. Şimdi de -müsaadenizle- bu düsturları yaşayarak onların şer ve sultalarından uzak kalabilmiş kişilerin hayatlarından misaller vermek suretiyle mevzuumuzu biraz daha tavzih edelim.
1. İbn Ebi’d-Dünya naklediyor:
Urve b. Zübeyr (radıyallâhu anh) diyor ki:
“Bahçemde oturuyordum. Derken çardağın etrafını bazı karartıların sardığını gördüm. Çardağın üstünden bir ses yükseliyordu. Bu Ses: ‘Urve’nin hakkından gelecek kimse yok mu?’ diyordu. İçlerinden biri ileri atıldı ve ‘Ben varım, ben onun hakkından gelirim!’ dedi. Biraz sonra mahzun, mükedder, boynu bükük geri döndü. Ona niçin bir şey yapamadığını sordular. Cevap verdi: ‘Sabah-akşam okuduğu dua ona yaklaşmama mâni oldu…’ ” 88
Urve b. Zübeyr (radıyallâhu anh), sabah-akşam şu duayı okuyordu:
أٰمَنْتُ بِاللّٰهِ الْعَظيِمِ وَكَفَرْتُ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَاسْتَمْسَكْتُ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَليِمٌ
“Azîm olan Allah’a inandım. Ne kadar sanem ve put varsa hepsini inkâr ettim. Ve ben, kopmayan ipe (Kur’ân’a) sarıldım. Allah her şeyi işitir, bilir.”89
İşte sabah-akşam bu şekilde ahd ü peymânını yenileyen ve okuduklarını yaşayan insanlara, kötü niyetli cin ve şeytanların yaklaşmaları ve onlara herhangi bir zarar vermeleri mümkün değildir. Zira bu dua onların korunmaları için bir vesile teşkil etmektedir.
Bütün insî ve cinnî şeytanların deryalar dolusu şerleri olsa dahi, bu şerlerin kendilerine ulaşamayacağı nice yüce ve yüksek kametler vardır! Zaten bizi teselli eden ve en kötü durumlarda, gönüllerimizde itminan vesilesi olan da budur.
2. Ebû Musa el-Eş’arî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
“Hz. Ömer devrinde Basra’da vali olarak bulunuyordum. Aylar geçip gitmiş olmasına rağmen halifeden en küçük bir haber alamamıştım. Onun durumunu merak ediyordum. Cin işleriyle uğraşan birisine gittim. Cinleri vasıtasıyla bana halifeden bir haber getirmesini istedim.
(Bu, gaybı bilmek değildir. Cinler gayet süratli varlıklar oldukları için, çok uzak mesafelere çok kısa zamanda gidip gelebilirler ve gittikleri yerlere ait bazı haberleri normal olarak getirebilirler. Bu açıdan da buna dense dense cinleri haber toplamada kullanma denebilir.)
Cinin Yemen’de olduğunu ve biraz sonra geleceğini söyledi. Derken cin geldi. Ona Ömer (radıyallâhu anh) hakkında malumat istediğimi tekrar ettim. ‘Acaba şimdi nerdedir ve ne yapıyordur?’ dedim. Cin, biraz düşündükten sonra şu cevabı verdi: ‘Vallahi biz, Ömer’in yanına sokulamaz, ondan bir haber alamayız. Çünkü o, nasiyesinde Ruhü’l-Kudüs’ten bir nur taşıyor. Onu gören şeytan dahi olsa emrine râm olur ve Ömer’e itaat eder hâle gelir.’ (Evet Ömer, İslâm’a girdikten sonra hiçbir şeytan ona yaklaşamamıştır.) Cin bunları söyledi ve Ömer’den herhangi bir haber getirmesinin mümkün olmadığını gayet açık bir dille itiraf etti…”
Evet, biz yeniden bir Hz. Ömer neslini, mescit, mektep ve ev üçlüsünde İslâm ruhunu örgüleyen aydınlık çehre, yavru güneşler intizar ediyoruz. Gözlerimiz ufukta, eteklerine yirminci asrın tozu, toprağı ve eracifi bulaşmamış, melek yapılı, melek karakterli insanların geleceği günü bekliyoruz. İnşâallah şeytan, onların yanına da sokulamayacak ve temizler de temiz ruhlarını kirletip bulandırmayacaktır.
Ve işte bu nesil, bütün dünyaya ümit ve güven kaynağı olacaktır. Onlar, 14 asır önceki saadet dolu günleri yeniden günümüze çekip getirecektir ki, insanlık, şayet yeni bir dirilişe erecekse işte bunlarla erecektir. Yeter ki bizler, temsil keyfiyetimizle bu işe mâni olmayalım; olmayalım ve arkadan gelecek nesl-i cedidin önünü tıkamayalım.
Hayatlarındaki istikamet ve Rabb’e yönelişleri sayesinde cin ve şeytanların sultasından korunan şahıslardan misaller vermeye devam ediyoruz. Aslında bir iki misal daha arz ederek bu faslı da noktalama niyetindeyiz.
3. Aşere-i Mübeşşere’den olan, Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh), vefat edeceği anda yanında bulunanlara “Keşke Ebû Ubeyde hayatta olsaydı da yerime onu bırakıp Rabbimin huzuruna öyle gitseydim!”90 dediği, Amvas’ta vebaya yakalanarak orada şehit düşen şanlı sahabi Ebû Ubeyde b. Cerrah (radıyallâhu anh) ile karıştırdıkları Ebû Ubeyd’dir (radıyallâhu anh). Ebû Ubeyd (radıyallâhu anh), tâbiînden olup genç yaşta İslâm ordusunun başına kumandan olarak tayin edilmiş cesur bir askerdir.
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), Sasanilere karşı bir ordu göndermek istiyordu ancak, ordunun başına kumandan tayininde zorlanıyordu. Çünkü askerlerin büyük çoğunluğu Hz. Halid’le birlikte savaşmak istiyorlardı. Hâlbuki Halid (radıyallâhu anh), o sıralarda Bizans’a karşı savaşıyordu. İşte bu kritik anda Ebû Ubeyd, ileriye atıldı ve bu kumandanlığı kabul edebileceğini söyledi. Onun bu davranışı Hz. Ömer’i çok sevindirmişti. İçinde pek çok sahabinin de bulunduğu orduya bu 20-21 yaşlarındaki delikanlı kumanda edecekti.
Ebû Ubeyd (radıyallâhu anh), ordusuyla Sasanilerin üzerine yürüdü ve çok zorlu bir savaş oldu. Bir ara kumandan atından düştü ve fillerin ayakları altında kaldı. Filler, onu çiğneyip geçerken o bütün gücüyle ric’at içindeki askerlerine şöyle sesleniyordu: “Askerlerim, gitmeyin, ben buradayım, ben buradayım.!” Ve onları belli ölçüde de olsa geri çevirmeye muvaffak oluyordu.
Ebû Ubeyd, orada şehit düşmüştü. Diğer taraftan Halife, Medine’de Ebû Ubeyd’den haber bekliyordu. Nihayet Taif tarafından birisi geldi ve Halifeye şu haberi getirdi: “Bir vadiden geçiyordum. Kadın-erkek, genç-ihtiyar toplanmış feryat içinde ağlıyorlar ve şöyle diyorlardı: ‘Kahramanca savaştılar. Cansiperane kavga verdiler. Allah için öldüler ve niyetlerine göre de Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna ulaştılar!’ Sözlerinin sonunda da, her bir ağızdan: ‘Vah Ebû Ubeyd, vah Ebû Ubeyd.!’ çığlıkları yükseliyordu.”
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), işi anlamıştı. Vadiyi dolduran ve feryat ile ağlayan, Müslüman cinlerdi. İslâm ordusu için gözyaşı döküyor ve şanlı kumandan için ağıt yakıyorlardı. Nitekim birkaç gün sonra bir ulak geldi. Ve olanları bir bir halifeye nakletti. Ebû Ubeyd, fillerin ayakları altında can vererek şehit olmuştu…91
Evet, cin ve şeytanların şerrinden korunmak için Ebû Ubeyd şuuruna sahip olmak gerekir. Bu da, her hâlde cihad ruhuyla bütünleşme, dava uğruna candan, cânândan geçme şuurudur ki, öyle olanlar bu amellerinin mükâfatını, cin ve şeytan iğvasına karşı korunmuş olmakla görürler. Zira cihad aşkıyla yanıp tutuşan bir insanı, ne insî ne de cinnî şeytanlar asla kandıramaz.
Cinler ve şeytanlar, insanların günahlarıyla açtıkları menfezlerden girer.. girer ve insanı çepeçevre kuşatırlar. Bu menfezler kapanmalıdır ki, onlar içeri giremesinler ve insan da, onların şerrinden korunmuş olsun.
Ehl-i keşfin müşâhedesiyle cin ve şeytanların mü’minlere musallat olmaları, daha ziyade onların bazı mânevî yönlerden açık ve zayıf olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu da; cünüplük, hayız, nifas hâlleri, abdestsizlik, suiedep içinde gafilane davranışlar sergileme gibi durumlardır ki, ruh bozuklukları ve fizyolojik olmayan cinnetler, ekseriyetle böyle boşlukların ardından insana arız olurlar. Eğer bunlarda cin ve şeytanın parmağı varsa -ki vardır- onlar, mü’minin içine mutlaka, onun bir günahından yol bulup girmişlerdir.
Evet, eğer sen bir kale gibi isen, bu kalenin kapıları açık olursa ezelî düşmanın elbette o kapılardan girecek ve senin vücut kaleni teslim almaya çalışacaktır. Eğer böyle bir akıbete düşmek, maruz kalmak istemiyorsan, mutlaka günahlardan kaçınmalı, dikkatli bir hayat yaşamalı ve kalenin içten fethedileceğini de asla unutmamalısın…
Habis cinler ve şeytanlar her çeşit günahı alet olarak kullanırlar. İçki, kumar ve fuhuş, onların sıkça kullandıkları aletlerdir. Bu günahları irtikâp edenler, şeytan tuzağına düşmüş sayılırlar.
4. Abdullah İbn Abbas’ın (radıyallâhu anh) talebelerinden Katade b. Diame (radıyallâhu anh) anlatıyor:
“Şeytan, Allah tarafından tardedilip huzurdan kovulunca sordu:
– Şimdi ben ne yapacağım?
Cenâb-ı Hak, hikmet diliyle cevap verdi:
– Sihir yapacaksın! (İnsanları büyüleyecek, bakışlarını bulandıracak, kalb ve kafalarını dumura uğratacaksın. Böylece onların muvazene ve dengeleri bozulacak. Akılları hükmünü tam icra edemeyecek. Ve kalblerinin Allah’la olan alâkası kesilecek ve tesirsiz kalacak.)
– Ben ne okuyacağım?
– Şiir. (Yani dil dökerek, edebiyatı bu işte kullanarak, fuhşa ait kitap ve dergi neşretmeyi insanların kafasına sokarak onları büyülemeye çalışacaksın.)
– Ne yiyeceğim ben?
– Bütün murdar şeyleri. (Hem yiyecek, hem de sana tâbi olanlara yedireceksin. Besmelesiz etler, murdar tavuklar, doğrudan doğruya eti haram kılınmış hayvanlar, helâl-haram demeden çeşitli spekülasyonlarla kazanılan ticarî gelirler, faizler, rüşvetler…)
– Ben ne içeceğim?
– Sekir (sarhoşluk) veren her şeyi. (Şarap içeceksin veya şarabın adını değiştirecek, ona başka bir isim bulacak ve onu içeceksin. ‘Alkolsüz bira’ diyecek ve su yerine onu içeceksin. Diğer taraftan yeni yeni uyuşturucular icat edecek ve onları kullanacaksın. Afyon, morfin, kokain, kafein… vb. İşte sen bunları içeceksin.)
– Benim yurdum neresi?
– Hamamlar. (Çırılçıplak, hayâ ve edepten mahrum yıkanılan yerler, saunalar, plajlar…)
– Benim meclisim neresi?
– Çarşılar, pazarlar, sokaklar.
– Benim münadim kimdir?
– Davullar, zurnalar ve ruhî heyecan uyarmayan her şey.
– Benim silahım nedir?
– Fuhşiyat.92
Evet, şeytan huzurdan kovulunca bunları soruyor ve ona Cenâb-ı Hak’tan bu cevaplar geliyor.
Madde madde bu hususları izaha gerek var mı bilemiyorum? Dünyanın hâline ve hâssaten İslâm âleminin yürekler acısı vaziyetine bakıldığında Katade b. Diame’nin naklettiği bu sözlerin haklılık derecesi daha iyi anlaşılacaktır. Bunun için isterseniz gözümüzün önünden film şeridi gibi Müslümanların utandırıcı hâllerini geçirebilirsiniz.. geçirin ve düşünün, cin ve şeytanların, günah menfezlerinden ta nerelere kadar girdiğini anlamaya çalışın!. Sonra bir de yüzünüzü Batı dünyasına çevirin. İnsanların ekseriyetinin ruhen dengesiz olduklarına bakın. İntihar olaylarının her geçen gün nasıl korkunç buudlara ulaştığını görün.. görün ve ürperin.
Bugün insanlar, sırf düşünmemek için ne çarelere başvurmaktalar Batı hayatında… Öyleki, hiç adı sanı duyulmadık kumar çeşitlerinin sergilendiği kumar masalarında ömrünü bitirip tüketen insanlar var. Batı hayatında bunların pek çoğu kendilerinden kaçmak için bu gibi illetlere sığınmaktalar.. ve bu yerlerde başka değil ancak şeytan saltanatı hükümferma.
Bu ülkelerde insanlar, bütünüyle mefistoya yenik düşmüşlerdir. Şeytan önce onların dengelerini bozmuş, sonra da yanlış çarelerle onları iyice sersemleştirmiştir. Bu da şeytanın en klasik oyunu ve en eski hilesidir. Zira feodalizm, kapitalizm ve komünizmin hepsinin altında, şeytanın bu hilesi ve oyunları vardır. Evvelâ o, insanları tatmin olamayacakları noktalara sürüklemiş, ardından da çeşitli isimler altında (işçi hareketi, proletarya diktatörlüğü vs. gibi) hortlattığı insanlara, yanlış çareler takdim etmiş ve onları büsbütün şirazeden çıkarmıştır. Gerek Marks’ın ve gerekse Engels’in eliyle insanlığa takdim edilen çareler, hep şeytana ait birer hile ve oyundan ibarettir. Nitekim bu oyunun sona erişini bizimle beraber şimdi bütün dünya da seyretmektedir. Cin ve şeytanın bu tür iğva ve oyununa düşmemek için inanan bir dünyanın kurulması şarttır. Çünkü iman, insanlığı kurtaracak tek çaredir.
B. ŞEYTAN
1. ŞEYTANIN YARATILIŞ HİKMETİ
Buraya kadar cinlerden ve kısmen de bazı icraatleri itibarıyla şeytandan bahsettik. Şimdi şeytanlarla alâkalı bir parantez daha açmak istiyoruz.
Şeytan, ya شَطَنَ ya da, شَاطَ fiilinden iştikak etmiş (türemiş) olup, birinciye göre “uzak olan”; ikinciye göre ise, “bâtıl olan” mânâlarına gelir.93 Salâh ve hayırdan uzaklığına ve her zaman haktan yüz çevirmesiyle butlanla içli-dışlı bulunması kastedilerek ona “Şeytan” denilmiştir.
Şahsına ait yanları itibarıyla hiçbir zatî değer ve kıymeti olmayan bu menhus ve melun varlığın, neticeye ve Yaratıcı’sına bakan cihetiyle pek çok hikmete mebni yaratıldığında şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz, bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insin terakki ve tedennisi adına oynadığı roldür. Bir kısım istidat ve kabiliyetler, ona karşı verdikleri mücadele ve mücahededeki muvaffakiyetleri neticesinde inkişaf edip Cennet’e ehil hâle gelmelerine mukabil, Allah’ın kendilerine verdiği istidat ve imkânları kullanamayan bir kısım kimseler de Cehennem’e yuvarlanmaktadırlar.
Değer ve kıymet, keyfiyete bağlı olması; kemmiyetin kıymet ve değer ölçüsünde tercih ettirici bir fonksiyon ve tesiri bulunmaması esasına binaen, Cenâb-ı Hak şeytanın varlığına izin vermiştir.. ve bu, hiçbir zaman O’nun o engin rahmet ve şefkatine zıt değildir. Aksine O’nun rahmet ve merhameti, hikmetine mukarin olarak şeytanın yaratılmasını iktiza etmektedir. Zira ancak bu sayededir ki, cin ve insin yaratılışı bir mânâ derinliğine daha ulaşacak ve âli ruhlar ile sefil ruhlar birbirinden ayrılacaktır. Ayrıca Cennet ve Cehennem’in varlığının bir hikmeti ve hatta bir illeti olan iradî ve ihtiyarî amel ve fiiller de ancak bu sayede bir değer kazanacaktır.
Şeytanın yaratılışı cebrî olmasına karşılık, şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur. Zira Allah’ın secde emrini dinlemeyip isyan etmiş, daha sonra da bu temerrüdünü hep sürdürmüştür.
Şeytan, mantıksızlık mantığı diyebileceğimiz bir mugalâta ile Cenâb-ı Hakk’ın “Sana emrettiğim hâlde, seni secdeden alıkoyan nedir?” sualini: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.” küstahlığı ile cevaplandırmıştır.94 Esasen bu cevabî ifadede, doğru ile yanlışı yan yana getirip onlardan bir hüküm çıkarmaya kalkışmak gibi aldanmışlık vardır ki, şeytanın o büyük fiyaskosu işte bu mugalâtada saklıdır.
İlim ile cehaleti, yalan ile doğruyu, hayır ile şerri, kibir ile tevazuu, aldatma ile aldanmayı birbirine karıştırıp, hayırlı olmayı hayra mâni bir husus gibi gösterme gayret ve cehdi böyle bir haktan uzaklaşma ve gidip bâtıla saplanmadan başka ne ile izah edilebilir ki!.. Zaten onun her sözünde mutlaka bir şeytanlık nümâyandır.
Şeytan, melekler arasında nasıl bulunabildi?
İhtimal, şeytan, secde ile emrolununcaya kadar, Cenâb-ı Hak ona, onun hissiyatına dokunacak hiçbir teklifte bulunmamış ve âdeta hâdiseler bir istidraç olarak hep onun arzu ve isteklerine muvafık cereyan etmiş, dolayısıyla da o, melekler arasında uzun zaman kalabilmişti. Daha doğrusu, onun melekler arasında bulunması, kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı bir mücadele ve mücahede neticesinde değildi. Bu durum kendisi için test sayılabilecek herhangi bir imtihan ve teklifle karşılaşmaması sayesinde gerçekleşmişti.
Hâl böyle olunca, şeytanın daha evvel melekler arasında bulunması kat’iyen -muvakkaten dahi olsa- onun değer ve faziletine delil sayılamaz. Ne var ki o, Hz. Âdem (aleyhisselâm) ile imtihan olduktan sonradır ki, hakikî hüviyetiyle ortaya çıkıvermiştir.
Daha önceki vâkıalar kendi arzu ve hevesine muvafık olması sebebiyle, onun, o güne kadar itaat etmekte olduğu Cenâb-ı Hak mıdır, yoksa yine kendi nefsi midir, aslında bu da belli değildir. Fakat ilk imtihanda gösterdiği bu tuğyan, onun daha evvel de nefsinin kulu ve zebunu olduğunun önemli bir göstergesidir.
Şeytan secde etmiş olsaydı yine şeytan mı olacaktı?
Kadere ait ince bir sırrı içine alan bu suale kısaca şöyle bir cevap vermek mümkündür:
Kader, sebep ile neticeye aynı noktadan bakar. Sebebin olmamasını kabul etmek, kaderin taalluk etmemesini kabul etmekle aynı mânâya gelir. Dolayısıyla biz, Ehl-i Sünnet düşüncesiyle, “Neticeyi ancak Cenâb-ı Hak bilir.” der, gerisine karışmayız. Cenâb-ı Hak, melekler içinde bulunurken de İblis’in şeytan olacağını biliyordu. Ancak, onu şeytanlaştıran, Cenâb-ı Hakk’ın bilmesi değil, kendi irade ve ihtiyarıyla yapacağı fiileri seçmesiydi. Zira “İlim maluma tâbidir; malum ilme tâbi değildir.” sözü kaderle alâkalı önemli bir düsturdur.
2. İNSÎ VE CİNNÎ ŞEYTANLAR
Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütalâa edilmiştir ki, وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ “Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.”95 âyeti, bu hakikati ifade eder. Âyette geçen شَيَاطِينَ (şeytanlar) kelimesinin mânâsında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.
Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn Abbas (radıyallâhu anh) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücahid, Hasan ve Katade gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar.96 Onlara göre hem cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü’min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü’minler üzerine salarlar. Bu hususu teyit eden şöyle bir hâdiseden bahsederler:
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr’e (radıyallâhu anh) sorar: “İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah’a sığındın mı?” Hz. Ebû Zerr de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: “İnsanlardan da şeytan var mı?” Allah Resûlü cevabında: “Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.” buyurur.97
İkincisi: شَيَاطِينَ (Şeyâtîn), insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis’in evlâtlarıdır. İblis, evlâtlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibarıyla bu ismi almışlardır.98
Aslında bu iki mânâ arasında ciddî ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her hâlde âyetin zâhirî mânâsına daha uygun düşmektedir ki, âlimlerin ekserisi bu birinci mânâyı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyit eden, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) mervi birçok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde: “Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nispette ve en uygun şekilde ona mâni olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan’dır.”99 buyururlar.
Bir başka defasında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: “Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş!..”100
İşte bunlar gibi daha pek çok rivayetlerde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya “Şeytan” demiştir.
Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mânâ arasında neticeye tesir edecek ciddî bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalb ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci mânâyı tercih edenler, kalb ile kalıbı birbirinden ayırmış ve “Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan.” demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:
Huzeyfe (radıyallâhu anh) anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü’ne, “Yâ Resûlallah! Bizler şer içindeydik, Cenâb-ı Hak bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi?” diye sordum. Allah Resûlü de: “Evet.” dedi. Ben de: “Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı?” diye sordum, yine “Evet.” dedi. Ben: “Peki bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi?” diye sordum, yine “Evet.” dedi. Bunun üzerine ben, “O nasıl olacak?” deyince Allah Resûlü de:
“Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim Sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalb, şeytan kalbi!..” cevabını verdi. Allah Resûlü’nün bu izahı üzerine, “O zaman ben nasıl hareket edeyim?” diye sorunca da: “Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et!..” buyurdu.101
3. HZ. ÂDEM VE ŞEYTAN
Hz. Âdem yaratılacağı ana kadar, şeytanın içindeki küfür açığa çıkmamıştı. Onun içindeki nifakın, bütün çirkinliği ile dışarıya aksetmesi için bir sebep lâzımdı. Hz. Âdem’e secde emri, söz konusu olunca, şeytanın şeytanlığı da su yüzüne çıktı. Şeytan, neyi hakir gördüğünün farkında değildi. Çünkü toprak ilâhî isimlerin tecellî ettiği bir yerdi.
Evet, Cenâb-ı Hakk’ın isimleri, büyük ölçüde toprakta tecellî etmektedir.. tecellî etmektedir ve mağrur şeytan, böyle mukaddes bir tecelligâhı hakir görmektedir. Tabiî Cenâb-ı Hakk’ın dergâhından kovulunca da bütün bütün muvazenesini kaybedecek ve hayırla şerri birbirine karıştıracaktır.
Hz. Âdem daha iskelet hâlinde iken şeytan, belli bir insiyakla onun kendisine rakip olacağını sezmişti.. sezmiş ve onun ağzından girip arkasından çıkmış sonra da: “Ben bunu mağlup edebilirim. Bunda çok boşluklar var.” demişti.102 İşte onun ilk aktif düşmanlığı bu noktadan başlar ve gün geçtikçe de artar. Kur’ân-ı Kerim; “Derken şeytan onları oradan kaydırdı.”103 ifadesiyle yer yer bu büyük hasma dikkat çeker.
Şeytanın bütün işi, insanı Cennet’ten ve Cennet’e giden yoldan uzaklaştırmaktır. İnsan, ilâhî ilhamların uğrak yeri olan gönlüyle, Allah’a yöneldiği anda, şeytan da var gücüyle onu o hâlden uzaklaştırmak ister. Meselâ, namazda esneterek insanın içine gaflet atar. Onun içindir ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), esnemeyi şeytandan sayar ve şöyle buyurur: “Esnemek şeytandandır. Sizden herhangi biriniz esnemeye maruz kaldığında, gücü yettiğince onu önlemeye çalışsın!”104
Mü’minin en ciddî olması gereken yer, mescitler ve camilerdir. Eğer şeytan, oralarda dahi bir mü’mine rehavet veriyorsa, o işini tamamlamış, onun tesirinde kalan mü’minin de işi bitmiş demektir.
Hz. Âdem’in kime ne zararı vardı? O, Cennet’te, Cenâb-ı Hakk’ın cemalinin cilvelerini müşâhede içinde, hep mest ve sermest dolaşıyordu. Ama onun teslimiyeti, Rab karşısında saygı ile el pençe divan durup Allah’a kullukta bulunması şeytanı şirazeden çıkarıyor ve âdeta deli ediyordu. Değil mi ki o, onun yüzünden huzurdan kovulmuştu. Mutlaka Âdem de aynı cezaya çarptırılmalı ve Cennet’ten kovulmalıydı.
Bunun için de şeytan, sürekli Hz. Âdem’in en zayıf tarafını aradı ve buldu. Cenâb-ı Hak ona ve eşine bir ağaç göstermiş ve “Sakın buna dokunmayın!”105 demişti. Hâlbuki bu ağaca dokunma, Hz. Âdem’in tabiatının buudlarından biriydi. Evet, Âdem neslinin şeceresi, ancak böylece inkişaf edip gelişecekti. Ama yine de ortada bir imtihan vardı.. ve Âdem, Rabbinin emrettiğini yapmak zorundaydı.
Sonunda şeytan, çeşitli oyunlarla onu ve eşini sürçtürdü. Derken, memnu (yasak) meyveye (hayat arkadaşına) el uzattı. Ancak, onun bu zelle vetiresi uzun sürmedi. O, kendine geldi ve en kısa zamanda yeniden kendi çizgisini buldu. Hatasını anlayıp, Rabbi karşısında kötü duruma düştüğü idrakiyle: “Rabbinden birtakım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı.)”106 Yani o, “Allahım, bana demem gerekeni ilham et. Ta ki, Senin kapını o sözlerle çalayım ve huzurunda bir kere daha kabul göreyim. Ben bir kere ettim, ama bir daha etmeyeyim.” dedi.
Hz. Âdem’in, bu samimî arzusu ve yönelişi, sema-i rahmeti harekete geçirdi. Âdem yerde olduğuna göre bu, gökten gelen ilham ve vahiy esintileriydi. Zaten Rabb’i de onun tevbesini kabul etmişti. Hadisin ifadesiyle “Tevbe eden, sanki o günahı hiç işlememiş gibidir.”107 Öyleyse Hz. Âdem’e, bundan böyle zelle isnat etmek de doğru değildir. Zira o, tevbenin en makbulü ile tevbe etmiştir. İnsan belli bir hikmete mebni hâdiseleri nakledebilir ancak, ulu orta Hz. Âdem gibi bir Safiyyullah’a zelle isnat etmek en azından suiedeptir.
Evet, Hz. Âdem, zellesinin hemen ardından kendine gelip Rabbine yönelmesine karşılık şeytan, temerrüdünde devam etmiştir. İşte burada, sürçüp düşen ile, bilerek başkaldıran birbirinden ayrılır. Biri, Cennet’ten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirir, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışır. Ne var ki, onun yere inip, Hz. Muhammed (aleyhisselâm) gibi bir meyve vermesi, bunun ardından da, bütün evlâtlarını arkasına alıp yeniden Cennet’e yönelmesi gibi bir seyr u sülûku söz konusudur. Şeytan ise, mütemadi bir inişe geçmiştir. Her geçen dakika onu biraz daha gayyalara indirmektedir.
Hz. Âdem’in öğrendiği kelimeler hususunda pek çok rivayet vardır. Bize göre en kuvvetlisi, Kur’ân’da geçen şu cümlelerdir:
قَالَا رَبَّنَا ظَلَمْنَۤا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Dediler: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.”108
Bunlar, bütün mü’minlerin dilinde her zaman vird-i zeban olan sözlerdir. Sanki babamız Hz. Âdem ile anamız Hz. Havva tek bir dil olmuş, biz yavrularına ve gönül meyvelerine bu duayı öğretmişlerdir.
“Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, olanlar hep bizim hatamızdan kaynaklandı. Seni dinlememe bir zulümdür; bir zulümdür ama biz bu zulmü işledik. Sen ise bize hep iyilik ettin. Bizi yoktan yarattın, vücud nimetini tattırdın. Sonra bize Cennet gibi bir yuva bahşettin ve bu yuvada bizi birbirimize enîs ve dost yaptın. Aramıza sevgi ve muhabbet koydun. Beraberce Cennet’in güzelliklerini ve Senin cemalini seyretme arzusu ile içimizi donattın ve coşturdun. Ne var ki biz, bütün bunların kıymetini bilemedik. Geçici de olsa hata ettik ve fasit bir dairenin içine girerek şeytanı hoşnut ettik. Hâlbuki onun amansız ve apaçık bir düşman olduğunu Sen bize önceden haber vermiştin; bir hata daha ederek bunu da unuttuk.. unuttuk ve memnu meyveye el uzattık.
Bütün bunlar oldu, ama neticede başkalarına değil, biz kendimize zulmettik. Zaten her günahın acı kaderi de budur. Günahkâr, ancak kendine zulmetmiş bir zavallıdır. İşte biz de, şimdi böyle bir zavallı durumundayız. Eğer mağfiretin imdadımıza yetişmezse, biz hepten hüsrana uğrar ve kaybedenlerden oluruz.”
Diğer bir rivayet, onların öğrendiği kelimeleri şöyle anlatır: “Seni tesbih ve takdis ederim Allahım. (Kurbiyetin noktasından) Sana hamd ederim. (Ben uzağım, Sen yakınsın) Senin ismin çok yücedir. Senden başka ilâh yoktur. Ben nefsime zulmettim. Beni affet, günahları ancak Sen affedersin.”109 (Senden başka kim günah affedebilir ki, ben onun kapısına gideyim. Benim onulmaz yaralarıma kim çare bulabilir ki, ona müracaat edeyim. Afüv Sensin, Gafûr Sensin, beni düştükten sonra a’lâ-yı illiyyîne çıkaracak yegâne Rab de yine Sensin.)
Ayrı bir rivayet de İbn Abbas’tan şöyle nakledilir: Hz. Âdem zellesi neticesinde ihtar alınca, Cenâb-ı Hak ile arasında şöyle bir konuşma cereyan eder. Söze Hz. Âdem başlar:
– “Rabbim, beni Kendi elinle (kudretinle) yaratıp bana Kendi ruhundan üflemedin mi?
– Evet öyle yaptım.
– Ne buyurursun acaba, ben tevbe etsem beni eski yerime döndürür müsün?
– Evet, döndürürüm.”110
Hz. Âdem (aleyhisselâm), bu rivayetlerden hangisiyle müracaat etmiş olursa olsun, onun böyle içten ve yürekten yönelişi, rahmet-i ilâhiyeyi gayrete, rahmet semasını harekete geçirmiş, geçici olarak kararmaya, kuraklaşmaya maruz kalmış olan Hz. Âdem’in gönlüne, oradan sağanak sağanak rahmet yağmış ve onun gönlünde yeni yeşermeler yeni filizler oluşmaya başlamıştır. Bu ümittir ki, Hz. Âdem’in canına can katmış ve tevbe arşiyelerini tamamlamada ona yoldaş olmuştur.
Kâdı Iyâz ise, Hz. Âdem’in tevbesini ve o tevbenin kabulünü şöyle bir tablo ile resmeder:
Hz. Âdem, dua dua yalvardı. Gözyaşlarını ceyhun etti.. evet, dergâh-ı ilâhiyeden uzaklaştırılması onu o kadar üzmüştü ki, bir türlü kendine gelemiyordu. Nihayet Cennet’ten aklında kalan bir hatıra onda yeniden dirilme ümidini şahlandırdı. Hz. Âdem, henüz Cennet’te iken, Cennet kapısında gördüğü bir levhayı seyre dalmıştı. Levhada “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” yazıyordu. Cennet’in girişi bu cümle ile süsleniyordu. Âdeta “Muhammed” ismi, birden Hz. Âdem’in karşısında temessül etti. “Allahım, beni Muhammed hürmetine affet!” dedi.
Cenâb-ı Hak: “Sen O’nu nereden biliyorsun?” diye sorduğunda, Hz. Âdem: “Arş-ı A’zam’da Senin mübarek adının yanında O’nun isminin yazılı olduğunu görmüştüm. Bundan anladım ki, nezd-i ulûhiyetinde teklifsiz biri varsa o da O zâttır.” cevabını verdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. Adem’i affedip kurb-ı huzuruna kabul buyurdu.111
4. ŞEYTAN VE VESVESE
Vesvese, gizli sese denir. Bir mastar olan وَسْوَاسٌ (vesvâs) kelimesinin şeytana isim olması da aynı mânâyla alâkalıdır ki, şeytan, “vesvesenin kaynağı” demektir. Ancak örfen meşhur olan mânâsıyla vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve mülâhazalara verilen bir isimdir.
Hem nefsin hem de şeytanın vesvesesi, Kur’ân-ı Kerim’de ayrı ayrı zikredilir. “Andolsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve Biz ona şah damarından daha yakınız.”112 âyeti, nefsin vesvesesine işaret ederken; “Şeytan, Âdem’e vesvese verdi.”113 mânâsına gelen bir çok âyet de şeytanın vesvesesine delâlet etmektedir.
“Nefsin vesvesesi” tabiri, bir insanın, kendi kendine söylediği ve gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün bâtınî şuur durumlarını da içine alır. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten âcizdirler.. âcizdirler de, onları sadece Cenâb-ı Hak bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesine kıyasla daha gizlidir. Bu gizlilik, bir cihetten onu kuvvetlendirir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş bir düşmandır. Belki de, “Senin en büyük düşmanın nefsindir.”114 diyen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), işte bu hususa işaret buyurmuşlardır.
Nefis ve şeytan, verdikleri vesveseler ile, insan ruhunu, hak yolundaki terakkisinden alıkoymak isterler. İnsanın akıl ve fikrini çelip, azim ve iradesini kırarak onu salih amellerden vazgeçirmek, fani zevk ve kaprislere düşürerek de sefilleştirmek isterler.
Vesvesenin ilk mâkes bulduğu yer kalbtir. O, burada diğer azalara kalb vasıtasıyla yayılır. Onun içindir ki, vesvesenin ilk tesiri kalbte hissedilir. Tabiî ki bu tesir, kabul veya red şekillerinden biri hâlinde tecellî eder. Eğer gelen vesveseler kalbte kabul görmezse, hayalde edep dışı tasvirler mahiyetine bürünürler. Muhayyilesi bu tasvirlerle meşgul olan insan, bir müddet sonra hiç farkında olmadan kalbini de onlarla meşgul eder. Zaten şeytanın istediği de budur. Zira o, varmak istediği hedefe bu yolla birkaç adım daha yaklaşmış olur.
Hâlbuki kalbte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı yoktur. Zira vesvese, hayalden öte geçememiştir ve mantıkça da hayal bir hüküm değildir. Vesvesenin kalbte kabul görmediğini anlamak ise gayet basittir. Şayet kalb, gelen vesveseden dolayı üzülüyor ve ürperiyorsa, bu durum vesvesenin kalbte kabul görmediğine, aksi durum ise, neticenin de aksine bir delil ve bir işarettir. Eğer vesvese kalbte kabul görmüyorsa, bu durumda vesvesenin zararı, zararlı olduğunu düşünmeye münhasır kalır; başkaca da bir zararı yoktur. Hatta kalbin reaksiyonunun şiddeti, kişinin imanındaki kuvvetle doğru orantılıdır.
Evet, imanın kuvveti nispetinde kalb vesveseye karşı reaksiyon gösterir. Bazen gafletle kalbin gösterdiği bu reaksiyon tasdik zannedilir. Bu zanna düşen bazı kimseler, kalblerinde müthiş bir heyecan ve helecan hissederler. Bazen de bu durumdan kurtulmak için huzurdan kaçıp gaflete dalmak arzu ederler. Hâlbuki ortada vesveseyi tasdik diye bir husus söz konusu değildir. Sadece bir reaksiyon vardır. Ve esasen bu reaksiyon da onun imanının salâbet ve kuvvetini göstermektedir. Ve yine bu sebepledir ki, Allah Resûlü, bu hâl ve durumu anlatırken, “İmanın ta kendisidir!”115 buyurmuşlardır.
Kalbten çıkan mânâlar ile hayalin dokuduğu lafızlar arasında bazen münasebet bulunmayabilir. Zira dıştan veya içten birçok sebep her zaman hayale tesir edebilir. Muhayyile, duygular içinde en çabuk ve en çok tesir altında kalan bir duygudur. Dolayısıyla da, dokuduğu lafızlar, o anda müteessir olduğu sebeplerle ciddî şekilde alâkadardır. Bu durum çoklar tarafından bilinmediği için, bunlar, en nezih anlarda hayalin dokuduğu çirkin lafızlar sebebiyle, kalblerinin bozulup tefessüh ettiğine hükmederler. Ve vardıkları bu hükümler de onları şeytanın kucağına iter.
Eğer, kalbten çıkan mukaddes mânâlara, arz ettiğimiz şekilde, herhangi bir tesir ile müteessir durumda bulunan hayalin dokuduğu lafızlar arasında yakınlık veya temas varsa telaş edip heyecana kapılmamalı. Zira mukaddes mânâların mülevves suretlere yakınlığı zarar vermez; temas ise bir telebbüs (giymek, giyinmek) değildir. Ayrıca hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde yakınlık sebebidir. İki zıttan birinin zikredilmesi, diğerini hatırlatır. Gece gündüzü, ak karayı, iyi kötüyü hatırlattığı gibi… Bu münasebetle gelen tahattura “çağrışım” denilir. Çağrışım ise, çok kere ihtiyarsızdır ve onda mesuliyet yoktur.
Eğer zihin, bu ve buna benzer hâllere mübtelâ olursa, yapılacak tek iş, düşünceden vazgeçmek ve onun üzerinde fazla durmamaktır. Zira ehemmiyet verip tetkike daldıkça, vesvese kuvvetlenir ve hayalde bir hastalık meydana getirir. Evet, endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü tesir, kalbte değil sadece hayaldedir.
Vesvese imanî meselelere ait ise, bilinmelidir ki gelen vesveseler, sadece hayale uğramıştır ve bunların akıl ve kalb tarafından tasdik edilmiş hükümlerle alâkası yoktur. İnsanın, küfrü hayal ve tasavvur etmesi veya dalâleti düşünmesi hiçbir zaman, küfür ve dalâletin kendisi değildir. Tasdik, tasavvurdan başkadır. Çok şey vardır ki, tasdik ettiğimiz hâlde tasavvur edemeyiz. Ve yine nice şeyler vardır ki, tasavvur ettiğimiz hâlde tasdik edemeyiz. Zaten “imkân” da hiçbir zaman “yakîn”e zarar vermez.
Bir de, yaptığı ibadet ve amellerin en güzelini araştırmadan doğan vesvese çeşidi vardır ki, çok kere bu vesveseye müptelâ olanlar, en güzelini ve en iyisini yapayım derken güzel ve iyiyi de terk ettiklerinin farkına bile varmazlar. “Din bir kolaylıktır; zorlaştıran sonunda mağlup düşer.”116 hadisindeki hikmetli ikazın düstur edinilip yaşanması, herhâlde şeytanın bu yolla insanı mağlup etmek istemesine karşı en güzel hareket tarzıdır.
Ayrıca, dinde zorlama yoktur.. İslâm’ın hükümleri, zâhire göredir. Biz, meselelerin iç yüzünü tetkik ve tahkikle mükellef değiliz. Bu gibi durumlarda bilmeliyiz ki şeytan, bizim bir zayıf anımızı kollamakta ve her an hücuma hazır bekleyip durmaktadır.
Buraya kadar şeytanın insana karşı bir silahı sayılan vesvese üzerinde durduk. Şimdi bu hususu birkaç madde içinde özetleyelim:
a. Vesvese imanın kuvvetindendir
Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, vesvese asla korkulacak bir şey değildir. Çünkü herhangi bir şahsa vesvesenin gelmesi, onda güçlü bir imanın bulunduğuna alâmettir. Sahabe-i kiramdan Efendimiz’e gelip, “Yâ Resûlallah, vesveseye müptelâyım.” diyen birine, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevabı: “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın ta kendisidir.”117 şeklinde olmuştu.
Şeytan, sizde de iman sermayesi, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı sürekli taarruzda bulunmaktadır. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama şeytana bakan yönüyle, Âdem (aleyhisselâm) ile başlamış ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Şeytan, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz ve böyle sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Deniz korsanlarının, her zaman hazine bulunan yüklü gemilere taarruz etmeleri ve define bulunan adalara saldırmaları gibi şeytan da, her zaman iman cevheri taşıyan kalblere hücum eder.
Vesveseye düşen mü’min, “Şeytan bütün cephelerde mağlup oldu; bu yüzden şimdi de imana, İslâm’a ait meselelerde vesvese ve şüphelerle beni meşgul etmek, hazineme el atmak istiyor; ama -inşâallah- benden bir şey koparamayacaktır. Bu, onun son çırpınışlarıdır; kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi, bir gün gelecek, o da benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir. Zaten gitmese de kapılar ona sürmeli. Beni koruyan kale çok sağlam ve Allah’ın izniyle onun buna bir şey yapması söz konusu değildir.” diye düşünmelidir.
b. Vesvese kalbin malı değildir
Kalb, vesveseden rahatsız olduğuna göre o vesvese kalbe mâl edilemez. Çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmazdı; zaten böyle bir kalble şeytan da uğraşmazdı.
Kalbin rahatsız ve tedirgin olması, kalb ve sahibinin vesveseye razı olmamasından ve vesvese ile o kalbin arasında mânâ ve mahiyet bakımından bir münasebetin bulunmamasındandır. Bunu, tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda meydana getirdiği arızalara karşı vücudun antikorları devreye sokması neticesinde hararetin yükselmesi gibi, kişinin vesveseye karşı reaksiyon göstermesi, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştahının ve ağız tadının kaçması… gibi şeylerden de anlayabiliriz.
İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği, bizim malımız olmayan yabancı hayal, düşünce ve vesveselere karşı, mânevî yapımız, iman potansiyelimiz âdeta antikor üreterek, bu şer ve şerareler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır. Eğer vücudumuz, herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen ona teslim oluyorsa -AIDS virüsüyle gelen mukavemetsizlik gibi- bizim de işimiz bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bunun mânâsı, şeytana “Gel, ne istersen yap!” demektir. Zaten şeytanın istediği de budur.
c. Vesveseye maruz kalb, kötülerin çer çöp attığı pınara benzer
Meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı düşünün ki, bu, bileşikleri, tadı ve vaad ettiği şifasıyla tam Zemzem suyu gibi bir kaynak; herkes tarafından malum ve meşhur hâle gelmiş, dünyaca da kabul edilmiş bir mübarek kevser uzantısı…
Şimdi, hain biri geliyor, sinsice o kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, “Eyvah!” diyorsunuz, “Pınarım bulandı, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!” Oysa hakikat böyle değildir. Akan su, üzerine atılan o çer çöpü götürecek ve safiyetini yine muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar gibi ise, o zaman onu bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiçbir zararı olmayacaktır. O toz toprak zamanla akıp gidecek ve sizin o pislik kabul etmez kaynağınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil… Evet, işte vesveseye maruz bir kalble alâkalı da böyle düşünülmelidir.
d. Vesvese iradî olmayıp, fiiliyata dökülmüyorsa insanı mesul etmez
Malum olduğu üzere, mükellef ve mesul olmada irade ve şuur esastır. Hayvanların yanı sıra, mecnunlara ve aklı, şuuru yerinde olmayanlara da teklif yoktur. Bu itibarla, gelen vesveseler iradî olarak gelmiyor ve biz planımızı, programımızı yapıp, “Gel!” diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mesul sayılmayız.
İrade, genellikle kendi kendine gelen vesvese ile karşı karşıya kalır ve davetsiz geldiğinden dolayı da ona karşı mukavemet edemez. Ayrıca insan, tedayi-i efkâr ile iradesi dahilinde olmadan, gördüğü, duyduğu, okuduğu şeylerle de birtakım hatıralara, hayallere, düşüncelere maruz kalabilir. İnsanın bu hâli, yaratılışın muktezası olduğundan çok defa bunlardan kurtulmak da mümkün değildir.
e. Vesvese, insanın ilerlemesine mâni olmayan örümcek ağı gibidir
Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla iyi bilindiği zaman kat’iyen zararlı olmaz. Zira Kur’ân’da, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır.”118 buyrularak, şeytanın tuzaklarının zayıflığına işaret edilmektedir.
Evet, şeytanın hilesi var ama, tutarsızdır ve yok gibidir. Meselâ, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağını gerip yolunuzu kapatmış. Şimdi böyle bir durumda geri mi dönersiniz, yoksa yolunuza devam mı edersiniz? Örümcek ağı, sizin ilerlemenize mâni olabilir mi, olamaz mı? Şüphesiz hiçbir şey yokmuş gibi davranır, onu bir engel olarak görmez ve yolunuza devam edersiniz.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şeytanın, kimsenin elinden tutup dalâlet, küfür ve günaha sürükleyemeyeceğini ve zorla kötülük yaptırıp günah işletemeyeceğini beyan buyurur.119 Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip cazip ve çekici göstermektir.120 İyiyi de kötüyü de yaratan, dalâlete de hidayete de sevkeden ancak Cenâb-ı Hak’tır.121
Şeytanın vesveseleri, rengârenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir; ilk bakışta insanı çabuk etkiler ve kendine çeker. Bu cazibeye kapılanlar için o cazip görülen şeyin altında derin çukurlar bulunur, hem de kilometrelere ulaşan derin çukurlar…
Hulâsa, gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz. Vesvese aslında, üflemekle uçup giden bir tüy kadar zayıftır. Veya bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer, ama ardından ne yağmur gelir ne de yel!.. Bir başka ifade ile o, uçak yolcularının her zaman hissettikleri bir hava boşluğu gibidir ki, içine girilince ne feryat etmeye değer ne de dövünüp yakınmaya!..
f. Vesvese, üzerinde durulmaz ve dert hâline getirilmezse hiçbir zarar vermez
Düşüncenize bulaşıp da duygularınızı kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Zira vesvese, hayal aynasında sönüp gidecek kadar zayıf ve gelip geçici bir iz, bir leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü, bir yansımadan ibarettir. Akla ve hayale gelen şeyler, hayır kaynaklı ise, akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şek kaynaklı bir vesvese ise, akla, düşünceye ve kalbe kat’iyen tesir etmez, kirletmez ve zarar da vermez.
Hz. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, elinizde tuttuğunuz aynaya, karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, o aynadaki yılanın elinize zararı olmadığı ya da aynaya akseden bir pislik elinizi kirletmediği veya yanan ateşi elinizdeki aynaya tevcih ettiğiniz zaman eliniz yanmadığı, keza elmasın etrafındaki kömür tozlarının elmasa zararı olmadığı gibi şeytanın dışta ya da içte müessiriyet ölçüsünde herhangi bir zararı söz konusu değildir.122
Evet, üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert hâline getirmediğiniz takdirde vesvesenin hiçbir zararı olmaz. Öyle ise ona hep tepeden bakmalı ve “Allah’ın (celle celâluhu) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarız.” denmelidir.
g. Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir
Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilâfına hareket edildiğinde az dahi olsa vesvese zarar verebilir. Evet, vesvesenin zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman o zararlı olabilir. Yani üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman büyütülebilir.. evet, büyük görüp önem verdikçe o da büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hâle gelebilir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur, ama siz önemsemeden onun önünden geçer gidersiniz.. onlar da size ilişmez. Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey bundan farklı olmamalıdır.
Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar, biz de onu cazip bulur ve işletirsek, o bir karelik manzara, hayal sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi hâline gelir; gelir ve biz bunun farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele nefsanîliğe bakan, bedeni tesir altına alan manzaralar karşısında… Evet, insan onu alır ve hayalinde maceralı bir film hâline getirir. Hâlbuki şeytana ait olan, o ilk dar sahnedir. Öyleyse o ilk oltaya takılmamak, oyununa gelmemek ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayallerimizi gerçeğe dönüştürmesin; biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.
h. Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar
Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda, daha da zararlı bir hastalık, hatta zamanla meleke hâline gelebilir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır, kalben, fikren ve im’ân-ı nazarla (iyice tetkikle) derinleşip, o meseleyi kendine mâl eder; derken kendisinde o, bir huy hâline gelerek onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye’se düşüp, büsbütün bir yenilgi ifadesidir. Böyle biri, ümitsiz bir hâlde “Artık ben mahvoldum!” deyip, mağlubiyeti kabul eder ve merkezi, şeytanın kullanmasına hazır hâle getirir ve hatta ona bırakır.
Bir kumandan düşünün; ileride sağ tarafta birkaç madeni parlama gördü diye, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevkeder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha hareketine açık ve hazır hâle gelmiş olur. Esasen böyle bir davranış, taktik bilememenin ve düşmanı tanıyamamanın ifadesidir.
Bütün bunlardan açıkça görülüyor ki, şeytanın vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıveriyor. Evet, dikkat etmeli ve onu hayalimizde, düşüncemizde büyütmemeliyiz.
i. İbadet ile vesvesenin manyetik alanından hemen uzaklaşıp, onun psikolojik tesirinden çıkılmalıdır
Vesveseye karşı sizi onun manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunmak çok önemlidir. Hadiste de ifade edildiği gibi, böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi insan bir şeye gazaplandığında ayakta ise oturmalı, oturuyorsa ayağa kalkmalı veya kalkıp iki rekât namaz kılarak, iç dünyasında bazı değişiklikler yaparak içerisindeki sisi, dumanı dağıtacak bir şeyler yapmalıdır.123
Evet, irade devreye sokularak, insan psikolojisine tesir edebilecek ve elde olmadan içine düşülen hava boşluğundan onu çıkaracak veya tutulduğu elektrik akımı gibi o güçlü vakumdan onu çekip alacak, küçük de olsa mutlaka bir vesile aranmalıdır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere- yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca, “Burayı derhal terk edin; şeytan burada hâkimiyet kurmuş!”124 şeklinde ikazda bulunmuştu. Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve şayet bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsnü istikbalse, evrâd ü ezkâr, Allah’ı ilan ve O’nunla irtibatlanma bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hatta bir taarruzdur.
Burada, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını ifade eden hadislerini hatırlatıp geçelim.125 Demek ki, onun, ezana ve ezanın ihtiva ettiği mânâlara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikçe, biz de Allah ve Resûlü’yle irtibatımızı daha da kuvvetlendirmeli ve hep lâhûtî hatıralara dalmalıyız ki, şeytanî buuda yer kalmasın.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hatta esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenir ki, bu mesele sahih sünnette olmasa bile üzerinde durmaya değer. Keza bir yerde, sol tarafınıza atacağınız üç tükürük, bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazen yumruğu sıkıp meydan okuma, bazen de hafife alma mânâsına tebessüm edip geçme, onun manyetik alanına karşı gerilimde bulunma ifadesi sayılabilir.
Bir genç arkadaşımıza şöyle dediğimi hatırlıyorum:
“Şeytan, karşına çıkıp da bir harama bakmanı istediğinde şöyle düşün: Bakmakla eline ne geçecek? Bakacaksın, o boş… Daha ileri götürsen, yine boş… Kaldı ki, imanından ötürü duyacağın, sana vereceği pişmanlık ve ızdırabı da unutmamalısın. İşte, sonu böylesine boş, ızdıraplı ve karanlık olan bir bakışın artık ne mânâsı olabilir ki!”
Zaten, insan kendini böyle ikna etmeye çalışırken o haram manzara da kaybolup gitmiş olur.
Akla gelen her vesvese, her süslü manzara, gelecekte ondan daha mükemmellerinin elde edilebileceğini düşünmekle de izale edilebilir.. hiç olmazsa tadil edilebilir. Kur’ân’ın pek çok yerinde, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret bulunduğu ve gerçek hayatın ahiret hayatı; yaşanacak gerçek yurdun da, ahiret yurdu olduğu ifade edilir.126 Biz de, bu türlü durumlarda, dünyanın bütün güzelliklerine karşı “İsteyene ver Sen onu, bana Seni gerek Seni!” demeli ve o anlamsız hülyalardan uzaklaşmalıyız.
Yaz aylarının kavurucu sıcağını bahane ederek, şeytan sizi hizmetten ve irşad gayesiyle etrafa gidip gelmekten alıkoymak ve başkalarına yaptığı gibi, sizi de deniz kıyılarına veya gölgesi serin mesire yerlerine çekmek mi istiyor? Ona Cehennem ateşinin çok daha sıcak olduğunu hatırlatıverin. Öyle zannediyorum ki, kalbinize atmak istediği bu vesvese onun kendi gırtlağına takılıp kalacaktır.
Yine “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun sadık yârânı ve arkadan gelen salihler bizi bekleyip dururken, benim şurada burada avare ve bana yakışmayan bir vaziyette dolaşmam hiç doğru olur mu?” diyerek de, şeytanın bu mevzuda telkin etmek istediği gaflet ve rehavet vesvesesini izale etmede bir yararı olur zannediyorum.
j. Abdest ve namazda “Eksik mi yaptım?” şeklindeki vesveselere de önem verilmemelidir
“Abdest ve namazımı yanlış ve eksik mi yaptım acaba?” şeklinde gelen vesveselere de aldırış etmemek gerekir. Böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama mükerreren oluyorsa, meselâ bir insan, abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşüyorsa, hiç vesveseye meydan vermeden o uzvunu yıkadığını kabul ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekât kıldığı mevzuunda vesveseye müptelâ ise namazının tamam olduğu kanaatiyle hareket etmelidir.
k. Vesvesenin ilkâ ettiği şeyin üzerine üzerine gidilmelidir
Vesvesenin üzerinde durmadan tam tersi istikamette yürümek lâzımdır. Hiç kâle almadan, önem vermeden, yapılan yanlış bile olsa, “Mezheplerimizden birine uyar.” deyip geçmek, maslahata binaen daha muvafık olur kanaatindeyim. Bu türlü durumlarda esas olan, şeytanın canını okuyup vesveseyi def etmektir.
Vesvesenin faydalı yanı da vardır. Daha önce de temas ettiğimiz gibi, vesvese çok kimsenin özellikle de hassas fıtratların mahiyetinde, âhir ömre kadar terakkilerine medar olabilecek bir zemberektir. Tıpkı saat zembereği gibi onun kalbi de vesveseye karşı kurulu kaldığı sürece, daima çalışır ve onu ileriye, daha ileriye götürür; çünkü bu sayede imtihan ve mücadele ölünceye kadar devam eder. Evet, itikadı sağlam, ameli yerinde ve nefsini teslim almış bir mü’minde böyle bir “cihad-ı ekber”i yaptırtan ve ona gazilik sevabı kazandıran kaynak, vesvesedir.
Diğer bir yönüyle de vesvese, insanı daima müteyakkız ve uyanık tutar. Mü’min, işini halletmiş olmanın ve duruma hâkimiyetinin verdiği rehavet ve rahatlık içinde, uyku bilmez bir düşman olan şeytanın çukurlarından herhangi birine düşebilir; düşmemek için, daima tetikte bir asker gibi hep uyanık olmalıdır. Hasta, hastalık vasıtasıyla Allah’a (celle celâluhu) karşı yalvarış ve yakarışa geçtiği gibi vesveseli insan da her vesvese emaresi karşısında: “Aman yâ Rabbi!” der ve kendini o ifritten kurtarıp gerilime geçer.. geçer ve günahları içeri almayacak bir kalenin içine girer, kurtulur. Elverir ki o, vesveseyi büyütüp, zararlı hâle getirmesin…127
5. ŞEYTAN PORTRESİNDEN BAZI KESİTLER
a. Şeytanın İnsana Teması
Şeytan, insanlığın babası Hz. Âdem’e düşman olduğu gibi, onun evlâtlarının bütününe de aynı şekilde düşmandır. Daha insan bir sperm hâlinde rahm-i mâdere düştüğü andan itibaren şeytan hemen ona parmak karıştırmak ister. Onun içindir ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize; “Ailenize yaklaştığınız zaman: بِسْمِ اللّٰهِ اَللّٰهُمَّ جَنِّبْنَا الشَّيْطَانَ وَجَنِّبِ الشَّيْطَانَ مَا رَزَقْتَنَا ‘Allahım, şeytanı bizden, bize lütfedeceğin şeyden ve bizi de şeytandan ırak tut!’ deyin.”128 tavsiyesinde bulunur. Zira “mukarenet” hâlinden itibaren cin ve şeytanların müdahale edeceği bir atmosfer ve hava meydana gelmeye başlamıştır. Şayet, böyle bir dua paratoneri olmazsa, şeytanın şerli şerareleri, ana-babaya ve onlardan meydana gelecek çocuğa da zarar verebilir. Bilhassa ceninin hususî durumuna tesir edebilecek hâdiselere sebebiyet verebilir.
Bu sebepledir ki, yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Her doğan çocuğa şeytan mutlaka temas eder. Ancak Meryem ve Hz. İsa bundan müstesnadır.”129 Buhârî ve Müslim gibi hadis kitaplarının şârihleri bu hadis üzerinde uzunca durmuşlar ve “Hz. Mesih’e temas etmeyen şeytan, acaba Efendimiz’e temas etmiş olabilir mi?” sorusuna cevap aramışlardır.130
Bence meseleyi bir mukayese üslûbuyla ele almaya gerek yoktur. Elbette Efendimiz’e şeytan temas edememiş veya etmemiştir. Ancak bu mevzuda Hz. Mesih’in bir hususiyeti vardır. O, Cibril’in nefhası ile yaratılmıştır. Bu sebeple de şeytan ona hiçbir suretle dokunamamıştır. Kur’ân’da bu hususiyet ele alınarak şöyle anlatılır:
“İmrân’ın karısı demiştir ki: ‘Rabbim, karnımda bulunanı (bütün kayıtlardan âzâde) tam hür olarak Sana adadım, benden kabul buyur. Şüphesiz Sen işiten ve bilensin.’ Onu doğurunca –Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir- şöyle dedi: ‘Rabbim, onu kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu, kovulmuş şeytanın şerrinden Sana ısmarlıyorum.’ Rabbi onu en güzel bir şekilde kabul buyurdu.”131
İmrân’ın hanımının yaptığı dua ve bu duanın kabul olması, Hz. Meryem’in ve Hz. Mesih’in, şeytanın temasından korunmasına bir vesile teşkil etmiş. Ve şeytan, Hz. Mesih’e ömrünün hiçbir döneminde dokunamamıştır.
Mevlâna Şiblî kaydediyor: Hz. Mesih delikanlılık çağındaydı. Bir gün karşısına şeytan dikilmiş ve ona uygunsuz şeyler telkin etmeye çalışmıştı. Mesih, her defasında ona reddedici mukabelede bulununca, şeytan ona “Öyle ise sen Allah’ın oğlusun!” dedi. Mesih de, “Hayır, ben sadece bir kulum.” cevabını verdi. Şeytan, “Yeryüzünde senden aziz kimse yok!” dedi. O yine kendisinin bir kul olduğunu söylemekle iktifa etti. Râvi diyor ki: Mesih, canı dudağına gelmiş gibi sıkılmış, bunalmış ve cevap vermekten yorgun düşmüştü ki, işte o esnada Cibril imdada yetişti ve vurduğu bir sille ile şeytanı yerin dibine ve geldiği yere gönderdi. Şeytan artık, onun ruhuna karanlık duygular salamaz oldu. Çünkü o, Ruhullah’tı ve daha önce hakkında yapılan dua, makbul olmuştu.
Her insanda şeytanın bir nasibi ve lümmesi vardır. O, bu lümme yoluyla üfledikleri ile insanı tesir altına alır. Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu lümme meleklerce alınıp atılmıştır. Hâdise ya Efendimiz’in çocukluğunda ya da O’nu miraca hazırlama esnasında cereyan etti. Şöyle ki, kalbi yarıldı ve siyahımsı bir parça oradan alınıp atıldı. Bu müdahaleyi yapan gök sakinleri, o esnada birbirleriyle şöyle konuşuyorlardı: “İşte şeytanın O’ndaki nasibi budur!”132 (Yani artık O’nda şeytanın nasibi yoktur ve artık O’na şeytan temas edemeyecektir.)
Lümme-i şeytan, hakikat-i Ahmediye’den, âyân-ı sâbite keyfiyetiyle alınıp atılmış ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nazarı mütemadiyen Cenâb-ı Hakk’a müteveccih hâle getirilmişti. Bir başka ifade ile O’nun nazargâhı, hep ulûhiyet âlemi olmuştu…
b. İnsanın Cibillî Düşmanı
Şeytan, insanın cibillî düşmanıdır ve insanı takva libâsından etmek için elinden gelen her şeyi yapar. Bu ise insanın Allah’tan uzaklaşması demektir. Herhâlde bir insanın bu hâle düşmesi, şeytanı sevince boğar. Kur’ân, bu mevzuda bizi uyarır ve dikkatli olmaya çağırır:
“Ey âdemoğulları! Şeytan ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennet’ten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve tayfası, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz, şeytanları inanmayanların dostları yaptık.”133
Şeytan durmadan sizin ayıp ve kusurlarınızla uğraşır ve hakkınızda ne planlar ne planlar çevirir. Ve tabiî en başta sizi takvadan uzaklaştırır. O sizi şehvetle vurduğu zaman yolların en kestirmesini bulmuş demektir. Zira şehvet, iradeyi gevşeten ve insanı şeytanın oyuncağı yapan en tehlikeli bir silahtır. O size daha pek çok hileyle yaklaşır ama siz bunları sezemezsiniz. Çünkü o sizi, sizin onu görmediğiniz yerlerden, yani size ait boşluklardan temâşâ eder.
Siz onun tayfasını da göremezsiniz; çünkü o ve kabilesi, sizin göremeyeceğiniz tabyalarda mevzilenmişlerdir. Hiç beklenmedik bir anda sızar gelir ve sizi kalblerinizden vururlar. Ayrıca âyette “Biz, şeytanları inanmayanların dostları yaptık.”134 buyrulmaktadır ki, insan, inancı nispetinde şeytana buğzeder ve ona karşı tavır alır. İnanç azaldıkça da şeytanla dostluk bağları kuvvet kazanır.
Öyle ise ey inananlar! Sakın şeytana kanmayın ve onun oyunlarına aldanmayın. Ortada kurtuluşa taşıyan bir sefine-i Nuh var; bu sefine, imandır, Rabb’e bağlılıktır. Ona binin ve şeytanî tayfların, şeytanî dalgaların sizi sizden uzaklaştırmasına meydan vermeyin! Zira onun dalgaları araya girerse kurtulamaz ve “Bugün kurtulan yoktur.”135 âyetinin şümulüne dahil olursunuz.
İşte, böyle bir akıbete düşmekten korkun, sahilden ayrılmayın ve ilk fırsatta sefineye girmeye bakın!. Yani sürçme ve düşmelerinizle, tevbe arasında öldürücü fasılalara takılmayın. Yani hemen istiğfar ve tevbeye koşun! Kalb ve kafanızı daima murâkabe altında tutun; tutun ki, şeytan ve avenesi o mahrem açıklarınızdan içinize sızmasınlar. Hatta hayallerinizi bile mutlaka korumaya çalışın ki, o, hayallerinizde size fısk kapılarını açmasın. Evet, ona böyle bir adım atma cesareti vermesin. Çünkü her adım bir başka adımla neticelenir ve sonunda şeytan da asıl istediğini elde etmiş olur.
Böyle bir şeyin olmaması için, şeytandan size bir dürtü geldiğinde, hemen istiaze edip kendinize geliniz ve Rabbiniz olan Allah’a sığınınız… İşte her zaman üzerinde durulacak yol budur ve Kur’ân size bu yolu salıklamaktadır. “Allah’tan korkanlar, kendilerine şeytandan gelen vesveseler dokunduğu zaman, (Allah’ı) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.”136
İşte bu, şeytandan gelebilecek herhangi bir esinti, tesir ve tayf karşısında takva dairesine girmiş insanların tavrıdır. Hayallerinizde olsun, az çizgiden çıkmanız ve istikametinizi koruyamamanız, sizi onların kuklası hâline getirir. Aksine, gönlünüz takvaya, gözleriniz de hakikate açık olursa, ilâhî sıyanet altında sayılırsınız. Evet, takva ehlinin kalbine, gönlüne ve kafasına şeytanın yol bulup girmesi mümkün değildir. O, olsa olsa onların ancak hayal harimlerinin dış avlusunda dolaşabilir.
c. Dört Cihetten Saldırması
Şeytanın, insanoğluna olan kin, nefret ve düşmanlığı, Rabbi karşısında da onu bir hayli küstah hâle getirmiştir. O, önce Rabbinden mühlet istemiş, mühletin verilmesi üzerine de, tuğyan ve küfrünü ilan etmiştir. Onun bu tavrını Kur’ân-ı Kerim şöyle nakleder:
“İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık and içerim ki, ben de onları saptırmak için, Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.”137
Şeytan, kendi gittiği ve insanları götürmek istediği yolun bâtıl olduğunu bilmekte ve yaptığı şeyleri bile bile yapmaktadır. Evet o, Cenâb-ı Hakk’a karşı, “Senin doğru yolunun üzerine oturacağım.” demektedir. Doğru yolun, ancak ilâhî yol olduğunu şeytan dahi tasdik etmekte ve bu ifadeleri ile, insanları saptırma işinden asla vazgeçmeyeceğini ilan etmektedir. İlan etmekte ve durmadan insanların gönüllerine vesveseler salmaktadır.
“Sonra onlara önlerinden geleceğim.”
Yani ileriye matuf, ahirete müteallik meselelerde onları tereddüt ve şüpheye düşüreceğim. Onları, ahirete, Cennet ve Cehennem’e inanmaz hâle getireceğim. Bu suretle de onlar, hayatlarını ahirete göre tanzim etmeyi düşünmeyecekler. Aradıkları her şeyi maddede arayacaklar. Hep birer maddeci, birer materyalist ve birer pragmatist olarak yaşayacaklar. Evet, onların ahirete karşı ümit ve iştiyaklarını söndürerek onları amelsiz, azimsiz yığınlar hâline getireceğim.
“Ve arkalarından geleceğim.”
Yani dünyanın devamlı ve sürekli olduğunu onlara telkin ederek içlerine tûl-i emel salacağım. Dünyada ebedî kalacak gibi hep çakırkeyf yaşayacaklar.. ve dünya nimetlerini onlara o kadar güzel göstereceğim ki, başka güzel tanımaz olacaklar.. tanımaz olacak, Ebedî Güzel’i ve ebedî güzellikleri görmek için içlerinde hiçbir rağbet kalmayacak.
“Ve sağlarından geleceğim.”
Yani yaptıkları hayırların içine dahi şeytanlık karıştıracağım. Hasenatlarını süslü püslü göstererek yaptıklarını bulandıracağım. Bazen de, iyiliğe giden yolları onlar için kapamaya çalışacağım. Ve bid’atleri yaygınlaştırmak suretiyle dinin ruhunu onlara unutturacağım. Küçük bir âdâp dahi kabul edilemeyecek fiilleri, onlara din diye kabul ettireceğim. Onlar da dediklerimi yapacak ve dinin temel prensiplerini ihmal veya terkte hiç mahzur görmeyecekler.
“Ve sollarından geleceğim.”
Yani bütün günah çeşitlerini onların üzerine salacak, bâtılı terğîb ve teşvik ederek her kötülük için onlara davetiyeler çıkaracağım. İçlerini gıdıklayarak, şehvetlerini tahrik edeceğim. Kadını erkeklere, erkekleri de kadınlara salarak onları kendi dünyalarında iffetsiz, ismetsiz ve tutarsız hâle getireceğim.
İmam Şakik, konuyla alâkalı olarak şu hususları kaydeder:
Her sabah şeytan, bana dört yanımdan, yani önümden, arkamdan, sağımdan ve solumdan gelir ve beni yoldan çıkarmaya çalışır. Önümden gelirken şöyle der: “Korkma! Allah Gafûr ve Rahîm’dir.” Ben de, ona: “Ben tevbe ile iman edip salih amel işleyenleri bağışlarım.”138 âyetini okurum.
Arkamdan gelirken, çocuğum olursa fakir kalacağımı söyler ve beni fakirlikle korkutmak ister. Ben de “Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı Allah’a aittir.”139 âyetini okurum.
Sağımdan gelirken medh ü senâ ile gelir. Ben de “Netice, Allah’tan korkanlarındır.”140 âyetini okurum.
Solumdan gelirken de şehevî şeylerle gelir. O zaman da “O gün onlarla arzuladıkları şeyler arasına perde çekilmiştir.”141 âyetini okurum. Ve bu mukabelelerle şeytanın şer ve vesvesesinden kurtulurum.142
Âyette dört cihetin zikri, şeytanın vesvese verme gayretindeki ciddiyete işaret içindir. Yani o, mümkün olan her cihetten geleceğini söylemektedir. Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) nakledilen şu hadis-i şerif de bunun tefsiri gibidir:
“Şeytan, âdemoğlu için İslâm yolunda oturur ve ‘Babalarının dinini terk mi edeceksin?’ der. O da şeytana isyan edip müslüman olur. Sonra hicret yolu üzerine oturur ve ‘Yerini yurdunu terk edersen garip kalırsın!’ der. Mü’min yine onu dinlemez ve hicret eder. Sonra cihad yolu üzerinde durur, o, muhacir mü’mine ‘Savaşa gidersen öldürülürsün, malını taksim, karını nikâh ederler!’ der. O bu son engeli de aşar ve yoluna devam eder.”143
İşte bu haber, şeytanın vesvese verme konusunda mümkün olan her yolu denediğini göstermektedir.
Dört cihetin zikredilip, üst ve altın zikredilmemesindeki hikmet ise, insanın ruhî saadetlerinin gitmesini tevlid edecek kuvvelerin, bedenin zikrolunan yerlerine yerleştirilmesi sebebiyledir.144
Ayrıca şöyle bir rivayet de vardır: Şeytan bu sözü söyleyip dört ciheti sayınca, melekler, insanlara acıyıp Cenâb-ı Hakk’a şu niyazda bulunurlar: “Ey Rabbimiz! Eğer şeytan onları bu dört cihetten istilaya kalkarsa insanlar nasıl kurtulacaklar?” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da onlara şu hitapta bulunur: “İnsan için iki yön kaldı: Üst ve alt. Saygı ile ellerini yukarıya doğru kaldırır; dua ve huşû ile alnını yere koyarak secde ederse, onun yetmiş senelik günahını affederim.”145
d. İnatçı ve Azgın Şeytan
Şeytanın Rabbine karşı tuğyanı, Nisâ sûre-i celilesinde şöyle anlatılır:
“Allah’a şirk koşanlar, Allah’ı bırakarak yalnız dişilere taparlar. Ve onlar böylece, inatçı ve azgın şeytandan başkasına tapmazlar. Allah onu lânetledi. O da, ‘Andolsun ki, Senin kullarından belirli bir pay edineceğim; elbette onları saptıracağım, her hâlde onları kuruntularla oyalayacağım; elbette onlara emredeceğim ve hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler.’ dedi. Ve artık kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost ve arkadaş edinirse her hâlde açık bir ziyana uğramıştır. Şeytan onlara vaadde bulunur, onları kuruntulara düşürür. Şeytan onlara kuru ve boş aldanma vaad eder.”146
Şimdi de, bu âyetten anlaşılması gereken bazı hususları kısaca izah edelim:
“Allah’a şirk koşanlar, Allah’ı bırakarak ancak dişilere dua ederler; dişileri çağırır ve Allah’ı (celle celâluhu) bırakır onlara kulluk yaparlar.”
Merhum Hamdi Yazır’ın bu âyetle ilgili tahlili fevkalâde güzeldir:
“Onların gönül verip yalvardıkları veya namına davet ettikleri mâbudları dişiler olur. Bunların nazarında ilâh mefhumu ve mâbud tasavvuru her şeyden evvel bir kadın hayalidir. Ve bunun içindir ki, putlarının ekserisi kadın suretinde ve kadın ismindedir. Bunlar nefislerinden başka bir fâil (yapıcı) görmek istemediklerinden, mâbudlarını müessir, hâkim ve faal olmak üzere değil, kendilerine itaat etmek mevkiinde bulunacak, hevalarına râm olacak dişi unsurlarda ve münfail (tesirde kalan) durumlarda ararlar. Ve bu hâlet-i ruhiyeden dolayıdır ki, bir işte kendilerine bir başkan seçecek olsalar, böyle yumuşakları ve âcizleri seçerler.
Müşrik ruhunun, mâbuddan gayesi kadındır. Onun nazarında taabbüdün en büyük misali kadına taabbüddür. O, bütün zevkini ve bütün ilhamını kadından almak ister, kadın zevki onun için en büyük lezzettir.
Onun bütün hülyalarının başında bir kadın hayali vardır. Ve bundan dolayı, her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Putların ve hele ekserisinin kadın ismiyle isimlendirilmiş olması da, böyle toplumlarda, kadına tapmanın ruhlara hâkim olmasından doğmuştur. Putların mevkii buna bir remiz ve bir timsal olmaktan ibarettir. Bu suretle fevkalâde veya muhayyel güzellerin resimleri genelleştirilerek, onların hayalleri karşısında diğer kadınlar tahkir edilecektir. Hatta en çirkin bir kadının, en güzel bir puttan daha kıymetli olması gerekirken, mâbudunu kadın telakki eden müşriklerin elinde hakikî kadınlar öyle aşağılık hâle getirilirler ki, hürmet şöyle dursun, onlar en basit insanî haklardan dahi mahrum edilirler.
İddiaya bakarsınız kadın her şeydir, tatbikata bakarsınız, kadın oyuncakların en sefili hâline gelmiştir. İşte bu, müşriklerin öyle bir dalâleti ve şeytanların öyle bir desisesidir ki, herhangi bir şeyi sevecek olsalar, ona mutlaka bir kadın imajı karıştırırlar. Güneşe taparlar, onu dişi tasavvur ederler; yıldıza taparlar, onu da dişi sayarlar; meleklere taparlar, onlara da -hâşâ- “Allah’ın kızları” derler.. der ve bu suretle bütün ibadet zevkini şehvette toplayıp, hak ve hakikatleri hayallere feda ederek, kadın hayalleri karşısında gerçek kadınları ayaklar altında süründürürler.
‘Ve onlar böylece, inatçı ve azgın şeytandan başkasına tapmazlar.’147 Bunu onlara yaptıran, o azgın şeytandır. Onların dişilere tapmaları ya şeytana tapmanın aynı veya mukaddimesi ya da neticesidir. Muhabbetlerinin en hâlisini Allah’a tahsis etmeyip de mecazî mahbuplara sarfedenler, şeytana aldanmaktan, şeytana kul olmaktan kurtulamazlar. Ve bu çizgideki ‘Kadınlar, şeytanın ağlarıdır.’148 denilmiştir. Şeytanlar başka yol ile aldatamadıklarını en çok böyle bir çelişki ağında çırpınan kadınla aldatırlar.”149
Bu mevzua işaretle Allah Resûlü: “Kadın şeytan suretinde gelir gider. Sizden birisi bir kadın görürse hemen hanımına dönsün. Bu hareket onun nefsindekini giderir.”150 buyurmaktadır. Ve yine Allah Resûlü, mü’minlerin, şeytanın bu tuzağına düşmemeleri için ikaz sadedinde şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin! Bir erkek yabancı bir kadınla baş başa kaldığında muhakkak üçüncüsü şeytandır.”151
Âyette şeytana, “hayır ile alâkası olmayan” anlamına gelen “merîd”152 denilmektedir. Türkçe’deki “meret” kelimesi, ihtimal bunun bozulmuş hâlidir. Aslında bu kelimenin kökünde “kaypaklık” mânâsı da vardır ki, şeytanın mümeyyiz hâllerinden birisi de işte bu kaypaklığıdır.
O merîd şeytan lânetlenince, Cenâb-ı Hakk’a karşı küstahça, hâlen veya kâlen beş hususu söylemiş ve bu suretle Allah’ın kullarına musallat olarak onlardan nasiplenmeye karar vermiştir. İşte bunlar şirkin başı ve sapıklığın da kaynağıdır.
Şeytan, Cenâb-ı Hakk’a karşı, insanları saptıracağını söyledikten sonra söze: “Her hâlde onları kuruntularla oyalayacağım.”153 şeklinde başlaması bize şunu anlatıyor ki; şeytanın insanları saptırmakta, onların kalblerine attığı ümniyeler kadar kuvvetli bir başka silahı yoktur. Diğer bir ifadeyle, şeytanın insanları saptırmakta en büyük ve en kuvvetli hilesi, kalblere attığı ümniyelerdir.
Ümniye; dipsiz emeller, boş ümitler, yalan sevdalar, bâtıl idealler ve mânâsız kuruntular demektir.
Ümniye, insanlarda iki şey meydana getirir: Hırs ve uzun emel. Bunlar, insanla beraber doğmuş bir çok kötü ahlâkın da menşei sayılan, hatta insanın ayrılmaz bir parçası olan öyle iki özelliktir ki Allah Resûlü: “Âdemoğlu ihtiyarlarken onda iki huy gençleşir: Hırs ve uzun emel.”154 buyurarak bu hakikati ifade etmektedir.
Hırs, iç huzursuzluk ve bir çok mânevî hastalığı da beraber getiren bir hastalıktır. Hırslı insan emeline nail olabilmek için, zamanla inandığı esaslardan dahi taviz verebilir. Uzun emel ise, insana ahireti unutturur.
Burada, asrımızda çok yaygın olan dünya ve ukbâda insana hiçbir fayda sağlamayacak mahiyetteki boş ideallerin, şeytanın telkini olduğunu belirtmekte fayda var.
İdealizm: Varlığın düşünceden ibaret olduğunu söyleyen ve onun felsefesini, bu temel üzerine yerleştiren bir görüşün adıdır. Bu felsefe umumî mânâda, her türlü varlığı, düşüncenin bir meyvesi ya da bizzat düşüncenin kendisi kabul eden bütün anlayışlara açıktır.
İdealizm, Yunanca “İdea” kelimesinden türetilmiştir. “İdea” ise, sinirlerin intibahı olmaksızın, kafada canlanan bir hayal ve bir imge (gerçekleşmesine imkân bulunmayan veya gerçekleşmesi çok güç olan düşünce) demektir. Bu mânâda ideacılığın kurucusu Antik Çağ Yunan filozofu Platon’dur.
İdealistler, bütün hakikatin aslının “benlik”te olduğunu kabul ettiklerinden, nefsin ümniyelerini, her hakikatin menşei gibi farz ederler. Bu faraziye sebebiyle de, tarihte muvaffak olmuş bütün büyük adamları idealci kabul etmektedirler.
Tabiî ki iş bu kadarla da kalmaz; ulûhiyet ve nübüvvete ait meseleleri de bu yanlış yolla hallettiklerini ifadeden de geri durmazlar. Peygamberi bile, bir gaye-i hayale bağlanmış, sonra da nübüvvet davasıyla ortaya atılmış bir idealist gibi göstermek isterler. Ne kadar ters bir yaklaşım! Oysaki Cenâb-ı Hak, bu mevzuda şöyle ferman etmektedir:
“(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir Resûl ve nebi göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini (peygamberlerin kalbinde ve zihninde) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki) kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir imtihan (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler.”155
Kur’ân-ı Kerim, bilhassa bu âyette, nübüvvet ve risaletin bir ümniye ve bir ideal işi olmadığını anlatmaktadır. Zaten konuştuğu zaman vahiyle konuşan bir nebiye, ümniye de yakışmaz. Zira nübüvvet, tamamen Allah’tandır. İdeallere ise şeytan karışabilir.
Onun için çekinmeden söyleyebiliriz ki, yüzde yüz masum ve yüzde yüz doğru hiçbir ideal yoktur. Zaten aksini kabul de, şeytanın bir başka oyunudur. Zira heves, bazen fikir suretinde görünebilir.
Şayet şeytan sağdan gelirse, bu ümniyeler din ve diyanet adına yapılır.. yapılır ve böylece nice sapık kuruntulara girilir. Bir mü’min için şeytanın en tehlikeli oyunu da, onun sağdan gelmesidir. Çünkü şimdiye kadar şeytanın bu oyunuyla, nice serkeş kendini veli ve nice sapık kendini beklenen son Mehdi zannetmiş.. yine nice yalancı, peygamberliğini ve nice firavun da ilâhlığını ilan etmiştir.
Zavallı insanlık, şimdiye kadar nice liderlerin arkasından sürüklendi ki, bunların ekserisi, yuları şeytanın elinde birer azgındı!
e. Hilkatin Değiştirilmesi
Kur’ân-ı Kerim, şeytanın, insana olan kin ve nefretini ve ondan intikam almak için daha neler yapabileceğini sık sık hatırlatır ve ona karşı tetikte olmamızı emreder. Geçen bölümden devam edegelen âyetler bunun en çarpıcı örneklerini teşkil eder:
“Elbette onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar.”156
Âyette geçen (فَلَيُبَتِّكُنَّ) “Betk”, kesmek demektir. Arap keskin kılıca “seyf-i betîk” der. Cahiliye devrinde, deve beş batın doğurur ve sonuncusu erkek olursa, o devenin kulaklarını yararlar ve ondan faydalanmayı kendilerine haram sayarlardı. Putlara kurban etmek için ayrılan develerin kulaklarının kesildiğini söyleyenler de vardır. Onların işledikleri bu şeyler apaçık bir isyan olmasına rağmen, bunu ibadet olsun diye yapıyor ve isyanlarını katlıyorlardı.157
“Ve yine onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler.”158
Bu âyette zikredilen değişikliğin neler olabileceği hakkında müfessirler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Biz, burada onların zikrettiklerini hulâsa etmenin yanında bazı mütemmim bilgiler de arz edeceğiz.
Bazılarına göre, Allah’ın yarattığını değiştirmekten maksat, Allah’ın dinini değiştirmektir. Bu görüş, Said b. Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Hasan, Dahhak, Mücahid, Süddî, Nehaî ve Katade gibi imamların görüşleridir.159 Böyle bir yaklaşımda iki mânâ söz konusudur:
Birincisi: Allah (celle celâluhu), insanları İslâm fıtratı üzerine yaratmıştır. Nitekim Allah Resûlü, “Her yeni doğan çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar.”160 buyurur. Cenâb-ı Hak, Âdem zürriyeti, birer zerre hâlindeyken, onları şahit tutmuş ve onlar da, Allah’ı Rab kabul edip şahit olmuşlardır. Demek oluyor ki, o gün Rablerine iman edip de daha sonra dünyada küfre girenler, Allah’ın yarattığı o ilk fıtratı bozmuş oluyorlar.
İkincisi: Allah’ın dinini değiştirmekten maksat, helâli haram, haramı helâl kılmaktır.
Diğer bazıları ise âyeti, zâhirî ve bâtınî bütün değişiklikler mânâsına tefsir edip açıklamışlardır. Biz de meselenin bu yönüne biraz daha ağırlık verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Dolayısıyla biraz meşgul olacağız.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), on şeyi fıtrattan sayar. Bunlar: “Bıyıkları kısaltmak, sakal bırakmak, misvak kullanmak, abdest alırken ağıza, burna suyu biraz fazlaca çekmek, tırnakları kesmek, parmak boğumlarını yıkamak, koltuk altı kıllarını almak, etek tıraşı olmak ve istinca etmek.”161
Evet, fıtrattan sayılan bu hususlar terke uğruyor veya aksi yapılıyorsa bilinmelidir ki, belli ölçüde şeytanın istekleri yerine getiriliyor ve Allah’ın vaz’ettiği fıtrîlik de tahribe uğruyor.
Değiştirme, ilk maddedeki sıfatın değiştirilmesini iktiza eder. Devamlı surette cismanî lezzetleri isteyen birinin, zamanla ruhî zevk ve lezzetlerden yüz çevirmesi kaçınılmaz olur. Böylece durmadan onun kalbinde fâni ve zâil şeylere alâka artar ve bâki şeylere karşı da azalır ki, bu da mânevî bir ölüm sürecinin başlaması demektir.
Bu artış ve azalış, gün gelir tamamen kalbî ve ruhî hayatı öldürür ki, artık o insan ahireti kat’iyen düşünemez. Buna karşılık dünya sevgisi de bir an bile hatırından çıkmaz. Gayrı, böyle birinin çalışması, dinlenmesi, durması, hâsılı bütün işleri hep dünya içindir. Bu hâl ise, bütün bir hilkatin ruh ve mânâsına dokunur.
Evet, beşer ruhu, cismaniyet âleminde bir yolcu olarak bulunmaktadır. Ötelere müteveccihtir. Şayet o, dönüş yerini unutur, fena ve zevali muhakkak ve mukadder olan mahsüsat âlemine ülfet ederse, içinde kendi de olan bir fıtratı darbelemiş olur.
“Yine onlara emredeceğim, Allah’ın yarattığını değiştirecekler.”162 âyetinde geçen hilkatin değiştirilmesine bir de, kadının erkekleşmesi ve erkeğin kadınlaşması mânâsı verilmektedir163 ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), birçok hadislerinde bunları lânetlemektedir.164
Bilhassa meseleye günümüzün problemi olması yönüyle baktığımızda buna hak vermemek mümkün değildir. Kadınlaşan erkekler, erkekleşen kadınlar; kadının kadınla, erkeğin erkekle hayat sürdürmesi gibi yürekler acısı ve yüz karası hâdiseler doğrudan doğruya şeytanın telkinlerinin tesirinde kalmadan başka bir şey değildir. Böyle bir inhiraf, şeytana, hiçbir asırda nasip olmamış büyüklükte ve ürperticiliktedir.
Bir kere daha hatırlatalım ki, şekli, mahiyeti ve ismi ne olursa olsun işlenen her tür yanlışlık, fıtratın bir buudunun değiştirilmesi mânâsına gelir. Bugün, bu mevzu ile alâkalı yüzlerce cilt kitap yazılmış ve yüzlerce insan fıtrattan inhiraf üzerine neler neler söylemiş, hatta kendilerine göre doğru veya doğruya yakın neticeler ortaya koymuşlardır ama, tatmin edici bir başarıya ulaşamamışlardır.
Dünya çapında yapılan istatistikler gün geçtikçe bu tür suçların artmakta olduğunu ve verilen aşırı serbestliğin bu olumsuz şeyleri daha da artırdığını göstermektedir. Şunu unutmamalıdır ki, bu konuda gösterilen müsamaha ve serbestî, aslında bu hususla alâkalı zaafı olan insanları birer cinsî sapık hâline getirmekten başka bir işe yaramamaktadır ve yaramayacaktır.
Yüzlerce misal gösteriyor ki, fıtrattan inhirafla şeytanın oyununa gelen insan, canavarlara rahmet okutacak derecede hayvanlaşır; hayır, hatta hayvanları dahi çok geride bırakır.
Nice milletler, bu fıtrattan ayrılışları yüzünden hep şeytana uymuşlar ve işledikleri cürüm sebebiyle de yerle bir edilmişlerdir. İşte Pompei, Sodom, Gomore ve Ahkâf ve işte fosilleşen insanları!..
Şeytan, insana sürekli önden, arkadan, sağdan ve soldan çeşitli telkin ve desiselerle gelerek, onu hak yoldan saptırmak; ümniyelere çekmek ve fıtratı terk ettirerek insanlıktan kaydırmak ister. Şeytanın bu oyununa düşen insan, hemen her zaman, ümniyelerle akıl ve fikrini, şehevî ve gadabî arzularına ulaştıracak sebep ve vasıtalar bulmakla onu meşgul eder; meşgul eder ve onu sürekli marazî bir ruh hâleti içinde tutmaya çalışır. Bu hastalık sebebiyle de, mukaddes saydığı duygu ve düşüncelerinden tavizler verir ki, bu da onun mânevî meshi ve deformasyonu demektir. Çok defa böyle bir değişimden geriye dönmek de mümkün olmayabilir.
Böyle biri, müspet yönlerinin noksanlaşması ve gitgide tükenmesi, menfî yönlerinin teşekkül ve gelişmesine sebebiyet vereceği için de, bir müddet sonra karşımıza tamamen değişmiş bir varlık olarak çıkacaktır. Bu değişiklik, ilk planda ferdin kendi ruhî bünyesinde olmasına rağmen; bu ikinci hâlet, onda ayrı bir dünya anlayışı doğuracaktır. Hayalinde kurduğu ve yaşatmaya çalıştığı bu dünyanın her türlü ölçüsü de, kendi müfekkiresinden doğan düşünceler olacaktır. Ve artık ona göre varlık, sadece onun düşündüklerinden veya düşünebildiklerinden ibarettir.
Evet, düşünce ve duyuşlar, değişik hâdiseler karşısında bazen aslî hüviyetinden çıkarak mahiyet değiştirir, hatta bazen kökten değişerek tamamen tanınmaz hâle gelir. Söylendiği zaman gözleri kıvılcımlandıran ve orijinalliği ile insanı hayran eden nice düşünce ve fikirler vardır ki, aksiyon hâline getirilmek istenildiğinde, havası alınmış balon gibi söner ve düşünce çöplüğüne atılır. Ve yine hayal gergefinde örülmüş nice çelikten düşünceler vardır ki, realite dünyasında bir dantelâya dönüşürler.
Bir de bütün güzellik ve cazibesi müphemliğine bağlı düşünce ve fikirler vardır. Bunlara, “ta baştan ölü doğmuş çocuklar” nazarıyla bakılabilir. “Doğmadan ölmek ve ölü olarak doğmak” İşte onların kaderi budur. Ne var ki, bu müphem ifadeler, filozof ağızlarda cazibeli hâle gelir ve bu düşük veya ölülerden cemiyete hayat getirmesi beklenir. Bu da, şeytanın bir başka hilesi ve aldatıcı düzenidir.
f. Şeytan ve Dostları
Yezid b. Umeyre anlatıyor: Bir gün Muaz b. Cebel (radıyallâhu anh) kendisini dinlemekte olan, benim de aralarında bulunduğum cemaatine şunları söylemişti:
“Önünüzde öyle fitneler var ki, o gün mal çoğalır; Kur’ân’ın sırları saçılır. Mü’min-münafık, erkek-kadın, büyük-küçük, hür-köle herkes Kur’ân’dan bir şeyler alır. Ondan sonra da adam şöyle demeye başlar:
‘Ne oluyor bu insanlara ki, Kur’ân okuyup bildiğim hâlde bana tâbi olmuyorlar? Herhâlde yeni şeyler icat etmedikçe onlar bana tâbi olmayacaklar. Öyleyse bunların karşısına Kur’ân’dan başka bir şeylerle çıkmalıyım!’
Dikkat edin! Her türlü bid’attan kaçının! Zira her bid’at dalâlettir. Sizi filozofların saptırmasından sakındırırım. Çünkü şeytan sapıklığa ait sözleri filozofların ağızlarıyla söyler. Bazen de bir münafık hakkı konuşabilir…”
Muaz b. Cebel’in bu sözleri üzerine: “Nasıl olur da, bilgin ve filozof sapık sözler söyler ve münafık hakkı konuşur?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:
“Evet, ‘Acaba ne demek istedi?’ dediğin zaman en meşhur filozof ve bilginlerin sözünden dahi kaçın. Ve hak söylendiğinde onu hemen al! Hakkın üstünde daima parlayan bir nur vardır…”165
Ruhun şâd olsun ey büyük fakih, büyük sahabi ve ey Allah Resûlü’nün sadık tilmizi!. Günümüzün sapıkları ve insanları saptıran filozofları ancak bu veciz ifadelerle anlatılabilirdi!.
Şeytan günahları süslü gösterir. Her günah ise bir başka günaha davetiye demektir. İlkine kanan ve günaha ilk adımını atan insan, ard arda adımlarla âdeta o günahla bütünleşir ve bir daha da geri durması zor olur. Zaten şeytanın istediği de budur.. ve bütün bunları Kur’ân-ı Kerim şöyle dile getirmektedir:
“Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiğinde bari boyun eğselerdi! Ne var ki onların kalbleri katılaştıkça katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi.”166
Yani, iki ayakları bir kaba girdiği, dinsizler kayyim gibi başlarına dikildiği ve onları İslâm’ı yaşama şansından mahrum bıraktıkları, hak ve hakikatleri anlatmayı yasaklayıp, hakkı neşredenleri takip ve tarassuta tâbi tuttukları zaman.. evet, hiç olmazsa bu durumda Allah’a karşı tazarru, niyaz ve yalvarışa geçebilselerdi!..
Evet, hiç olmazsa hâdiselerin böyle aleyhlerine işlediği ve her şeyin onları çepeçevre kuşattığı hengâmede, onların, teveccühle gerilmeleri ve kendilerini rahmetin kucağına salmaları gerekmez miydi? Ama ne gezer!. Kalbleri karardıkça karardı ve hissiyatları bütün bütün köreldi.. her şeyle beraberken yalnızdılar.. Cenâb-ı Hakk’a kurbiyetleri yoktu ki, hayatları bu yakınlığa göre düzene girsin.. ve tabiî bu arada şeytan da onlara durmadan yaptıklarını süslü gösteriyordu.. onlar da buna kanarak, yaptıklarını doğru ve güzel zannediyorlardı. Bu da, onların gafletlerine gaflet katıyordu. Rahat ve rehavet içinde dopdolu mideleri, lüks hayatları, sefahat dolu yaşantıları, uyanıp kendilerine gelmelerine mâni oluyordu.
Evet, bol nimet onları azdırıyor, musibet ve darlık ise onları Cenâb-ı Hakk’a karşı küskünlüğe itiyordu. Nebilerin, velilerin ses ve solukları da onları uyarmaya, kendilerine getirmeye yetmiyordu. Çünkü günahları hep bir başka günah doğuruyor, onlar da bu günahlar içinde bocalayıp duruyorlardı.. ve bu, onlar için beklenen bir neticeydi:
“İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri, yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytan yoldan kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, Halîm’dir.”167
Uhud muharebesi münasebetiyle nazil olan bu âyet, esasen sırlı bir vak’anın raporu mahiyetindedir. Uhud’da okçuların yerlerini terk etmeleri, daha sonra umumî ric’ate sebebiyet verecek kadar sarsıntılı olmuştu. Hele, Allah Resûlü’nün öldürüldüğü şayiasının duyulmasıyla ortalık iyice birbirine karışmıştı. Bazıları harbi bırakarak, bazıları da gidenleri geri çevirmek ve işe vaziyet etmek üzere ta Medine’ye kadar gitmişlerdi.
Bu umumî hengâmede Allah Resûlü’nün yanından ayrılmayıp sebat eden ve kütükte et gibi doğranan sahabe sayısı da az değildi. Hele bir Enes b. Nadr (radıyallâhu anh) vardı ki, o gün tam bir destan adam olmuştu. “Allah Resûlü’nün öldüğü yerde siz niye yaşıyorsunuz!?”168 diyor ve düşmanla savaşıyordu. Mus’ab (radıyallâhu anh), o günün dasitanî kahramanlarındandı; kolunu kanadını vermiş ve ölümsüzlüğe ermişti.169 Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) durumu da tasvirleri aşkındı; ama bütün bunlara rağmen (gönlümüz razı olmasa dahi) “O gün bir bozgun yaşanmıştı.” demek zorundayız.
Neydi bu bozguna sebebiyet veren şey? Sahabenin ayaklarını kaydıran, o ürperten saik neydi? Nasıl olmuştu da o dev insanlar arasında böyle bir sarsıntı meydana gelmişti? İşte meselenin bu önemli noktasına Kur’ân-ı Kerim: “Daha önceki bazı işlerinden dolayı.”170 diye işaret etmektedir.
Bedir’den sonra ufukta yeni bir muharebe görününce, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmayı yeğledi. Gördüğü bir rüya da bu kanaati teyit ediyordu. Ne var ki, sahabede ağır basan görüş, taarruz ve meydan muharebesi şeklindeydi. Efendimiz, istişarenin hakkını vererek onların isteklerini kabullendi.
Esasen O, bu davranışı ile bizlere örnek oluyordu. Yoksa O’nun gibi vahiyle müeyyet, şanı yüce bir Nebi’nin insanlarla istişareye hiç mi hiç ihtiyacı yoktu. O, yapacağını yapmıştı; gerisi ashabına kalıyordu. Ne var ki bazı sahabe, ruhlarında civanmertlikleri, emir dinlemedeki inceliği tam sezememeye iktiran edince içtihadî yanlışlığa girilmişti ki, âyette anlatılan da işte buydu.
Evet, sahabe, bu davranışıyla bir zelle işlemişti. Onlar mukarrabînden oldukları için bu zelle, onlar için bir günah sayılırdı. Bu günah daha sonra bir başka zelleye yol açacaktı ki, o da, harp meydanını terk etme cürmüydü. Ancak, Allah lütfetti, kısır döngüyü kırdı ve onları yeni bir hayırlar yoluna yönlendirdi.. yönlendirdi de Allah Resûlü, Uhud’dan kan revan içinde dönerken düşmanın takip edileceğini ilan etti. Ve “Dün benimle beraber Uhud’da bulunanlar hazır olsun!” buyurdu. Kolu kanadı kırık ve mecruh sahabe, hemen Allah Resûlü’nün etrafında toplanıverdi. Bu, tıpkı Hz. Âdem’in sürçtükten sonra kendine gelip tevbe etmesi gibi bir şeydi.
Müşrikler Müslümanların yeniden taarruza geçtiklerini duyunca kendilerini Mekke’ye zor atmışlardı.. ve Müslümanlar için hezimet zafere dönmüştü.171
Evet, tevbesini böyle yapabilen Müslümanların galebe çalmaları mutaddır. Bir kere daha sahabe şuuru, şeytanın oyunlarını ters yüz ediyordu. Onlar, hatalarını anladıklarında, süratle hatadan dönen insanlardı. Böyle idiler ve günahın temadi edip gitmesine meydan vermemişlerdi. Eğer canlarını bezletme pahasına tevbe atmosferine girmeselerdi, elbette her günah bir başka günah tevlit edecekti ki, bu da onların bitip tükenmesi demekti. Allah Resûlü’nün kararlılığıydı ki, onları böyle bir akıbetten kurtarmıştı. Düşmanı takip mevzuunda ağır yaralı birkaç sahabi belki tereddüt geçirmişti ama, Allah Resûlü de yaralı idi. Evet, O da herkes gibi kan revan içindeydi.
Ve O’nun âdeta “Hiç kimse gelmese tek başıma yine gideceğim!” dercesine kararlılığı, arkadaşlarını harekete geçirmeye yetmişti ve herkes Allah Resûlü’nün arkasındaydı. Düşmanın Mekke’ye vardığından emin oluncaya kadar takip işi devam etti. İçlerinden hiç kimse takılıp yolda kalmadı. Zaten sahabi ruhu taşıyan birinin yolda takılıp kalması da söz konusu olamazdı. Şüphesiz yolda kalmak, bir korkak işi ve korku da bir şeytan hilesidir. Ama şeytan kimin yüreğine korku verir? Âyet bu konuda şöyle der: “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur.”172 korkutur ama, devamında Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şu hâlde, eğer mü’min iseniz onlardan değil, sadece Ben’den korkun.”173
“Allah insanlardan bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstehak oldu. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.”174
Üzerlerine dalâletin hak olmasında ve ebediyen dalâlette bırakılmalarında böyle bir zannın önemi büyüktür. Böyle bir zanları olmasa idi, ihtimal, dalâlet üzerlerine hak olmaz ve hidayete ermiş olurlardı.
Sapık insanlar, şeytanları dost edinince, hep onun bu oyununa kanarlar. Şeytan onlara suret-i haktan görünür. Onlar da, kendilerini hak yol üzerinde sanır ve dalâlete müstehak olurlar.
g. Sinsi Şeytan
Şeytanın insana sızması sessizdir. O gelirken, ben geliyorum diyerek gelmez. Ama az dikkat etsek, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatımızın bütün koridorlarında onun ve avenelerinin ayak izlerini görebiliriz. Onun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim, bize çeşitli vesilelerle şeytanı izlemeden kaçınmamızı ihtar eder. Kur’ân’ın kullandığı ifadeler aynı zamanda şeytanın her yerde dolaşabildiğini de vurgular. Meselâ bir âyette şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yiyin.. ve sakın şeytanın arkasına düşmeyin! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır. O size daima kötülük ve çirkin iş yapmanızı, Allah katında bilmediğiniz şeyler söylemenizi emreder.”175
Bu âyetler tahlil edildiğinde bize şu mesajların verildiğini görürüz:
Ey insanlar! Helâl ve hoş olan şeylerden yiyin, istifade edin. Ama sakın tüketimde ifrat veya tefrite düşmeyin. Yani israf ve tebzirle şeytanın arkasına düşüp adım adım onu takip etmeyin. Evet, helâl malları kullanırken dahi, hududu aşıp israfa girmeyin ve hele Cenâb-ı Hakk’ın haram dediği sınıra sakın ve sakın yaklaşmayın.. ve tabiî faize bulaşmayın, rüşveti yanınıza yanaştırmayın.
Unutmayın ki, eğer vücudunuzda haramdan meydana gelmiş bir parça varsa onu ancak Cehennem temizler. Ayrıca, tefrite düşerek helâlleri de haram saymayın ki, bu, şeytanı izlemek demektir. O hâlde siz sakın şeytana uyup onun izinde yürümeyin. Ve hele sakın onun izinde olduğunuzu iftihar vesilesi saymayın. Şu kâfir, bu mülhitle beraberliğe düşmeyin. Şimdiye kadar niceleri onun oyununa geldi ve neticede de helâk olup gittiler. Zaten şeytana uyanlar her zaman helâk olmaya mahkûmdurlar.
Onun için “Ey mü’minler! Topluca silme (İslâm’a) girin ve sakın şeytanın adımlarına tâbi olmayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”176
O ki, size her zaman fuhşu ve Allah’ın çirkin gördüğü diğer şeyleri emreder.. emreder ve sizden onları yapmanızı ister. Bir de o size Allah hakkında uygunsuz sözler söylemenizi telkin eder. Bu mânâda onu dinlemek ve hele onu adım adım izlemek bir küfürdür. Küfür ise ebedî helâk demektir. İşte şeytanın dostluğu ve bu dostluğun kötü akıbeti! Kur’ân, ahirette insanlara şöyle deneceğini hatırlatır:
“Ey âdemoğulları! Size ‘Şeytana tapmayın çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır.’ demedim mi? Ve ‘Bana kulluk yapın, doğru yol budur.’ demedim mi? Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”177
Yani Allah, sizden vicdanlarınızı şahit tutarak söz aldı. Siz de, O’ndan başkasına kul olmayacağınıza dair O’na söz verdiniz; verdiniz ama, sözünüzde durmadınız ve şeytana kul köle oldunuz. Adım adım onu takip ettiniz. Şimdi, bütün bu yanlışlıkların sebebiyet verdiği akıbeti görünüz ve hasret içinde kalınız.! Yoksa, şeytanın size yardım edeceğini mi zannediyorsunuz? Hayır, yanılıyorsunuz.
İşte Kur’ân’ın ifadesiyle onun size diyeceği şeyler:
“İş bitirildikten (hüküm verildikten) sonra şeytan onlara şöyle dedi: ‘Allah size gerçek vaad etti, ben de size vaad ettim ama ben sözümden caydım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (küfür ve isyana) davet ettim. Siz de benim davetime hemen koştunuz. O hâlde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben, önceden beni Allah’a ortak koşmanızı da zaten reddetmiştim. Şüphesiz zalimler için acı bir azap vardır.’”178
Şimdi mühim olan, bu akıbeti dünyada iken görmektir. Yoksa ötede nedamet fayda vermeyecektir. Çünkü o gün herkes kendi başının çaresine düşecek ve kimsenin kimseye hiçbir faydası olmayacaktır. Dudaklardan “Nefsî, nefsî!” dökülecektir ama, neye yarar ki.! Bir kere şeytana uyuldu. O şeytan dünyada iken ahirette olacakları inkâr etmiş ve dostlarına da inkâr ettirmişti. Zaten inkâr, şeytanın değişmeyen karakteridir.
h. Şeytan ve İnkârcılığı
“İkiyüzlülerin (münafıkların) durumu, insana ‘İnkâr et!’ deyip, insan da inkâr edince, ‘Doğrusu ben senden uzağım; âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ diyen şeytanın durumu gibidir.”179
Bu âyette münafık, davranışlarıyla şeytana benzetilmiştir. Durumuna muttali olabileceğimiz münafığın, hâline muttali olamayacağımız şeytana benzetilmesi, küfrü telkinde şeytan, gözle görülmediği hâlde münafıktan daha açık ve seçik bir şekilde müşâhede edilebileceğine işaret vardır. Bu neticeye; “Benzetilenin, benzeyenden daha zâhir olması gerekir.” kaidesinden hareketle varıyoruz.
Şeytanın insanı küfre götürmesi, çeşitli yollarla olur. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
aa. Şeytan, kâfiri azdırdıkça azdırır. Bu da onun dünya hayatında küfrünün devamına sebep olur ve artık bir türlü hakikate yol bulamaz.
“(Resûlüm!) Görmedin mi? Biz, kâfirlerin üzerine, kendilerini iyice (isyankârlığa) sevk eden şeytanları gönderdik. Öyle ise onlar hakkında (yok olmaları konusunda) acele etme. Biz onlar için (günlerini) teker teker sayıyoruz.”180 âyeti, böyle uğursuz bir süreci işaretler.
bb. Her günahta küfre giden bir yol vardır. Şeytan nice büyük günahları ehemmiyetsiz göstererek insanları günaha sevk eder. Hatta bazen de bu günahlardan sadece birisi bile ona ebedî Cehennem’i kazandırabilir. Bu da, şeytanın ayrı bir tuzağıdır ki şu âyet de bunu ifade eder:
“Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, (bu işi yapmaya) şeytan sürüklemiş ve (büyük günahları ehemmiyetsiz göstererek) onlara ümit vermiştir.”181
cc. Varlığa, Allah hesabına bakıp ondan ibret almak gerekirken, şeytan, insanlara bunu unutturmuş ve bu yolla nicelerini kendisiyle beraber Cehennem’e sürüklemiştir.
“Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah’ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin ki, şeytanın taraftarları hep hüsrandadırlar.”182
Nerede ve hangi mevkide olursa olsun, Allah’ın unutulduğu her yer ve Allah’ı unutan herkes, belli ölçüde şeytanla bir dostluk içindedir. Allah’ı unutmak, şeytanla kontak kurmaya bir sebep ve o da ötekine bir netice gibidir. Bu uğursuz dostluk, ahiret âlemine kadar devam eder.. ve meyvesini de orada verir:
“Kim Rahmân’ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkorlar. Bunlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. O şeytan dostu kimse, en sonunda Bize gelince arkadaşına: ‘Keşke benimle senin aranda, doğu ile batı arasındaki kadar uzaklık olsaydı, sen ne kötü arkadaş imişsin!’ der. Zulmettiğiniz için bugün (nedamet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.”183
dd. Şeytanın insanı küfre sürükleme yollarından biri de, onu şüphe ve tereddüde sürükleyebilecek sorulardır. Kalbten geçen bu sorular, hiç şüphesiz şeytanın vesvesesi ile meydana gelmektedir. Bu istifhamların, desise olarak en şedit gibi olanını, bizzat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize şöyle haber vermiştir:
“Şeytan sizden birinize gelerek ‘Filan ve filan şeyi kim yarattı?’ der. Daha sonra da ‘Allah’ı kim yarattı?’ vesvesesini kalbinize atar. İş bu dereceye varınca o kimse hemen Allah’a sığınıp o düşünceden uzaklaşsın!”184 Bazı rivayetlerde “Allah’a iman ettim, deyiversin.”185 ilâvesi de vardır.
Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd’un bazı lafız farklılıklarıyla rivayet ettikleri bu hadiste, şeytanın sualini bir vesvese şeklinde “Allah’ı kim yarattı?” diyecek kadar ileri götüreceği, böyle bir vaziyet karşısında “Allah’a iman ettim.” diyerek o vesveseyi derhal terk etmek gerektiği hususu anlatılmaktadır ki, bu hadisin mevzuu, her devirden ziyade günümüzü alâkadar etmektedir. Çünkü bu soru, her devirden daha çok günümüzde söz konudur.
Yukarıdaki hadisin, Hz. Ebû Hüreyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir başka şekli de şöyledir: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “İnsanlar size mutlaka her şeyi soracaklar. Hatta bir gün ‘Her şeyi Allah yarattı, pekâlâ Allah’ı kim yarattı?’ diyeceklerdir.”
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), bu hadisi rivayet ettikten sonra bir zatın elinden tutarak: “Allah Resûlü doğru söylemiştir. Hakikaten bana şimdiye kadar iki kişi bu soruyu sordu.” demiştir.186
Burada her iki hadisten de anlaşılan o ki, insî ve cinnî şeytanlar, eskiden beri hep bu gibi vesveselerle mü’minleri idlâle çalışmışlar ancak bu mesele en yaygın ve en müessir hâlini şimdilerde almıştır. Onun için, biraz da günümüzün ilcaatına göre herkese orijinal gibi gelen bu sual, aslında demode olmuş safsatalardan biridir ve kayda değer hiçbir yanı da yoktur.
Şu kadar var ki, ben bu soruyu da yine, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinin bir alâmeti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbarın tahakkuku karşısında boynumu büküp “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” diyerek şehadet ediyorum. Evet, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın şerefli bir elçisidir. Kıyamete kadar olup bitecek her şeyi, âdeta bir televizyon ekranında görüyor gibi seyretmiş ve söylemiş; mevsimi gelince söylediği her şey dosdoğru çıkmıştır.
Evet, daha sonra meydana gelecek hâdiseler hakkında verdiği hükümler ve söylediği şeyler, o kadar isabetlidir ki, yeri geldiği zaman hepsi aynı aynına zuhur etmiştir. İşte bu da, onlardan biridir. Fakir, bu soru bana tevcih edildiği zaman, kendi kendime düşündüm ve “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah, nasıl da, görüyor ve söylüyorsun!.” diyerek tasdiklerimi ifade ettim.
Evet, şu, nefisleri ve enaniyetleri firavunlaşmış, sebeplere ulûhiyet isnat eden ve her şeyi tabiat kanunlarıyla izaha kalkışan bugünkü insanların idraksizliğini, düşünce sefaletini bundan daha güzel ifade mümkün olamazdı!
Meselenin aslına gelince, bu da, inkârcıların ortaya attıkları diğer sorular gibi bir soruydu. Çok defa körpe dimağlar bu türlü soruların altında kalıp ezilecekti. Zira onlar, nâmütenâhîliği anlayamayacak; dolayısıyla da sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifade edip etmemesini kat’iyen kavrayamayacaklardı…
Bundan ötürü de tereddüde düşerek ve Allah’ı da sebeplerden herhangi bir sebep zannederek, mutlaka O’nu da meydana getirecek bir sebebin olması gerektiğini düşünerek içinden çıkılmaz bir kısım fasit daireler içinde bocalayıp duracaklardı. Bu, bir yanlış kanaatti ve kanaatin temelinde de Yaratan’ın hakikatiyle alâkalı bilgi eksikliği vardı. Hâlbuki Allah (celle celâluhu), Müsebbibü’l-Esbâb’dır; varlığının evveli yoktur ve mevcudiyeti, idrak üstüdür.
Bugüne kadar kelâmcılar, sebeplerin böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini, belli usûllerle ortaya koyarak sürekli “Müsebbibü’l-Esbâb” olan Allah’ın varlığını isbata çalışmışlardır. Onların bu husustaki düşüncelerinin hulâsasını şöyle ifade etmek mümkündür:
Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mahiyetini bilmemenin ve Yaratıcı’dan gafil olmanın ifadesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir kısım sebepler zincirinden ibaret olduğuna ihtimal vermek doğru değildir. Böyle bir şeyi ihtimal dahilinde görmek bile, sırf bir aldanmışlıktır. Meselâ: Yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe; hava, su ve güneş de oksijen, hidrojen, karbon, azot… gibi bir kısım madde parçacıklarına bağlı olsun.. bu madde parçaları da, daha küçüklere ve onlar da, kendilerinden daha küçüklere… Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimal vermek ve eşyanın varlığının bu yolla izah edileceğine inanmak, bir aldanma ve mugalâtadır. Hele bir yerde, bunun karşısına bir de antiatom çıkıyor ve metafizik, fiziğe galebe çalıyorsa… Ve hele ilk ve son bütün sebepler fevkalâde âhenk içinde birer kanun, birer memur gibi hareket ediyorlarsa!..
Evet, “Şu şundan, şu şundan, şu da şundan… meydana geldi.” gibi sözlerle eşyanın varlığını bir teselsül içinde sebeplerle izaha kalkışmak, herhangi bir meseleyi halletmediği gibi, aksine, her şeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zira böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı “Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan…” düşüncesinin “ilelebet” sürüp gideceğine inanmak gibi bir safsataya benzer ki, bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz O Ezelî Zât’a vereceğimiz âna kadar, iddialar, tutarsız birer faraziye olmadan öte hiçbir şey ifade etmez.
Bütün mevcudat, varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcı’ya isnat edildiği takdirde ise, mesele birden aydınlığa kavuşur. Ve artık ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında da fark kalmaz.
Bunu böyle kabul etmeyip de “O ondan, o da ondan…” demekle hiçbir şeye aydınlık getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber yeni bir kısım istifhamlar da ortaya çıkabilecektir. Meselâ, yağmur buluta bağlı; bulut zâit-nâkıs (artı-eksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hâdisesine, o da suların mevcudiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara… Böylece belki, sebepler zinciri, birkaç adım daha ilerleyerek devam edecek ama, durduğu yerde insan yine “Şöyle de olabilir, böyle de…” diyerek, kendini faraziyelerin ağında hissedecek ve onlarla tatmin olmaya çalışacaktır.
Bu ise, fevkalâde bir nizam, bir âhenk ve birbiriyle münasebet içinde, her şeye hâkim bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı, çocuk hezeyanlarıyla izah etmeye kalkışmak ve ilimlerin ufkunu, hedefini daraltmak ve karartmak demektir. Oysaki, her netice için mutlaka mâkul bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayri mâkul ve gayri mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi ve uzayıp gitmenin kerameti olarak da bunun mâkul hâle geleceğini düşünmek, imkânsızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.
Şimdi bir örnekle, bu hususu biraz daha aydınlatmaya çalışalım. Meselâ ben, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorum. Bu sandalye, düşmemesi için kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış.. o da bir başkasına.. böylece devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekânlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılıncaya kadar, işin zincirleme uzayıp gitmesi meseleye bir çözüm getiremeyecektir.
Ayrı bir misal: Elimizde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza getirilmedikten sonra, mücerret sıfırların çoğaltılması kat’iyen ona bir değer kazandırmayacaktır.. evet, trilyon defa trilyon sıfırlar peşi peşine sıralansa dahi, kıymeti yine sıfır olacaktır.. aksine bu sıfırların soluna bir rakam konduğunda, işte o zaman o sıfırlar da, soldaki rakama göre kıymet alacaktır. Bu, şu demektir:
Bir şeyin müstakillen varlığı yok ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmesi ve esas olması mümkün değildir. Evet, hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta âciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve aczi artırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki, -muhâlfarz- sebeplerin müdahalesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından “tenasüb-ü illiyet” prensibine göre, sebeple netice arasında mâkul bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, -meselâ- yerkürenin hayata müsait hâle gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, her şeye, hem de mâkul ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebebe ihtiyaç vardır.
Oysaki, küreiarzın hâlihazırdaki durumundan yani, hızı, güneşe olan mesafesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli, atmosferi teşkil eden gazların ihtiva ettiği maslahatlar gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebatat örtüsüne, denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgârlar ve onların yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüz binlerce hâdise, öyle bir âhenk içinde cereyan etmektedir ki, bütün bunları kör-sağır sebeplere ve serseri tesadüflere havale etmek, aklın kendi kendini nakzetmesi ve çürütmesi demektir.
Vâkıa, bu hususta, kelâmcıların “devir ve teselsül” yoluyla bütün sebepleri kesip attıktan sonra, işi Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’a ulaştırıp sonra da her şeye “mümkinü’l-vücud” demelerine karşılık, bütün sebeplerin, bütün illetlerin gidip O’na dayandığı Zât’a “Vacibü’l-Vücud” diyerek tevhide bir kısım menfezler açmış iseler de, onların elde ettikleri neticeyi daha selâmetli bir yoldan elde etmek de her zaman mümkündür.
Evet, Yüce Yaratıcı’nın her eserinde kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, O’nun varlığına bir değil, binlerce delildir. Ayrıca ilimlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde her fen, kendine has diliyle O’nun varlığını ilan etmekte ve her hâliyle O’nu haykırmaktadır.
Büyük-küçük, canlı-cansız bütün mevcudatı var eden Hz. Allah’tır (celle celâluhu). Yaratılan her şey âciz ve başka birine muhtaç; O ise, varlığı kendinden olan ve kimseye muhtaç bulunmayan Ganiyy-i ale’l-ıtlak’tır. Evet, her şey gidip O’na dayanmakta ve izah edilemeyecek gibi görünen ne varsa hep O’nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O.. varlığı devam ettiren O.. çeken O.. iten O ve her şeyi bir hedefe doğru götüren de yine O’dur.. ve O’ndan öte bir şey yoktur ki, O’na da sebep aransın!..
Müsaadenizle bunu da bir iki basit misalle biraz daha açmayı düşünüyorum. Meselâ, vücudumu ayaklarım taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık böyle mâkul bir taşıyıcı bulduktan sonra, bunun ötesinde yeni sebepler aramaya –zannediyorum- gerek yoktur. Hem meselâ, trenin en arkadaki vagonu, onun önündekini hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanıyor ki biz ona, kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle “Kendi kendine hareket ediyor.” deriz.
Verilen bu misaller, Allah’ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten örneklerdir. Ne var ki, durmadan lokomotif değiştirenler bir noktada tıkanıp kalacak ve o noktada sebeplerin de bitip tükendiğini anlayacaklardır.
Burada zihinleri bulandıran bir diğer mesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezelî görmesi, daha sonra da rakamlarla izah edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere “olabilir” ihtimalini vermesidir.
Bir kere “ezel”, geçmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Öyle ki zamanlar, katrilyon defa katrilyon seneleriyle ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysaki, sebeplerin teselsülünde esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması ki, bugün hemen herkes tarafından bilinip kabul edilmektedir. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden güneşteki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki geçerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dair yıldızlar cesametinde ve güneşler parlaklığında bin bir mesajdır. Sonu olan her şeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münakaşa yapılmayacak kadar açık ve bedîhîdir.
Binaenaleyh her şey, başlangıçta varlığa mazhariyetiyle Yaradan’ı anlattığı gibi, sönüp gitmesiyle de O’nun evvel ve âhiri olmadığına delâlet etmektedir. Zira, başlangıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabiî olduğu kadar, evveli olmayanın, âhirinin de olmayacağı zarurîdir. Onun içindir ki bizler, madde ve maddeden meydana gelen her şeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazarıyla bakarız. Ancak, kâinatın tedricî olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarını aldatabilecek mahiyette ve oldukça âhestedir. Ne var ki, yavaş yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar, bir gün büzüle-çekile mutlaka silinip gideceklerdir.
Evet, madde bugün var ise de -bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında- başkalaşmaya doğru gittiğinden de kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:
Farz edelim ki, İzmir’den kalkan bir tren, 50-55 km ötede bulunan Turgutlu istikametine doğru hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte 55 km’dir. Buna göre trenimiz bu mesafeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yürüyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürüyor. Buna göre, yolun henüz katedilmedik 27.5 km’lik mesafesi kalmıştır ki hızını yarıya düşüren tren bu 27.5 km’nin ancak yarısını yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden trenin yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte katedebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızını yarıya düşüren tren, Turgutlu’ya sonsuz diyebileceğimiz uzun bir zaman sonra ancak ulaşabilecektir. Hatta biz hiçbir zaman onun oraya varamayacağını bile zannedebiliriz.
Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilâle (dağılma) doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa, mutlaka tahakkuk edecektir ki, bu da “Varlığı Kendinden Olan’ın dışında her şey fenâ ve zeval bulup gidecek.” demektir.
Hâsılı, Allah bizzat vardır ve her şeyin yaratıcısıdır. O’na yaratılmışlık isnadı, Yaratıcı’yı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefaletidir. Bu türlü ürpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl bir tenakuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet, bugün artık bazı kimselerin kalkıp maddeye ezeliyet kesip biçmesi ve Zât-ı Ulûhiyet’i inkâr etmesi, oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.
Ne var ki, eşya ve hâdiselere gerektiği gibi nüfuz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin maruz kaldığı çözülüp dağılmayı, atomun içine düştüğü inhilâli, mânâ ve neticeleriyle sezip idrak edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsiz, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen, bir kısım safderun kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir. İşin doğrusunu, ilmi bütün eşyayı ihâta eden Zât-ı Ulûhiyet bilir.
i. Sapıklık ve Şeytan
“Allah insanlardan bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstahak oldu. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.”187
Üzerlerine dalâletin hak olmasında ve ebediyen dalâlette bırakılmalarında, böyle bir zannın önemi büyüktür. Böyle bir zanları olmasaydı, ihtimal, dalâlet üzerlerine hak olmaz ve hidayete ermiş olurlardı. Sapık insanlar, şeytanları dost edinince, hep onun bu oyununa kanarlar. Şeytan onlara suret-i haktan görünür, onlar da kendilerini hak yol üzerinde sanır ve dalâlete müstahak olurlar.
j. Açıklık ve Şeytan
“Ey âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi… İşte o daha hayırlıdır. Bu (nimetler) Allah’ın (kudretine delâlet eden) âyetlerdendir. Ola ki, onları düşünür de öğüt alırlar. Ey âdemoğulları! Şeytan utanç yerlerini kendilerine göstermek için, ilk ana-babanızın elbiselerini çekip almak suretiyle onları Cennet’ten çıkardığı gibi, sizi de fitneye sokup saptırmasın. Doğrusu o da, taraftarları da, sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz ki Biz, şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır.”188
Âdem ile Havva, Cennet’te mahfuz, mestur bir hâlde sakin iken, ayıp yerleri açılarak yeryüzüne geldikleri gibi, âdemoğullarından her biri de, ana rahminde mahfuz ve mestur olarak rızıklanıp dururken, çırılçıplak bu dünyaya gönderilir. Sonra da bazıları, ayıp yerlerini örtecek kadar sade şekilde, bazıları da kalite ve markaya önem verecek kadar ileri seviyede giyinip kuşanmaya imkân bulurlar.
Bu arada takva hissiyle giyinmek, yani Allah korkusu ve hayâ duygusuyla giyilen ve Allah’ın izniyle maddî ve mânevî ayıptan, fenalıktan, zarar ve tehlikelerden koruyacak olan korunma elbisesi, mutlak olarak hayırlıdır; hayrın ta kendisidir. Elbise nimetinden nimetlenmek ve istifade etmek de asıl bununla mümkün olmaktadır.
Kendilerinde takva hissi, hayâ duygusu ve Allah korkusu olanlar, çıplak kalsalar veya zorla çıplak bırakılsalar bile, en azından Âdem ile Havva’nın yapraklarla örtündükleri gibi avret yerlerini örtüp korurlar. Fakat kendilerinde bu his olmayan nasipsiz günahkârlar, ne kadar giyinseler de yine açılmaktan kurtulamazlar. Çünkü elbiseden esas maksat, mahrem yerleri örtmek, sıcak-soğuk ve eza veren hastalık sebeplerinden korunmak; düşmandan sakınmak ve nihayet hüsnü nazarı çekip kötü bakışları defederek, hiç kimsenin ne şehvetine ne de nefretine sebep olmadan gayet vakarlı, haysiyetli, onurlu ve güzel bir şekilde örtünmek iken, bunlar tam tersine, şehveti tahrik, kibir, gurur ve gösteriş için en fena yerlerini açarlar; açar ve çevrelerine fitne fücur tohumları saçarlar.
Onun için elbise, bizatihi hayır değildir. Asıl hayır olan elbise, takva elbisesidir ki, avret yerlerini örtmek ve namusunu muhafaza etmek için giyilir.
Âyetten de anlaşılıyor ki, bir insan için şeytanın fitnesinden ihtiraz ve içtinap mümkündür. Demek ki şeytan gözle görülmediği hâlde bile takva elbisesi, iman duygusu ve Allah korkusu, onun fitnesine en kuvvetli bir engel teşkil eder.
İnsan, iç ve dışıyla, madde ve mânâsıyla mücehhez olur. Bir insan takva elbisesini içinden ve dışından giyinmiş bulunursa, şeytan, onun görmediği tarafını gördüğü ve bildiği hâlde bile iğva edip aldatamaz.
k. Kötülük ve Şeytan
يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْأَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌإِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَۤاءِ وَأَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın. Zira o sizin için apaçık bir düşmandır. O size ancak kötülüğü, fuhşiyatı ve Allah’a, hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyi emreder.”189
Âyette üç tabir söz konusudur:
Birincisi, اَلسُّوءَ kelimesidir. İster kalbî ve isterse fiilî olsun bütün günahlar, bu kelimenin ifade ettiği mânâya dahildir.
İkincisi, اَلْفَحْشَۤاءَ kelimesidir. Kötülüklerin en çirkini ve işlenen günahı fâşedip yaymaktır.
Üçüncüsü, Allah hakkında bilmediği şeyleri konuşmaktır. Her hâlde fuhşun en çirkini de budur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı, lâyık olmayan vasıflarla vasıflandırmak, en büyük cürüm ve günahtır.
Şeytan, her zaman insanı küçük-büyük günahlara ve küfre davet eder. Veya başka bir ifadeyle, şeytanın davet ettiği hususların hepsi bu üç meselede toplanır. Bundan da anlaşılıyor ki, şeytan sadece kötülüğü emreder. Hatta bazen, davet ettiği şey zâhiren hayır gibi de görünebilir. Hâlbuki onun esas gayesi, bu hayrın arkasından tezgâhlamak istediği şerdir.
Burada, şeytanın bâtılı hak, şerri hayır gibi süsleyerek insanın hayal ve vehmine arz ile tehyiç ve teşviki, emre benzetilmiştir. Bu benzetmede, şeytanın vesvesesini kabul ile ona itaat eden insanların, şeytanın memurları ve teb’ası durumunda olduklarına işaret buyrulmuştur.
Beşer, Allah Teâlâ’nın zâtına ait hakikatleri bütünüyle ihata etmekten âciz ve düşünmekten memnudur. Nitekim Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), “Allah’ın zâtına ait sırlardan bahsetmek şirktir.” buyurmuştur. Şeytan ise, insanı bundan bahsetmeye teşvik eder ve böylece şeytanın bu oyununa gelen gafiller, vehim ve hayal ile nice nice sözler söylerler.
İlâhî hükümlerin neticeleriyle alâkalı bütün güzelliği ve yasaklanan şeylerin neticesindeki bütün çirkinlikleri anlayıp idrak etmek için, mevcut akıl ve kazanılan tecrübeler yeterli değildir. Durum böyle olmakla beraber şeytan, insanları bunlar hakkında da gönüllerine göre hükmetmeye teşvik eder. Onun teşvikine kanan ve aldanan zavallı, “Fenalık görmemek için fenalığı tecrübe etmek veya zehirin öldürücü olduğunu bilmek için ondan tatmak gerekir.” gibi akıl ve muhakemenin asla cevaz veremeyeceği pek çok mantıksızlığı birden irtikâp eder.
l. Haramlar ve Şeytan
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları, birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?”190
Kendisi pis olan şeytanın, amelleri de pistir. Zira şeytan, küfrün ta kendisidir. Âyette evvelâ şeytana ait dört pislik sayılmış daha sonra da sadece içki ve kumardan bahsedilip diğer ikisi mevzu edilmemiştir. Zira bu hitap, inananlaradır. Hâlbuki putlar ve fal okları kâfir amelidir. İman ehlinin bunları yapmayacağı, daha doğrusu bunlarla beraber imanın yan yana bulunmayacağı açıktır.
İnsanın ruhî hayatını ve bütün beşerin toplum hayatını bu dört pislikten temizlemedikçe, ne ferdin ne de cemiyetin temiz olması mümkün değildir. İçki masasında aklı, kumar masasında bütün varlığı ve mukaddesatı giden bir insanın, Cenâb-ı Hak’la bağlarını devam ettirebilmesine imkân yoktur. Evet, her iki masaya da dost olarak otursalar bile, şeytan, neticede onları birbirinin can düşmanı hâline getirir. Zira yenilmiş ve bütün varlığı elinden gitmiş bir kumarbazın, yenildiği şahsı sevmesini ve ona muhabbet duymasını düşünmek kadar bir aptallık tasavvur edilemez.
m. Umumî Belâlar ve Şeytan
“Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğip yola gelsinler diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık. Bari onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Ancak, kalbleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını cazip gösterdi. Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.”191
Âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak tarafından kendilerine peygamber gönderildiğinde ona inanıp tâbi olmadıkları gibi kendilerine ihtar mahiyetinde gelen değişik hâdiseleri de itibara almayan ümmetlerin ibretâmiz hâllerine dikkat çekilmekte ve âdeta şöyle buyrulmaktadır:
Başlarına gelen musibet ve belâlar, onları hak yola getireceğine, ellerini Yüceler Yücesi’ne kaldırıp yalvaracaklarına, kalbleri iyiden iyiye katılaşmış ve gidip şeytanın çizgisine girmişler; şeytan da yaptıklarını allayıp pullamış, onlara süslü göstermiştir ve böylece bu toplum helâk olup gitmiştir.
İkinci imtihan da, onlara dünya nimetleri bol bol verilmekle başlamıştır. Onlar da bu bolluk karşısında rahata, rehavete gömülmüş ve derken ilâhî gazabı hak etmişlerdir. Bir milletin içinde günah işleniyor ve hâlâ nimetler bol bol geliyorsa, bilinmelidir ki bu bir istidraçtır ve o toplum umumî bir yok oluşun arefesindedir.
Bu hakikatler, başka bir âyet-i kerimede de şu şekilde ifade edilir:
“Allah’a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Ancak, şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). İşte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.”192
Evet, sapık milletlerin dostu, şeytandır. Peygamberlere baş kaldıran geçmiş ümmetlerde durum böyle olduğu gibi, mukaddesatın hakaret görüp, rezaletin alkışlandığı günümüzde de bazı kimselerin sadece ve sadece tek dostu(!) vardır, o da şeytandır.
“Âd ve Semud’u da (helâk ettik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.”193
Bugüne kadar bütün helâk olmuş fert ve milletlerin, sırasıyla ve hangi belâlara maruz bırakılarak helâk edildiklerinin anlatıldığı bu sûre ve bilhassa yukarıda zikrettiğimiz âyetin siyak ve sibakında birleşen tek nokta şudur ki, bir millet, yaptıkları cürüm ve günahtan müteessir olmayıp, aksine memnun ve mesrur oluyorsa, şeytan da onların bu zaaflarından istifade ile yaptıklarını süslü ve güzel gösterir ki bu da o milletin helâketi demektir.
n. Aldatmak ve Şeytan
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat; onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle haykırarak yürü; mallarına ve çocuklarına ortak ol; onlara vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vaad etmez. Şurası muhakkak ki, Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olamaz. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.”194
İblis, Allah’tan Hz. Âdem ve zürriyetini kandırabilmek için mühlet isteyip de gereken mühlet kendisine verilince, Cenâb-ı Hak ona; “Git, sana mühlet verdim!” der ve ardından da, âyette geçen hususlar sıralanır.195
Şeytanın sesi, günaha davetidir. Münasebetsiz şarkı, türkü, hayâsızlık vb. bütün bunlar, şeytanın sesine ve davet şekline dahildir. “Böyle yap!” diye emredilmesi ise, şeriat-ı fıtriye açısından bir izin ve müsaadedir.
Celb, haykırmaktır. Şeytanın atları ise, her devrin binek vasıtalarıdır. Şeytan, hem bunlarla hem de bunlar olmadan celp etmektedir. Yani şeytan ordusunda bulunanların bazısında bu vasıtalar var, bazısında da yoktur. Ya da bu, çok çalışmaktan kinayedir.
Şeytanın mal ortaklığı, her türlü kötü kazanç ve gayri meşru alım-satımdır. Ayrıca faiz, gasp, hırsızlık ve fasit muamelelerin hepsi de buna dahildir. Her an insanla beraber bulunmaya çalışan şeytan, ticarette de insanla beraber bulunur. Ticareti onun hile ve oyunundan kurtarabilmenin yolu, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gösterdiği yoldur: “Ey tüccarlar! Şeytan ve günah, alışverişte hazır bulunur. Alışverişinizi sadaka ile karıştırın!”196
Evlâtta ortaklığa gelince, bu, zinaya davettir. Ayrıca çocuklara verilecek İslâm dışı ahlâk ve eğitim de bu mânâya dahil kabul edilmiştir. Sonra çocukların sapık fikirlere sahip olması da, düşünülebilecek hususlardandır. Ayrıca çocuk olmaması için başvurulan vicdan dışı bütün tedbirler ve mutlak bir ifadeyle kişinin evlâdı üzerinde yapabileceği bütün tasarrufların kötüye kullanılması, şeytanın evlâtta bir çeşit ortaklığıdır.
Şeytanın bütün maksadı, insanı, bâtıl itikat ve amellere teşvik; hak, hakikat ve itaatten nefret ettirmektir. Teşvik, ancak yapılacak olan şeyin hiçbir zararı olmamakla beraber büyük menfaatleri olacağını telkin etmekle; nefret ettirmek ise, tam aksine faydasız ve zararlı olduğunu söylemekle mümkün olur. Onun için şeytan bir günah ve mâsiyete davet edeceği zaman evvelâ, bu işte hiçbir zarar olmadığını söyler. Bu da şu telkinlerden birisiyle olur: “Ahiret diye bir şey yoktur(!). Ne Cennet, ne de Cehennem vardır. Dünya hayatından başka bir hayat da yoktur. Öyle ise, bu işi yapmakta ne zarar var(!).” Bunu söyledikten sonra da, o günahtaki lezzet ve zevk çeşitlerini sayıp döker ve “Hayat böyle yaşamakla hayat olur.” der.
İtaatten nefret ettirmesine gelince, şeytan, evvelâ bu işin lüzumsuz olduğunu söyleyerek telkinde bulunur ve “Cennet, Cehennem, sevap, günah yoktur.” der. Sonra da ibadetlerin ne kula ne de Mâbud’a hiçbir faydası olmadığından bahisle “Allah’ın, senin ibadetine ihtiyacı mı var?” vb. gibi sözler söyler. Bunu söyledikten sonra da ibadetteki külfet ve meşakkati nazara verir ve “Madem Cenâb-ı Hakk’ın bizim ibadetimize ihtiyacı yok, öyle ise biz niçin ibadetlerimizi kendi isteğimize göre yapmıyoruz?” der. Böylece insanı itaatten nefret eder hâle getirir. Hâlbuki şeytanın telkin etmeye çalıştığı bu sualin cevabı gayet basittir.
Şöyle ki: İbadet duygusu insanda Cenâb-ı Hakk’ı bilmeye terettüp eden bir keyfiyettir. Yani insan, bir tarafta bu muhteşem kâinatı yaratan Zât’a delâlet edecek nizam ve intizam arz eden baş döndürücü tabloları görür; görür ve sonra da bu fevkalâde nizamı vaz’eden nizam sahibi Nâzım’a intikal eder. İşte böyle, dikkat ve ibretle kâinata bakabilen kişi, hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremez ve dolayısıyla kendisinin de bu nizama göre hareket etmesi gerektiğini anlar.
Bundan sonra o insan, varlığa güzellik ve estetik yönünden bakar, onu öylesine güzel, o kadar harika bulur ki, âdeta daha güzelini tasavvur etmek imkânsızdır. İnsanın çehresinden zeminin yüzüne, ondan semanın yıldızlarla yaldızlanmış simasına kadar öyle büyüleyici bir güzellik, öyle baş döndürücü bir eda ve insanı çıldırtan öyle tatlı bir şive vardır ki, bu renk ve bu âhenk cümbüşünü görüp de, bu muhteşem ve sihirli meşheri sergileyen Zât’ı iliklerine kadar hissedip duymamak mümkün değildir…
o. İftira ve Şeytan
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan kimselerin başlarına inerler. Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve zaten onların çoğu yalancıdırlar.”197
İftira, kendi öz nefsine yapılanından, Allah’a karşı yapılanına kadar, kâinatı utandıracak bir cürüm ve insanı hem dünyada hem de ukbâda rezil rüsva edecek bir günahtır. Böyle bir günah, elbetteki bir şeytan ilhamıdır ve işte yukarıda zikredilen âyet bize bunu anlatmaktadır.
p. Putçuluk ve Şeytan
İbn Abbas (radıyallâhu anh) anlatıyor:
“Önce Nuh kavmi sonra da Araplar arasında Allah’a karşı birer şirk unsuru hâline getirilen bütün putlar, esasen toplum tarafından salih birer insan olarak tanınan şahısların isimleridir. Bu salih insanlar vefat edince şeytan onlara, bunların hatırasına, daima sohbet ettikleri yerlere birer putlarını dikmelerini ilham etti. Onlar da, şeytanın bu ilhamına kandılar. Ancak, önceleri hiç kimse onları mâbud kabul etmezken belli kuşaktan sonra ve zamanla ilim de ortadan kalkınca, bunların her biri ayrı birer mâbud kabul edildi ve insanlar da onlara ibadet etmeye başladı.”198
İbn Abbas’ın (radıyallâhu anh) açıklamalarından da anlaşıldığı gibi, putçuluğun perde arkasında şeytanın gizli ve sinsi bir oyunu söz konusudur. Zira sosyolojik bir realite olarak fertlerin, ferdiyetçilik esasıyla büyütülmeleri her zaman böyle neticelenmiştir.
r. Yuva ve Şeytan
Birbirini seven iki çift… İçinde lâhut âleminden gelen mesajların okunduğu burcu burcu Cennet kokan sıcak bir yuva… Ve bütün bu güzelliği bir anda mahvetmek için fırsat kollayan ezelî düşman: Şeytan…
Şimdi de bu mücerret mânâları ifadelendiren birkaç rivayet zikredelim:
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar:
“İblis tahtını su üzerine kurar. Sonra da ordusunu sağa sola gönderir. Makam ve mevkice ona en yakın olan, fitnenin en büyüğünü yapandır. Hepsi yaptıklarını anlatmak üzere İblis’in huzuruna gelir ve içlerinden birisi: ‘Ben şunu, şunu yaptım.’ der. Ancak İblis, ona hiç de iltifat etmez. Sonra bir başkası gelir ve ‘Falan adamı, karısından boşayıncaya kadar peşini bırakmadım.’ der. İblis bundan o kadar memnun olur ki, hemen onu yanına çağırır ve ‘Sen ne kadar şirinsin!’ diyerek iltifat eder.”199
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) de şöyle diyor:
Bir evde okunan Kur’ân’la o hane, sahiplerine genişler; melekler o evde hazır bulunur; şeytanlar kovulur ve o hanede hayır ve bereket artar. İçinde Kur’ân okunmayan eve gelince, bunun tam aksine, ehline daralır; orada melekler bulunmaz, şeytanlar bulunur; hayır ve bereketi de azalır.200
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ferman ediyor:
“Bir kişi evine girerken ve yemeğini yerken Allah’ı anarsa, şeytan, yanındakilere ‘Bu gece size artık bu evde ne geceleme ne de yemek var.’ der. Fakat eve girişinde Allah’ı anmazsa şeytan, ‘Geceleyecek yeriniz hazır.’; yemekte de aynı şekilde davranırsa, ‘Hem geceleyecek, hem de yemek yiyecek bir yer buldunuz.’ der.”201
“Karı koca arasındaki mahremiyet ve sırra dikkat etmeyen ev ve haneler, bu yönleriyle tamamen şeytanî tesirlere açıktırlar.” denilse yeridir. Zira bu mevzuda Ebû Hüreyre’nin naklettiği bir hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescide girdi. Namaz kıldırdığı mahalle gelerek: “Eğer şeytan bana bir şey unutturursa, erkekler tesbih (Sübhanallah desin), kadınlar tasfik etsin (ellerini çırpsın).” der. Mescitte iki saf kadın, bir saf erkek (veya aksi) cemaat vardır. Namazda Allah Resûlü bir şey unutmamıştı. Namazdan sonra cemaate döndü “Herkes yerinde dursun!” dedi ve erkeklere döndü, “Sizden biriniz, ehline gelip, kapısını kapatıp Allah’ın ferman ettiği örtü ile iktifa eder mi?” diye sordu. “Evet” dediler. Devam etti: “Sonra da arkadaşlarına gelip ‘Şöyle, şöyle yaptım.’ der mi?” Bu soruya cevap veren olmadı. Allah Resûlü, kadınlara döndü ve aynı sözleri onlara da söyledi. Onlar da susmuşlardı.
Bu esnada genç bir kız, dizlerinin üzerine doğruldu (Allah Resûlü kendisini görsün ve sesini duysun diye böyle yapmıştı) ve ‘Evet yâ Resûlallah! Hepsi de konuşuyorlar.’ dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Bilir misiniz, bunların hâli neye benzer! Sokak ortasında, insanların gözü önünde birbirine yaklaşan erkek ve dişi şeytanlara!”202
s. Cemiyet ve Şeytan
Huzur ancak vahyin rahmet damlalarıyla hayat bulup yeşeren bir cemiyette bulunur. Böyle bir cemiyet ise, bütün insanlığın sergüzeşt-i hayatı sayılan tarihte çok nadir görülegelmiştir. Kimyevî terkiplere benzeyen cemiyet, nispetlerdeki küçük bir değişiklikle derhal aslî hüviyetini kaybeder. Onun içindir ki, kendi ömrüne kıyasla cemiyetin bozulması, tek bir ferdin bozulmasından daha süratlidir. Bu sürat ise, cemiyet için menfî, şeytan için müspet yönde bir gelişim demektir. Bu nedenle şeytan, bir cemiyeti bozmak, huzursuz etmek ve anarşiye boğmaktan hiçbir zaman ümidini kesmemiştir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Şeytan, artık Arap Yarımadası’nda, kendisine ibadet edilmesinden ümitsizliğe düştü, ancak aranızda anarşi çıkarmaktan ümidini kesmedi.”203 derken, en veciz ifadeleriyle bu hususa işaret buyurmaktadırlar.
Birlik ve dirlik, bir cemiyeti Cennet topluluğuna, ayrılık ve tefrika da Cehennem yığınlarına çevirir. İlk insan Âdem’i Cennet’ten çıkaran şeytan, elbette Âdem’in neslinin Cennet içinde kalmasını da bir türlü hazmedemeyecek, onları da esas kendi yeri olan Cehennemî bir hayata sevk etmeye çalışacaktır. Cennet gibi bir dünyada yaşamaya azmetmiş ufku yüce kametler, şeytanın oyununa gelmeyen tali’lilerdir ki, vifak ve ittifak onların ayrılmaz vasıflarıdır. Kemtali’liler ise durmadan tefrika çukurlarında yuvarlanıp durmaktadırlar.
İki Cihan Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetini ikaz sadedinde bu mevzuyla alâkalı şunları söyler:
“Cemaate yapışın, ayrılıktan kaçının! Şeytan tek kişiye yakın, ona göre iki kişiye daha uzaktır. Kim Cennet kokularını duymak istiyorsa cemaate devam etsin.”204
t. Şeytanın Lümmesi
İnsanın kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanıbaşında, bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek bir alıcı vardır.205 Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması veya bir odada mü’minle kâfirin yan yana durması gibidir.
Evet, şeytanın lümmesi, kendine mahsus şüphe, tereddüt ve vesvese oklarını atmak için nişan aldığı mü’minin kalb merkezinde yer alan önemli bir noktadır.
6. … VE ŞEYTAN FERYAT EDİYOR
Mü’minin inandıklarını yaşaması, şeytanı şirazeden çıkarır ve feryada boğar. Allah’ı hoşnut edecek her tavır ve davranış şeytana ölüm sancıları çektirir. İlâhî gadabı celbeden bütün sebepler, nasıl şeytanı sonsuz sürur ve sevince garkediyorsa, lâhut âlemini memnun eden sebepler de onu ızdırabın uçsuz-bucaksız gayyalarına iter ve kıvrandırır.
Kulun, Allah’a en yakın olduğu yer secdedir.206 Secde, mü’mini miraca erdirecek ölçüde bir kurbet vesiledir.. ve kulun her secde edişi, şeytanı bin feryada boğar. Eğer cin ve insanlar bu sesi duysalardı, belki kulaklarının zarı patlar, belki de sesin şiddetinden bayılıp yere düşerlerdi. Şeytan, “Secde ile emrolundum, etmedim ve kovuldum. O ise etti, kurtuldu!”207 der ve çığlık çığlık dövünür.
Kullar içinde Allah’a en yakın olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğumu da şeytanı feryada boğmuştu. Zira o gün, Allah’ın en sevgilisi Habibullah doğmuştu… İhtimal ki o gece putları yüzüstü yere yıkan şeytanın feryadı idi. Ve ihtimal ki Sava gölü, bu feryatla batmış ve bin yıldan beri yanan ateş bu feryatla sönmüş.. ve yine Kisra’nın sarayı da bu feryatla yıkılmıştı.208
Şeytanı yana yakıla feryat ettiren günlerden biri de hiç şüphesiz, Akabe’de altı-yedi müslümanın Allah Resûlü’ne biat için el uzattığı gündü. Allah Resûlü ki, senelerce kapı kapı, çadır çadır, panayır panayır dolaşmış ve hep derdine ortak olacak âşina gönül aramıştı. Evet O, hep bunun için uğraşmıştı. Ne var ki, gittiği yerlerden hiçbirinde sinesi ışığa açık, hüşyâr bir gönül bulamamıştı. Taif’te taşlanmış, diğer yerlerde de kapılar yüzüne kapanmıştı. Ancak O’nun, Allah’ın, nurunu mutlaka tamamlayacağına inancı tamdı ve O kendine düşen vazifeyi yapıyordu. Bu vazife, ısrarla, yılmadan, usanmadan insanları Hakk’a davet etmekti ve Allah Resûlü de işte bunu yapıyordu.
Yine panayır günlerinden biriydi… Medine’den gelen bir grup tali’li, onunla görüşme talebinde bulunmuştu. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gül yüzünde güneş doğmuş gibiydi. Gelen teklife o denli sevinmişti ki, O’nu sevindiren bu hâdise ihtimal gök ehlini de sevindirmişti. Belli ki, bu umumî sevinç, ilâhî hoşnutluğun da bir tecellîsiydi. Tabiî o esnada ruhunun karanlığı yüzüne akseden biri de vardı. Hıçkırıklar boğazında düğümlenen bu menhus varlık, hiç şüphesiz şeytandı.
Heyet ile Allah Resûlü’nün buluşmasında Hz. Abbas (radıyallâhu anh) da vardı. O, bir realite adamıydı. Biatın akıl ve mantık çerçevesinde yapılması için uyarılarda bulunuyordu. Bu altı-yedi kişiye, topyekün insanlık ile yaka paça olmaya adım atmakta olduklarını hatırlatıyor ve Allah Resûlü’ne biatın, o gün için çetin yanları üzerinde duruyordu. Yaşlılar, bu ağırlardan ağır yükü kaldırıp-kaldıramayacakları konusunda tereddütte idiler. Onlar tereddüde düşünce şeytanın bakışları canlandı. İçinden bir “Acaba!” geçirdi. Kendi kendine, “Belki biat etmeden döner giderler!” dedi. Ama içlerinden en genci, Ebu’l-Heysem et-Teyyihânî hemen ileri atıldı. Her şeyi kabullenerek Allah Resûlü’ne el uzattı. Ardından diğerleri de aynı şeyi yaptılar ve bu büyük biat tamamlandı…
Bu esnada ortalığı çınlatan bir feryat koptu. O sesi duyan, Akabe sallanıyor sanırdı… Öyle feryat ki bağırdan koptuğu belliydi. Birisi, bütün ümitlerini yitirmişe benziyordu. Evet, öyle birisi vardı ve işte o şeytandı…209
Şeytan, alnı secdeli gençleri gördükçe.. çarşı-pazarın eracifine bulaşmadan ticaret yapan tüccarı müşâhede ettikçe.. ilim adamlarının, kafa ve kalb bütünlüğüne erme yarışına girdiklerine şahit oldukça.. üniversite mahfillerinde ihtidaların arttığını, ilmin tekrar din ile uzlaştığını temâşâ ettikçe.. yeniden diriliş bestesinin nağmeleştiğini duydukça ve yeni bir bezmin ılık nefesini ense kökünde hissettikçe ihtimal bugün de feryat etmektedir…
Bütün dünyada neşrolan ve şeytana nâşirlik yapan bazı gazete, dergi, kitap ve bültenlerde yazılanlara bakıp, televizyon, radyo, konferans ve seminerlerde konuşulanlara kulak verdiğimizde, şeytanın aynı şekilde feryat ettiği duyulacaktır. Şeytan, bugün de İslâm’dan, müslümandan ve İslâm adına başlayan oluşumdan korkmakta ve endişe duymaktadır. Bu korku ve endişeden dolayı da, canı boğazında ve çaresiz avaz avaz her dem feryat etmektedir.. kıyamete kadar da feryat edecektir.
1 En’âm sûresi, 6/76.
2 Buhârî, savm 2; tevhid 35; Müslim, sıyâm 161, 162; Ebû Dâvûd, savm 25; Tirmizî, cuma 79; savm 54; iman 8; Nesâî, sıyâm 42.
3 Müslim, salât 88; imâret 43; Buhârî, cihad 109; Ebû Dâvûd, cihad 151.
4 İsfehânî, Müfredat s.203; İbn Manzur, Lisanü’l-arab 13/93-100.
5 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 1/101.
6 Bkz.: Hac sûresi, 22/47; Secde sûresi, 32/5.
7 Bkz.: Meâric sûresi, 70/4.
8 Taberî, Câmiu’l-beyan 1/199, 201; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 1/101; el-Bidâye ve’n-nihâye 1/50.
9 Bakara sûresi, 2/30.
10 Bakara sûresi, 2/30.
11 Bakara sûresi, 2/32.
12 Rahmân sûresi, 55/14-15.
13 Hicr sûresi, 15/26-27.
14 Zâriyât sûresi, 51/56.
15 A’râf sûresi, 7/27.
16 Bediüzzaman, Sözler s.696. (29. Söz, 2. Maksat)
17 Bediüzzaman, Sözler s.976. (Lemeât)
18 Rahmân sûresi, 55/15.
19 Rahmân sûresi, 55/14.
20 Rahmân sûresi, 55/15.
21 Buhârî, tevhid 7; Müslim, zikr 68; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/302.
22 A’râf sûresi, 7/38.
23 Fussilet sûresi, 41/25.
24 Neml sûresi, 27/39.
25 Sebe sûresi, 34/12-13.
26 Buhârî, vekâlet 10; Tirmizî, sevabü’l-Kur’ân 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/423.
27 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebir 20/51; İbn Hibban, es-Sahih 3/63.
28 Müslim, selâm 139-141; Ebû Dâvûd, edeb 161-162; Tirmizî, sayd 15; Muvatta, i’tisam 33.
29 İbn Hişam, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/124-127.
30 Enfâl sûresi, 8/30.
31 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/159; Heysemî, Mecmeu’z-zevaid 8/302, 303.
32 Mâide sûresi, 5/67.
33 Enfâl sûresi, 8/48.
34 Vâkıdî, Meğâzî 1/71; İbn Hişam, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/263, 319.
35 Bkz.: İbn Hişam, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/134-135.
36 Vâkıdî, Meğâzî 1/71; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğabe 2/250-251.
37 En’âm sûresi, 6/130.
38 En’âm sûresi, 6/130.
39 Enbiyâ sûresi, 21/107.
40 Buhârî, ezan 105; tefsir (72) 1; Müslim, salât 149; Tirmizî, tefsir (72) 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/252.
41 Ahkaf sûresi, 46/29-31.
42 Müslim, salât 150; Ebû Dâvûd, tahâret 42; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebir 20/51.
43 Rahmân sûresi, 55/13.
44 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 7/285; Hâkim, Müstedrek 2/515; Beyhakî, Şuabü’l-iman 4/101.
45 Rahmân sûresi, 55/17.
46 Rahmân sûresi, 55/46.
47 Rahmân sûresi, 55/56.
48 Ahkaf sûresi, 46/18.
49 Nevevî, Sahih-i Müslim bişerhi’n-Nevevî 4/169; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 7/85-88.
50 Rahmân sûresi, 55/19-20.
51 En’âm sûresi, 6/130.
52 En’âm sûresi, 6/130.
53 Fâtır sûresi, 35/24.
54 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 3/332-333, 7/468; Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr 3/359.
55 En’âm sûresi, 6/130.
56 Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 7/85, 86.
57 Talak sûresi, 65/12.
58 Münâvi, Feyzu’l-kadîr 3/365.
59 Mutahhar b. Tahir el-Makdisi, el-Bed’ ve’t-tarih s.82; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 1/49, 50.
60 Fâtır sûresi, 35/24.
61 İsrâ sûresi, 17/15.
62 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/4; Şuabü’l-iman 1/149.
63 Bkz.: Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebir 11/298, 441; Hâkim, Müstedrek 2/654, 655; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 1/296; İbn Hacer, el-İsâbe 1/466; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 2/99.
64 Buhârî, ezan 105; tefsir (72) 1; Müslim, salât 149; Tirmizî, tefsir (72) 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/252.
65 Ahkaf sûresi, 46/29.
66 Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; Müslim, mesâcid 3, 5.
67 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 2/433.
68 Enbiyâ sûresi, 21/107.
69 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 7/283-284.
70 İbn Kesir, et-Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 7/283-284. Ayrıca bkz.: Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 16/210-213.
71 Beyhaki, es-Sünenü’l-kübrâ 1/9.
72 Bkz.: İsmail Hakkı Bursevî, Tefsiru Ruhu’l-Beyan 8/486-489; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 16/210-213.
73 İbn Ebî Âsım, es-Sünne 2/563.
74 Ahkaf sûresi, 46/29.
75 Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 16/213-217; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 7/280.
76 Ahkaf sûresi, 46/29.
77 Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 16/214.
78 Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 16/214, 215.
79 Cin sûresi, 72/11.
80 Esbehânî, el-Azame 5/1689; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 19/15.
81 Cin sûresi, 72/14-15.
82 Enbiyâ sûresi, 21/82.
83 Sebe sûresi, 34/13.
84 Heysemî, Mecmeu’z-zevâid 8/246-247; el-Esbehânî, Delâilü’n-nübüvve 1/139.
85 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/81.
86 Müslim, zikir 54-55; Tirmizî, daavât 40; İbn Mâce, tıp 46; Dârimî, isti’zan 48.
87 Bakara sûresi, 2/255.
88 Münzirî, et-Tergîb ve’t-terhîb 1/262-263. (İbn Ebi’d-Dünya’nın Mekâyidüş-şeytan isimli eserinden naklen.)
89 Münzirî, et-Tergîb ve’t-terhîb 1/263.
90 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/18.
91 Bkz.: Taberî, Tarih 2/366-368; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 7/28.
92 Beyhakî, Şuabü’l-iman 4/277.
93 İsfehânî, Müfredat Ş-T-N maddesi.
94 A’râf sûresi, 7/12.
95 En’âm sûresi, 6/112.
96 Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 13/154; Âlûsî, Ruhu’l-meânî 8/5.
97 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/178.
98 Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 13/154; Âlûsî, Ruhu’l-meânî 8/5.
99 Buhârî, salât 100; bed’ü’l-halk 11; Müslim, salât 258, 259, 260; Ebû Dâvûd, salât 107; Nesâî, kasâme 48.
100 İbn Mâce, edeb 44; Ebû Dâvûd, edeb 57; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/345.
101 Müslim, imâre 52.
102 Bkz.: Müslim, birr 111.
103 Bakara sûresi, 2/36.
104 Buhârî, bed’ü’l-halk 11; edeb 125, 128; Müslim, zühd 56; Tirmizî, salât 156; edeb 7.
105 Bakara sûresi, 2/35.
106 Bakara sûresi, 2/37.
107 İbn Mâce, zühd 30.
108 A’râf sûresi, 7/23.
109 Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’ân 1/324.
110 Hâkim, Müstedrek 2/545.
111 Hâkim, Müstedrek 2/615.
112 Kaf sûresi, 50/16.
113 Bkz.: A’râf sûresi, 7/20; Tâhâ sûresi, 20/120.
114 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/143.
115 Müslim, iman 211; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/456, 6/106.
116 Buhârî, iman 29; Nesâî, iman 28.
117 Müslim, iman 211; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/456, 6/106.
118 Nisâ sûresi, 4/76.
119 Bkz.: Münâvî, Feyzu’l-kadîr 3/204; Deylemî, el-Müsnedü’l-Firdevs 2/11-12.
120 Bkz.: Muhammed sûresi, 47/25; En’âm sûresi, 6/43; İbrahim sûresi, 14/22.
121 Bkz.: Fâtır sûresi, 35/8.
122 Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.48; Lem’alar s.110; Kastamonu Lâhikası, Mektup no: 3.
123 Ebû Dâvûd, edeb 3.
124 Müslim, mesâcid 309; Ebû Dâvûd, salât 11; Tirmizî, tefsir (20) 1; İbn Mâce, salât 10; Muvatta, salât 25.
125 Bkz.: Buhârî, ezan 4; amel fı’s-salât 18; sehv 6; bed’ü’I-halk 11; Müslim, salât 19; mesâcid 83; Ebû Dâvûd, salât 31; Muvatta, nidâ 6; Nesâî, ezan 30.
126 Âl-i İmrân sûresi, 3/185; En’âm sûresi, 6/31, 70, 130; Ankebût sûresi, 29/64; Mü’min sûresi, 40/39; Muhammed sûresi, 47/36; Hadid sûresi, 57/20.
127 Vesvese ile alâkalı bkz.: Bediüzzaman, Sözler 21. Söz’ün İkinci Makamı; Mektubat 11. Mektup, Birinci Mebhas; Lem’alar 13. Lem’a, Altıncı İşaret.
128 Buhârî, vudû 8; tefsir (3) 2; bed’ü’l-halk 11; nikâh 67; daavât 54; tevhid 13; Tirmizî, nikâh 8.
129 Buhârî, enbiyâ 44; bed’ü’l-halk 11; Müslim, fezâil 147.
130 İbn Hacer, Fethu’l-bârî 6/541, 542; Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim 15/128, 129.
131 Âl-i İmrân sûresi, 3/35-37.
132 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/121; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 1/173-174.
133 A’râf sûresi, 7/27.
134 A’râf sûresi, 7/27.
135 Hûd sûresi, 11/43.
136 A’râf sûresi, 7/201.
137 A’râf sûresi, 7/16-17.
138 Tâhâ sûresi, 20/82.
139 Hûd sûresi, 11/6.
140 A’râf sûresi, 7/128.
141 Sebe sûresi, 34/54.
142 Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 14/41.
143 Nesâî, cihad 19; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/483.
144 Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 14/42.
145 Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 14/42.
146 Nisâ sûresi, 4/117-120.
147 Nisâ sûresi, 4/117.
148 Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/418.
149 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili 3/1468-1471.
150 Müslim, nikâh 9; Ebû Dâvûd, nikâh 43; Tirmizî, radâ 9; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/330.
151 Tirmizî, radâ 16.
152 Nisâ sûresi, 4/117.
153 Nisâ sûresi, 4/119.
154 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/115, 119, 169, 275.
155 Hac sûresi, 22/52-53.
156 Nisâ sûresi, 4/119.
157 Âlûsî, Ruhu’l-maânî 5/149, 150; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 1/91-94.
158 Nisâ sûresi, 4/119.
159 İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 2/368.
160 Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader 3; Müslim, kader 22-25.
161 Müslim, tahâret 56; Tirmizî, edeb 14; Ebû Dâvûd, tahâret 29.
162 Nisâ sûresi, 4/119.
163 Bkz.: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili 3/1471.
164 Buhârî, libâs 62; hudûd 33; Tirmizî, edeb 34; Dârimî, isti’zan 21.
165 Hâkim, Müstedrek 4/513; Azimâbâdî, Avnü’l-Mâbud 12/237-238.
166 En’âm sûresi, 6/43.
167 Âl-i İmrân sûresi, 3/155.
168 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/88.
169 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/10-49.
170 Âl-i İmrân sûresi, 3/155.
171 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/107-112; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 4/50-53.
172 Âl-i İmrân sûresi, 3/175.
173 Âl-i İmrân sûresi, 3/175.
174 A’râf sûresi, 7/30.
175 Bakara sûresi, 2/168-169.
176 Bakara sûresi, 2/208.
177 Yâsîn sûresi, 36/60-62.
178 İbrahim sûresi, 14/22.
179 Haşir sûresi, 59/16.
180 Meryem sûresi, 19/83-84.
181 Muhammed sûresi, 47/25.
182 Mücadile sûresi, 58/19.
183 Zuhruf sûresi, 43/36-39.
184 Buhârî, bed’ü’l-halk 11; Müslim, iman 214.
185 Müslim, iman 212, 213; Ebû Dâvûd, sünne 18.
186 Müslim, iman 215.
187 A’râf sûresi, 7/30.
188 A’râf sûresi, 7/26-27.
189 Bakara sûresi, 2/168-169.
190 Mâide sûresi, 5/90-91.
191 En’âm sûresi, 6/42-44.
192 Nahl sûresi, 16/63.
193 Ankebût sûresi, 29/38.
194 İsrâ sûresi, 17/64, 65.
195 Bkz.: İsrâ sûresi, 17/62, 63.
196 Tirmizî, büyû 4.
197 Şuarâ sûresi, 26/221-223.
198 Buhârî, tefsir (71)1.
199 Müslim, münafıkûn 67; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/314.
200 Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 1.
201 Müslim, eşribe 103; Ebû Dâvûd, et’ime 16; İbn Mâce, dua 19.
202 Ebû Dâvûd, nikâh 49; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/540.
203 Müslim, münafıkûn 65; Tirmizî, birr 25.
204 Tirmizî, fiten 7; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/26.
205 Bkz.: Tirmizî, tefsir (2) 35.
206 Bkz.: Müslim, salât 215; Nesâî, tatbik 78.
207 Müslim, iman 133; İbn Mâce, ikâme 70.
208 Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 1/19, 126, 127; Suyûtî, Hasâisü’l-kübrâ 1/127, 128, 129, 131; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye 2/249-253.
209 İbn Sa’d, et-Tabakât 1/222-223.